Mahmut Yesari, Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı “Akbaba” dergisinde
yayımlanmaya başlanan bir romanını yarıda bırakmış, ortadan kaybolmuştur. Yusuf
Ziya nerede olduğunu bilmiyordur... Bütün dostlarına sorar, bütün meyhaneleri
aratır, Yesari’den bir iz yoktur.
Çaresiz, iki sayı, konusunu bilmediği romana Yusuf Ziya devam
edecektir.
Derken üstat çıkagelir.
Mazereti vardır: Âşık olmuştur!
Yusuf Ziya’ya göre güzel bir kadındır bu: “Rengi güzel, çizgisi
güzel bir genç kadın!”
Yesari ile bu genç ve güzel kadın evlenecekler, bir süre sonra da
boşanacaklardır.
Ayrılık Yesari’ye çok fena koymuştur, hangi âşığa koymaz ki?
Artık gündüzleri de içiyordur.
Cebinde küçük bir konyak şişesi vardır her zaman...
(Nerede şimdi o küçük kanyaklar? Ben dahi Adanalı sevgili
arkadaşım Öder Bozok’un deyişiyle o “Cöp kanyağı”nı nice günler, pantolonomun
arka cebimde taşımışımdır.)
Fakat Yesari, her zaman olduğu gibi daima uysal, daima tatlı
sarhoştur. Arasıra ölçüyü kaçırınca, gücünü aşan bir öfkeyle:
“Bu surata bu kalp yakışır mı?” diye dert yanacaktır.
Yusuf Ziya bundan sonra yeni bir romana başlıyacağı zaman:
“Mahmut” diyecektir,
“önce konuyu anlat... Bir gün kaybolursan, zorluk çekmeyeyim!”
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, ömrü boyunca figüranlık yapan bir
dostu vardı. Gazetelere Yesari’nin yazılarını o götürür, parasını o getirir.
Adamın iki derdi vardır: Biri, sahnede bir kere olsun konuşmak... öteki
geçimine yardımcı bir ek iş bulmak!
Birincisi gerçekleşmez. Tiyatronun Genel Yönetmeni Muhsin Ertuğrul
ona hiçbir oyunda rol vermeyecektir.
Ama ikinci dileği yerine gelir.
Yusuf Ziya’ya göre Yesari, o yıllarda Millî Emniyet Müdürü olan
Aziz Hüdaî’ye rica etdecek, ona galiba ayda otuz liralık bir maaş
bağlatacaktır.
Bir gün Yesari’ye rastlayan Emniyet Müdürü şöyle diyecektir:
“Senin aleyhindeki raporlar neredeyse tavana değecek... Sen
Meserret kıraathanesinde tavla oynarken fena zar atınca ağzını bozuyor,
büyüklere küfrediyormuşsun... Çayı, kahveyi beğenmezsen yine öyle!”
Sonrasını Yesari şöyle anlatacaktır:
“Meğer bizimki, ayda otuz lirayı haketmek için her gün beni jurnal
edermiş!”
Yusuf Ziya “Portreler” kitabında bir başka roman yazma
hikâyesinden de söz eder.
Yusuf Ziya, bir akşam Laleli’deki apartmanında ziyaretine gittiği
Ercüment Ekrem Talu’yu düşünceli görmüştür.
Aralarında şöyle konuşma geçer:
“Sorma başıma geleni Yusuf...”
“Hayrola Ercüment?”
“Ahmet Cevdet telefon etti demin...”
“Evet...”
“İkdam için bir romanın var mı? diye sordu...”
“Evet...”
“Ben de var, dedim...”
“Evet...”
“Ama yok! Birazdan, ilan etmeleri için adını söyliyeceğim... Ne
yapsam, ne desem, bilmem...
“Kolay, bir isim buluruz...”
Biraz düşündüktn sonra, bir isim bulurlar: Kundakçı!...
Bu müthiş bir çapkının romanı olacaktır: En zarif sosyete
hanımından en körpe mahalle kızına kadar her kalbe kundak sokan bir çapkının
romanı...
Bunu bulunca Ercüment Ekrem, büyük bir ciddiyetle hemen telefona koşacak müjdeyi verecektir:
“Romanı yarından itibaren ilana başlayınız: Adı, Kundakçı...
Ercüment Ekrem’in gazetemiz için titiz bir özen ile yıllarca çalışarak
hazırladığı büyük aşk, ihtiras, macera romanı dersiniz... İlanlar bir hafta
kadar sürsün... Fotoğrafımı da gönderirim... Efendim? Müsveddeler mi? Hepsi hazır, hepsi... Yalnız
bir gözden geçireyim... Ufak tefek rötuşlar yaparım belki!”
Ve üç aydan fazla süren bu “Kundakçı” romanı İkdam gazetesinin
satışını arttıracaktır.
70’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde düzeltmen olarak çalışırken
spor yazılarını genellikle Kemal Özer, haberleri Konur Ertop, başlıkları ve
imzalı yazıları ben okur, Mustafa Baydar dinlerdi.
Düzeltme Servisi’nin ezeli ve ebedi şefi Adnan Özyalçıner de
tefrikalardan sorumluydu.
1973 yılının nisan ayında Melih Cevdet Anday’ın romanı tefrika
edilmeye başladı. 18 Nisan 1973’te Melih Cevdet ile romanı üzerine yaptığım
röportaj Cumhuriyet’te yayımlanan ilk yazılarımdandır.
Yazı işlerinde bulunan romandan her gün 2-3 sayfa dizilmek üzere
müreptiphaneye gönderilir, sermürettip Hüsnü Usta da bu iki sayfayı 5-6 parçaya
bölerek dizgicilere dağıtırdı.
Bir gün baktık, 10-5 satırlık bu parçalardan biri kayıp. İki bölüm arasında bir uyum sorunu var.
Kimsenin aklına da Melih Cevdet’e sormak gelmiyor. Ayrıca sorulsa bile yanıtı
geç alınacak, ama gazetenin de basılması gerekmekte…
Şefimiz Özyalçıner, “Ben çözerim” dedi ve hemen iki dakika içinde
iki bölümü birbirine bağladı.
Melih Cevdet bile daha sonra, Özyalçıner’in romana yaptığı bu ekin
farkında olmayacak ve “İsa’nın Güncesi” bu haliyle yayımlanacaktır.
30
HAZİRAN 2016, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder