24 Eylül 2015 Perşembe

GÜLÜN ADI NE?

Gül, Türk şiirinde çok kullanılan “mazmun”lardan biri. Divan şiirinde Hz. Muhammet’in simgesi sayılır. Ayrıca, “Bütün ağaçların nuru, bütün çiçeklerin şahı” olarak nitelendirilir.
“Gül” imgesi çağdaş şiirimizde tartışmalara da konu olmuştur.
Enver Gökçe’nin “kızıl” gülleri (Saçlarına / Kızıl güller takayım, / Salın da gel, / Bir o yana, /Bir bu yana) ile Ahmed Arif’in “kan” gülleri bu tartışmalardan biridir: (Saçlarına kan gülleri takayım, / Bir o yana, / Bir bu yana...) Tartışmanın merak konusu ise “gül” imgesini hangi şairin daha önce kullandığıdır. Bunu Ahmed Arif’e sorduğumda şöyle yanıtlamıştı:
“Bu ne onun (yani Gökçe’nin) ne de benim. Bu, halk şiirinde geçen bir dizedir.”
Peki, “gül”ün anayurdu neresidir?
“Sağlık Tarihi” alanında önemli çalışmaları bulunan Prof.Dr.Nuran Yıldırım, Osmanlı kaynaklarının 16. yüzyıldan itibaren Edirne’nin gül bahçeleri ve gülsuyu hakkında bilgiler verdiğini belirtmektedir.
 Yıldırım’a göre tarihçi Abdurrahman Hibrî, 1635’te tamamladığı ve Edirne tarihini anlattığı “Enîsü’l-Müsamirîn” adlı yapıtında “Her yörenin ünlü bir ürünü olur. Bunları İstanbul’un ileri gelenlerine ve saygın kişilere armağan eder. Edirne yoksul bir şehir olduğu için değerli bir ürünü yoktur. Bahar mevsimlerinde gül bahçelerinden elde edilen ve kokusu miske benzeyen gülsuyu armağan olarak verilir” demektedir.
Evliya Çelebi de “Seyahatname”sinde Edirne’nin her tarafının gül ve sümbül kokuları yükselen, cennet bahçelerine benzer gülistanlarla örülü olduğunu dile getirmektedir.
Yine Yıldırım’ın saptamalarına göre  Edirne gülü, bir Türk tüccar tarafından 17. yüzyılın sonlarında Bulgaristan’a götürülmüş ve Kızanlık’ta kurulan gülsuyu-gülyağı tesisleri 200 yıl faaliyet göstermiştir.
 Ben de 80’li yılların ortalarında bir Bulgaristan gezisinde Kızanlık’taki gül festivaline tanık olmuştum.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen kırk kadar gazeteci-yazar, bir hafta kadar Bulgaristan’ın önemli turizm merkezlerini dolaştıktan sonra Kızanlık’ta konaklamıştık.
Kızanlık Gül Vadisi kırmızı, beyaz, sarı, turuncu, mercan, pembe, mavi, lila, mor binlerce gülün bir çiçek tufanı idi.
Kızanlık, bu haliyle dünyanın sayılı gül sanayi merkezlerinden biri. “Bulgar altını” ya da “altın sