28 Ekim 2011 Cuma

VAN’DA KAR SUYUNDAN BİR ÇEŞME

Gökyüzü, bir gökyüzü mavi: Gerisi Van kalesi

Dayamış başını Van gölünün omuzuna
bir yanı Kaya Çelebi camisi, aklın hayalin durur
bir yanı çatak, jirki
Selçuklu erenlerin ervah-ı âlem mescidi
herki ve mamhoran kilimi
nice acılara atılmış ilmiği
nice sevinçlere rahm-ı maderden
Van kalesi
kaldı mı artık anlatan ol hikâyetin
bir top bulut olup uçaydım burcundan
alnının al akıtmasından öptüğüm akşam

Gökyüzü, bir gökyüzü mavi: Gerisi kırık anılar mahzeni

Çay içiyorum iskelede, gün devrildi
Kuzgunsekmez’in kolları arasında
iki asker, ne kaldı şurada tezkereye
bilekleri kelepçeli bir serçe
kaçağa düşmüş gençliğim
çıkınında sac kavurma, uzun ekmek, yoğurt
bir de mavi gökyüzü
durup durur avuçlarının ortasında Akdamar adası
nice gurbetlere yazılmışlığın adası
yol kavşaklarında çözülmüşlüğün adası
kim mi anlatır meramın sular kararınca
gözlerinin ince karasından öptüğüm akşam

Senin adresin: Tanrı Haldi’nin kudreti sayesinde
Argisti’nin oğlu
Sardur bu mahzeni doldurdu.
İçinde 5800 ölçek zahire var.
Benimki: Kanadı kırık bir rüzgâr
kapıları kilitli bir han
buğday ve incir, kan her zaman
yüzümde yalnız kendi şavkına düşen
bir beyaz ay, bembeyaz anılar
Yol boyu kar suyundan bir çeşme işareti

Gökyüzü, bir gökyüzü mavi: Gerisi durmuş bir güneş saati

Çözüyor kelepçesini serçenin, gün devrildi
Van gölünün öte yanı Muş yol ayrımı
çıkınını topluyor askerler
resmine bakıyorum sana yakışan özlemin
çay tazeleniyor
artık ne kaçağa yazılmak ne kan davası
yağmur damlası, sessizliğin bereketi
topladım dengimi Van’dan gidiyorum
ayrılığın geçit vermez sesini öptüğüm akşam

Van. 29 Eylül 1983. Saat 17.45. Nuh otelin
dağlara bakan penceresi önünde durdum ve düşündüm
şu an burnunun ucundan öpmek istediğimi düşündüm
ol hikâyetini düşündüm bir mavi gökyüzünün
kaçaklarda sürünen gençliğini su kırağında açan gelinciklerin
telli duvaklı mahpus damlarını

Gidiyorum işte yol boyu kar suyundan bir akşam
içimde dağların gölgesi ve özlemişliğim seni

Sevmişliğim seni

***

Bir kenti güzel, değerli, yaşanılır kılan tarih, doğa ve insan hazinesi değil midir? Van da bütün bu özellikleri bağrında barındıran bir hazine… Bu hazine, şimdi “deprem” felaketinin yağması altında… Fakat kısa süre içinde bu felaketin üstesinden gelmesini bilecektir. Çünkü tarih, doğa ve insan gücü olarak değerinin farkındadır. Van’a birkaç kez misafir oldum, yukarıdaki şiiri, içindeki tarihten de belli, tam 28 yıl önce orada yazdım. Biliyorum ki, Anadolu toprağında bir evim, bir sıcak yuvam da Van’da bulunmakta… Canlarını yitiren arkadaşlarıma sabırlar diliyor, yakın bir gelecekte bir daha tarihi, doğası ve insanıyla kucaklaşacağımı umuyorum.

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* TUİK’in 2010 yılı verilerine göre 14 Doğu Anadolu bölgesi ilinden İstanbul doğumlu 2.371.086 kişi ikamet etmektedir. Bunun İstanbul nüfusuna oranı yüzde 18.35. Hakkâri 6.919 İstanbul doğumlu ile son sırada, Malatya 358.518 kişiyle ilk sırada yer almaktadır. İstanbul doğumlu Vanlılar ise 123.680. Doğu Anadolu bölgesinin 14 ilinden İstanbul doğumluların toplamı da 2.371.086 kişiye ulaşmakta. (Doç.Dr.Yüksel Demirkaya; Sayılarla İstanbul 2010, İstanbul Ticaret Odası)
* Mikrobölgeleme kayıp tahmin sonuçlarına göre İstanbul’da 5.000 çok, 20.000 ağır, 110.000 orta, 300.000 hafif hasarlı bina bulunmakta… Acil barınma ihtiyacı olan hane sayısı ise 528.136. “Deprem”, Van dolayısıyla yine gündemde. “Sesimi duyan var mı?” demeye gerek kalmadan, bu veriler karşısında “deprem”le yaşamaya nasıl alışacağız?
* “Devrim, sistemin dış güçler tarafından altüst edilmesi sayesinde olmayacaktır. Sistemin inkârı, sistemin kendisinin neden olduğu alternatif pratiklerle sistemin içinde yayılır.” (Andre Gorz: Maddesiz, Ayrıntı Yayınları)

27 EKİM 2011, BİRGÜN

20 Ekim 2011 Perşembe

İŞÇİLER BİRLEŞİNİZ!

O zamanlar ülkede bugünkü kadar “ileri!” demokrasi yoktu. Özellikle kış günleri “Kuzey”den gelecek “komünizm” fırtınası beklenirdi. Fırtınanın habercisi de kırmızı kapaklı kitaplar, orak-çekice benzetilen desenler, izin alınmış bir toplantıda yapılanlar bir yana “köfteci”de konuşulanlar bile suç unsuru sayılabiliyordu.
Romanımızın yüz aklarından Orhan Kemal de üç arkadaşı ile bir “köfteci”de konuştukları için gözaltına alınanlardır.
Üstat bu konuda “şerbetli”dir.
Ne zaman ülkede “kuzey” rüzgârları esmeye başlasa soluğu sinemada alırdı. Bu arada evi aranır, belli yerlere haberler bırakılır; ancak fırtına dindikten sonra ortaya çıkardı.
Ben de gençliğimde bir sinema delisiydim. Üç film birden oynatan sinemalar vardı, öğle girerdim, akşam çıkardım.
Üniversiteli yıllarımda da soğuktan korunmak için sinema güvenli bir limandı. Evde soba yanmıyorsa at kendini sinemaya hem ısınırsın, hem filmi daha önce görsen de iyi bir uyku çekersin…
Ama sinema yapanlarla, çalışanlarıyla ülfetim pek olmadı.
Arkadaşım Ali Özgentürk sinemacıydı ama daha çok edebiyattan, şiirden konuşurduk. (Bir ara Süreyya Berfe ile “Asya “ adında bir kültür-sanat dergisi de çıkarmışlardı.)
Yavuz Özkan Yenikapı’da Kemal Bey’in kahvesine gelirdi, ikimiz de üniversitede öğrenci idik, daha çok tiyatro üzerine sohbet ederdik.
Geçenlerde Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “geç gelen ödüller” törenini izlerken bir film şeridi gibi 70’li yıllar geçti gözlerimin önünden…
1979 yılı “Çırak Aranıyor” kitabım çıkmış, “Çaylar Şirketten”in kırık dökük dizeleri cebimde, kentten kentte dolaşıyorum.
Niyetim Adana’ya gitmek, yolum Antalya’ya düştü.
Tam da film festivalinin içine…
O yıllar beş yıldızlı oteller bu kadar çok değil. Konuklar Orman Bakanlığı’nın Lara plajındaki tatil kampında kalıyor. Bakanlık Milli Selamet Partisi’ne bağlı, bu nedenle mutfak çalışanları MSP’li, garsonlar ise devrimci gençler... (Bir “ileri!” demokrasi örneği daha…)
Fakat gençlerin coşkusu festivalin her anına yansıyordu. Akşam Konyaaltı’nda konserler izleniyor, gece plajda “Derdalan” şarapları eşliğinde, şarkılar türkülerle sabaha kadar sürüyordu.
Yavuzer Çetinkaya Paris’ten yeni dönmüştü. Sanırım ilk kez yapılan Altın Portakal Şarkı Yarışması’nda birinci olmuştu.
Festivalin en iyi filmi mi? Senaryosunu yazıp yönettiği Yavuz Özkan’ın “Maden”…
“Maden” üç ödül daha alacaktı. En iyi erkek oyuncu Tarık Akan, en iyi kadın oyuncu Hale Soygazi, en iyi yardımcı kadın oyuncu Meral Orhonsay…
Sonraki yıllarda ödül alan filmleri, yönetmenlerini ve oyuncuları medyada izlediniz.
Şimdi yağcılar-yağdanlıkçılar Tarık Akan’a, Rutkay Aziz’e saldırıyorlar. Onlar o zaman da özgür düşüncenin timsali idiler, bugün de…
Saldırganlar önce kendi geçmişlerine baksınlar.
Akan da, Aziz de tutarlı davranışlarıyla o gün de, bugün de kaya gibi duruyorlar.
“Netekim” eyvah eyvah ki, 12 Eylül bütün bir yaşam alanına olduğu gibi sinemaya da keskin kılıcını indirmişti. Yılmaz Güney yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Zeki Ökten, Şerif Gören, Atıf Yılmaz, Ali Özgentürk, Tarık Akan gibi ustalar önceleri “Papirüs”te, sonraları “Çiçek Bar”da bir “yuvarlak masa” çevresinde otağ kurdular.
“Kuzey” rüzgârları fırtınalara dönüşmüştü çünkü…
“Maden” filminin özünü mü sordunuz?
Filmin son cümlesi her şeyi anlatmaktadır:
“İşçiler birleşiniz.”

***
AB uyum yasaları, Kopenhag kriterleri, Venedik sözleşmelerinde “ayarlama” yaparak Avrupa yaşam standartlarına erişmiştik. “Pırlanta”da geçmiştik bile. Bir tek sigara ve alkol kalmıştı. Onları da “güncel”leyince “ef-kâr”ı bırakıp “muhafaza-kâr” mertebesine ulaşmış olduk. “Kâr”lar böylece “muhafaza” altında, yetkiyi de siz verdiniz, niye yakınıyorsunuz?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* ETİ Çocuk Tiyatrosu Charles Perrault’un yapıtından, Gülen İpek Abalı tarafından uyarlanan “Çizmeli Kedi” oyunu ile 15 ekimde Terakki Vakfı Kültür Merkezi’nde ilk gösterimini gerçekleştirdi.
* 15 Ekim 2008’de aramızdan ayrılan, Cumhuriyet Dönemi modern Türk şiirinin öncü şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca, vefatının 3. yılında Çocuk Vakfı tarafından Karacahmet Mezarlığı’ndaki mezarı başında anıldı.
* “Bir adamın anlattığı hikâyelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar.” (Daniel Wallace: Büyük Balık, Yapı Kredi Yayınları)

İNADINA ŞİİR

Henüz kurumadan güneşin turuncu kumu
bugün de hülyasından damıt uykumuzu

20 EKİM 2011, BİRGÜN

13 Ekim 2011 Perşembe

USTA, NE DİYORSUN BU HUSUSTA…

Geçmiş zaman… Anadolu’da 100-150 yıllık bir kasaba… Eski evler onarılacak, sokaklar mazisine uyar biçimde düzene sokulacak, yani kısaca tarihi dokusu günümüz koşullarına göre yeniden biçimlenecek…
İşler “Arnavut kaldırımı” yapımına gelince tıkanır.
Çünkü bu kaldırımı döşeyecek ustalar bir türlü bulunamaz.
Bunun üzerine belediye encümeni karar alır.
Adı üzerinde Arnavut kaldırımı, ustaları da elbette Arnavutluk’ta olmalı…
Yazışmalar yapılır, komisyonlar kurulur, heyetler hazırlanır ve başkent Tiran’ın yolu tutulur.
O yıllarda Enver Hoca, Arnavutluk’ta iktidarda…
Bizimkiler dertlerini anlatırlar, Arnavutluk yetkilileri çok şaşırırlar. Çünkü Arnavutluk’ta ne o ad altında kaldırımlar vardır, ne de ustaları…
Televizyonla aram pek iyi değildir, fazla izlemem. Radyocuyum ben. Klasik müzik dinlerim, Turgut Uyar misali insan sesi olmayan caz dinlerim.
Geçen gün İzTV’de “Bir Usta Bin Usta” tesadüfen programı görünce televizyonun karşısında çakıldım kaldım.
Tarih Vakfı yayınları arasında çıkan, Bünyad Dinç’in fotoğrafları ile bezediği “Taşın ve İnancın Şiiri: Mardin” kitabının yazarı olarak da oldukça heyecanlandım.
“Bir Usta Bin Usta”, taşın dile geldiği kentte, taşla çıkılan bir yolculuğun belgeseli...
Mardin’de “Bir Usta Bin Usta” atölyesinde, taş ustası Veysi Duva, geleneği 20 öğrencisine aktarıyor. 20 usta adayı, Mardin’i Mardin yapan taşla tanışıyor; “yüzü sert kalbi yumuşak” Mardin taşları, hevesli ellerin vuruşlarıyla yeni biçimler alıyor.
Veysi Duva, bir Anadolu bilgesi…
Yaşı Mardin’in yaşında sanki…
Taşın nasıl işleneceğini gösterirken tarihini de anlatıyor.
Öğrencilerine ilk öğüdü, içlerinde “iyilik”in olması… O ustalarından öyle görmüştür, çünkü o “iyilik” ustalığını sanatına yansıtacaktır.
Geleceğin usta adayları, taş işlemeciliğinin incelikleriyle birlikte, yaşadıkları kenti de yeniden keşfediyorlar.
Lise öğrencisi bir genç kız…
Kadim okul binasındaki taş işçiliğinin farkına vardıktan sonra Veysi Usta’nın yanına koşuyor. Amacı öğretmen olmaksa da taşın cazibesinden kendisini alamıyor ve işlemeyi öğrenmeye başlıyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın teknik danışmanlığında, Anadolu Sigorta tarafından yürütülen ve 10 yılda 1000 yeni usta yetiştirmeyi hedefleyen “Bir Usta Bin Usta” projesi iki yıldan beri sürmekte…
Proji kapsamında ilk yılda Eskişehir’de lületaşı, Bursa’da karagöz tasviri, Trabzon’da kazaziye, Gaziantep’te kutnu dokumacılığı, Edirne’de edirnekari eğitimleri verilmiş...
İkinci yıl Van’da savatlı gümüş işçiliği, Çorum’da kargı bezi dokumacılığı, Hatay’da ipek dokumacılığı, Mardin’de taş işlemeciliği, Sivas’ta tarak yapımı mesleklerinin hayat bulması için çalışmalara başlanmış...
Yazının başına dönecek olursak, bütün bu çabalar yurdum insanının çaresizliğine bir çözüm olabilir mi?
Küresel dünyada tüketim ekonomisinin azgın anaforunda “usta”ların, ustalıkların değeri ne kadar bilinebilir?
Usta, ne diyorsun bu hususta…
DİPNOT: Eşim Bilge, Birgün’de en çok “Arka sayfa güzeli” köşesini beğeniyor. Ne tesadüf, geçen pazartesi günü “arka sayfa”nın güzeli Muğla’nın Kavaklıdere ilçesinde yaşayan son 15 bakır ustasından biri idi…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* Hürriyet yazarı Ahmet Hakan’ın şiir beğenisi sanırım “İkinci Yeni” ve bir-iki şairle sınırlı. Sanki onlardan sonra güzel şiirler yazılmadı ve “şiir öldü”. Abdullah Özkan ile hazırladığımız ve 556 şairin yer aldığı “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri Antolojisi”ne göz atsa “yaşayan” Türkiye şiirinin ne zenginlikler taşıdığının farkına varacaktır.
* Bir televizyonda “dinamit” misali, üç kişinin katıldığı bir tartışma programı… Moderatör galeyana gelip bir günlük gazeteyi param parça ediyor, konuşmacılar da destek veriyorlar. Gazeteci olarak mesleğim adına utandım. Bir gazeteyi beğenmeyebilirsiniz, haberlerini eleştirir, manşetini tartışırsınız. Ama “yırtma” hakkını size kim veriyor? Bu anlayışla yakında ekrana kitaplar doldurulup yırtılır yakılırsa kimse şaşırmasın.
* Bakırköy Belediyesi’nin bedensel engelli ve engelli olmayan gençlerin bir arada sanat yapmalarına olanak sağlayan “Altın Parmaklar” piyano orkestrası, 9 ekimde Yunus Emre Kültür Merkezi’nde izleyici karşısına çıktı.

İNADINA ŞİİR

Ölümün aşındıramadığı bedenimi
Güney rüzgârları kavurdu
Şair, kaç yıldır bekliyorum
Sabrın sığınağında söyler misin?
Kapı komşum evleri
Adaşım gökyüzünü
İkiz kardeşim eceli...

Ey adımı adı misali taşa yazan usta
Yalnızlığımı da yazsaydın ya
Başımın tacında duran zamana
Ayaklarımın ucundan akan zamana...

Bir de geçmiş ve şimdi ve gelecek zamana...

(Taşın ve İnancın Şiiri: Mardin kitabından…)

13 EKİM 2011, BİRGÜN

9 Ekim 2011 Pazar

BU DA BİR "SINIF" HİKÂYESİ...

Odatv iddianamesi 17’nci delil klasörü, “Halkı Kin ve Düşmanlığa Tahrik Etme Amaçlı Yapılan Haberlere” ayrılmıştır.
Bunlardan biri de gazetemiz yazarı L. Doğan Tılıç’ın “Sınıf Savaşlarına Geri Dönüş” başlıklı makalesidir.
Nedir Türk edebiyatında bu “sınıf” kavramının macerası?
“Şiir” aracılığıyla sınıfları ve zümreleri birbirine düşürücü eylemde bulunmak ne anlama gelmektedir?
Kitap kapağının renginin “kırmızı” olması dahi neden komünizm adına propaganda vesilesi sayılmaktadır?
Tılıç’ın “sınıf” sözcüğünü kullandığı yazısı, Rıfat Ilgaz’ın yayınlanması benim doğum tarihime denk düşen “Sınıf” kitabını hatırlattı.
Cumhuriyet edebiyat tarihinde ne ilginç bir rastlantı…
Hatırlayalım:
“Sınıf” Rıfat Ilgaz’ın 1944 yılı başlarında yayımlanan, “Yarenlik”ten sonra ikinci şiir kitabıdır.
Kitap “kırmızı” kaplıdır ve Devrim Kitapevi tarafından yayınlanmıştır. Fakat talihe bakın ki, “Sınıf” 25 gün satışta kaldıktan sonra zamanın Sıkıyönetim Komutanlığı eliyle toplatılacaktır.
Ilgaz, evinin önünde bekleyen polisleri görünce tutuklanacağını anlar ve iki buçuk ay kaçak yaşar.
Fakat her sokağa çıkışında yaptığı gibi cebine bir kâğıt yazıp koymaktadır.
O gün de kâğıtta şunlar yazmaktadır:
“Bugün 24 Mayıs 1944… Evden, müdüriyete teslim olmak için çıktım. Yolda yakalayanlar bilsinler ki sırf bu iş için çıktım yola!”
Biraz da İkinci Dünya savaşının yön değiştirmesi ile oluşan hava üzerine teslim olur ve askeri cezaevine gönderilir, hücreye atılır. Mahkemeye de elleri zincire vurularak götürülür.
İstanbul 1.No.lu Örfi İdare Mahkemesi’nde yapılan yargılama, Ilgaz’ın 10 Ağustos 1944’te altı aya hüküm giymesiyle sonuçlanır.
Oysa bilirkişi raporunda “Sınıf”ta suç bulunmadığı özellikle belirtilmiştir.
(Bu dönemde yaşadıklarını daha sonra “Karartma Geceleri” adlı romanında anlatacaktır.)
Hapisten sonra yaşadıklarını Asım Bezirci’ye şöyle anlatacaktır:
“Altı ay sonra, Kasımın 24’ünde cezamı bitirip çıktığımda ne öğretmenliğim kalmıştı, ne de sağlığım. Felsefedeki öğrenciliğim de sona ermişti. Zor günler geçirdim. 1945 Eylülünde Heybeliada Sanatoryumu’na yattım. Orada hem tedavi oluyor, hem de çalışıyordum. Aziz Nesin’in iki ortağıyla çıkardığı ‘Cumartesi’ adlı magazine ‘Sanatoryumdan Mektuplar’ gönderiyordum. Bir dizi yazı. Ayrıca Esat Adil Müstecabi’nin yönettiği ve Hasan Tanrıkut’un imtiyazını taşıdığı ‘Gün’ dergisinde de şiirlerim yayınlanıyordu. (Rıfat Ilgaz: Asım Bezirci, Çınar Yayınları, 1989)
Peki, ne anlatıyordu “Sınıf”ta Rıfat Ilgaz?
Sözü bu kez de Asım Bezirci’ye bırakalım.
Anlatsın:
“Sınıf’ta bir öğretmenin (Ilgaz’ın) ağzından yoksul öğrencilerin okuldaki ve dışarıdaki yaşamı anlatılır. İşten dönen emekçiler, askere giden delikanlılar, dar gelirli memurlar, iç için göçen köylüler, dilenciler, beslemeler söz konusu edilir. Halkın ve çocuklarının yürek burkucu durumu iç ve dış gözlemi birleştiren, gerçeklik ve duyarlıkla örülen bir deyişle, sevecen, insancıl, dikkatli bir görüşle ortaya konur.”
Pertev Naili Boratav da 15.03.1944 tarihli “Yurt ve Dünya”da Ilgaz’ın “Sınıf”ını şöyle değerlendirecektir:
“Rıfat Ilgaz’ın şiirlerinde vakanın gerçekliğindeki ağırbaşlılığı ve sade, çıplak realizmi bulursunuz. Kin, gayz, nefret yok… Belki birazcık alay var. Onun şiirlerinin asıl örgüsünü sevgi ve merhamet teşkil ediyor. Basit, şatafatsız, gürültüsüz insanlar… Fakat iyi insanlar…”
İş bu minval üzredir “Sınıf”ın hikâyesi de…

09 EKİM 2011, BİRGÜN

6 Ekim 2011 Perşembe

DİKKAT: KİTAP SAYIMI

Babıâli’nin “basın merkezi” olduğu yıllarda bir “Derleme Müdürlüğü” vardı. Araştırmacı-yazar Türker Acaroğlu 22 yıl bu kurumun müdürlüğünü yapmıştı. Acaroğlu, her yıl sonu bir önceki yıl basılan kitapların bir dökümünü yayınlardı. Her yeni çıkan kitabın hangi türden olursa olsun Derleme Müdürlüğü’ne verilmesi yasa gereğiydi.
1960 yılında “Gök Onları Yanıltmaz” şiir kitabı müdürlüğe verilmediği için Ülkü Tamer’in başına işler açar.
Kitabın ilginç bir öyküsü vardır.
Tamer, 15 şiirini Gaziantep’te “el pedalı” ile çalışan ilkel bir matbaada “kartpostal” olarak bastırır. Matbaa kitabın kapağını basamaz, çünkü yeterli donanımı yoktur. Tamer de İstanbul’da bir matbaada kapak niyetine hazırladığı bir “zarf”ın içine bu kartpostalları koyarak kitap haline getirir.
Fakat iki matbaa da doğal olarak normal bir “kitap” basmadıkları için Derleme Müdürlüğü’ne bir nüshasını olsun göndermezler.
Basın Savcılığı da bir süre sonra Tamer hakkında soruşturma açılacaktır.
Gaziantep’teki matbaacı “Ben kartpostal bastım” diyecektir, İstanbul’daki de “Ben kapağını…”
Savcı, işin içinden çıkamaz ve Tamer’in aklanmasına karar verir.
Ülkemizin ileri demokrasisinde şairin, yazarın başına bela mı açmak istersin, bahanenin bin bir yolu var.
Derleme Müdürlüğü halen çalışıyor mu, bilemiyorum. Çünkü epey zamandır Acaroğlu’nun yaptığı çalışmalar medyada pek yer almıyor.
Geçenlerde İstanbul Ticaret Odası (İTO), İrem Yılmaz’ın hazırladığı “Türkiye’de Yayın Hayatı 2011” başlıklı; Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça bir kitapçık yayınladı.
Yılmaz, çalışmasına ilişkin istatistiki bilgileri T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü ISNB Türkiye Ajansı verilerine göre düzenlemiş bulunuyor.
Bu verilere göre 2010’da 35.750 yayına ISNB ataması yapılıyor.
Yeni yayımcı sayısı, 2010’da bir önceki yıla göre % 10.7 artış göstererek 1.711 olarak gerçekleşiyor.
2010’da baskı adedine göre ilk üç sırada % 57.2 payla toplum bilimleri, % 24.2 payla edebiyat ve retorik ve % 5.7 payla din konulu kitaplar yer alıyor.
2010’da 1.711 kayıtlı ve açık yayımcı tarafından toplam 35.750 kitabın 141.314.419 adet baskısı yapılıyor.
Sözü şuraya getireceğim: Her ne kadar Adalet Bakanlığı 25 Ağustos 2011’de yayınladığı bir raporla cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü olarak dört gazeteci bulunduğunu açıklasa da İstanbul Indymedia Bağımsız Basın Merkezi 63 gazetecinin hükümlü ve tutuklu olduğunu açıklıyor.
Bu 63 gazeteci içinde muhabir, yazı müdürü, dergi sahibi dışında ilk akla gelen Nedim Şener, Soner Yalçın, Mustafa Balbay, Yalçın Küçük gibi gazeteci-yazarlar da var.
Merak ediyorum, “Türkiye’de Yayın Hayatı 2011” başlıklı araştırmada bu gazetecilerin kitapları da yer almakta mıdır?
Onlar da yazarları misali tutuklu ve hükümlü müdür?
Elbette en çok da Ahmet Şık’ın daha basılmadan el konulan kitabını merak ediyorum.
Şık’ın kitabı da Ülkü Tamer’in şiirleri misali, kitap ise varlığı nerede, kitap değilse yazarı neden tutuklu?
Diyeceksiniz ki, ileri demokraside olur böyle şeyler…
Olur…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* O yıllarda Denizler, Mahirler şiirler okur; Gün Zileli, Hüseyin Cevahir kültür-sanat dergilerinde yazarlardı. Gençlik dernekleri, öğrenci birlikleri kültür-sanat şenlikleri düzenler; İsrail’den, İsveç’ten, Fransa gibi ülkelerden konuklar gelirdi. Türkiye Milli Talebe Federasyonu Kültür Sanat Komisyonu da 1966’da bir şiir, öykü ve oyun yarışması düzenler; 200 yapıtın katıldığı şiir yarışmasında Süreyya Berfe “Kasaba” ile birinci, Ataol Behramoğlu “Bir Gün Mutlaka” ile ikinci, Şerif Gönültaş “Şölen Geceleri” ile üçüncü olacaktır. “Birgün”lermiş o günler de…
* Yönetmen Francesco Rosi, 1979’da Carlo Levi’nin “İsa Bu Köye Uğramadı” romanını, aynı isimle filme çekmiş; Paolo Bonacelli, Alain Cuny, Léa Massari ve Irene Papas'ın rol aldığı filmde Gian Maria Volontè, Carlo Levi rolünü oynamıştı. Italo Calvino’nun “Avrupa tarihinin trajik bir destanı” olarak nitelediği roman, Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisiyle bir kez daha Türkçede… (Helikopter Yayını)
* Hayata karşı bir günah varsa, bu belki ondan umudu kesmekten çok, bir başka dünyayı ummak ve elimizdekinin amansız gösterişinden kaçmakta yatar. (Albert Camus, 1939)

İNADINA ŞİİR

Babası hapisten çıkmış
parka gidiyorlar
uçurtma uçurmaya

Babası çocukluğunu
gökyüzüne bırakacak

O, damağını süsleyen
anne sütünün lezzetini…

Gök gürültülü sağanak yağışlı…

1 Ekim 2011 Cumartesi

TEKZİP...

Edebiyatın “unutuş” uçurumu¬na, başta “Çulluk” olmak üzere en az yirmi beş roman, yüzlerce hikâye, elliden fazla oyun bırakan Mahmut Yesari’nin asıl adı Yesarizade Mahmut Esat Hayrullah’tır. 5 Mayıs 1895’te İstanbul’da Emirgân’da dünyaya gelir. Dedesi, 18. yüzyıl sonlarında yaşamış ünlü hattat Yesari Mehmed Esad Efendi’nin oğlu hattat Mustafa İzzet Efendi, babası ise mülkiye kaymakamlığından emekli Fahret¬tin Bey…
Trajik olan ise bundan sonra Mahmut Ye¬sari’nin yaşadıkları...
15-16 yaşlarında, İstanbul Sultani¬sinde okurken “Gıdık” mizah mecmuasına Mahmut Esat imzasıyla karikatürler çizer. Doktor olmak istemektedir, ama resme kabi¬liyetinden dolayı devlet adına Avrupa’ya gönderileceği sırada 1. Dünya Savaşı çıkar. Sanayi-i Nefise Mektebi’ni bitiremeden Çanakkale savaşına gönderilir. Ça¬nakkale’de Ahmet Haşim ile birlikte olacak, bir süre sonra da “tedbil-i ha¬va” ile İstanbul’a gönderilecektir.
Terhisten sonra büyük avareliği başlar Ye¬sari’nin. Artık günleri Papazın Bahçesi, Mardik’in, Markar’ın, Avadis Ağa’nın meyhane¬lerinde geçecektir. “Yarın” mecmuasına ti¬yatro eleştirileri yazar, oyun çeviri ve adapteleri Darülbedayi repertuarına girer.
1932’de ikinci evliliğinin de hüsranla so¬nuçlanması üzerine Sirkeci’de “Yeni Meser-ret Oteli”ne taşınır, daha sonra da Beyoğlu pansiyonlarında sürdürür yaşamını...
Son yılları ise sanatoryumlarda geçecektir, ölümünden birkaç ay önce Hikmet Feridun Es’e şöyle diyecektir:
- Tıbbı tekzip etmek için yaşıyorum.
Ve 16 Ağustos 1945’te aramızdan ayrılır.
Üstadın bu yaşam öyküsünü ne zaman hatırlasam aklıma bugün ilerici, yurtsever aydınların yaşadıkları geliyor.
Bir zamanlar Anadolu sermayesinin başkenti olan Sirkeci’de oteller kalmadı, Levantenlerin Beyoğlu’nda yaşadığı pansiyonlar da…
İstanbul’un siluetini artık, Çekmece’den Sarıyer’e, Kartal’dan Beykoz’a alınları bulutların gölgesinde kalan plazalar ve “hotel” azmanları oluşturuyor.
Sirkeci otellerinin son numunesi ise Silivri’de, hapishaneler de kimi yazarların düşüncelerine kapalı, mektupların dahi yasaklandığı birer pansiyon…
Bunca ilerici, yurtsever aydının suçunu mu sordunuz?
Elbette, günümüz demokrasi anlayışını ve hukukunu “tekzip”…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* Tortum dünyada şelalesi ünlü bir beldemiz. Bugünlerde “şelale”ye bir kardeş daha geldi: HES’lere karşı tırnağıyla dişiyle direnen Tortumlu kadınlar. Şairin dediği gibi “bizim kadınlarımız.” Bilinçli direnişleriyle neler yapabileceklerini bir kez daha gösterdiler dünyaya…
* Günlerdir “Arap Baharı” teraneleriyle meşguliyet içindeyiz. Hayat yalnızca siyaset mi? Arap dünyasında aşk nedir; ölüm, gündelik hayat, özlem, sevgi ve sevda nedir? “Çağdaş Arap Aşk Şiirleri Antolojisi” Fas’tan Ürdün’e, Tunus’tan Yemen’e 12 Arap ülkesinden 54 şairin şiirleriyle bu soruların yanıtlarını arıyor Metin Fındıkçı’nın çevirisiyle… (Can Yayınları)
* Şairin makûs talihi… Suat Taşer, tam 60 yıl önce, 15 Kasım 1951 tarihli “Yeryüzü” dergisinde çıkan “Önce Sonra” başlıklı şiiri nedeniyle yargılanacak, ama davası aklanmayla sonuçlanacaktır.

İNADINA ŞİİR

Yüzüme dahi bakmadan
geçti gitti çoban yıldızı...

***

“Bugün”e mahsus değil, “her gün”ünü “BİRGÜN”de yaşayan herkese merhabam bakidir…

29 EYLÜL 2011, BİRGÜN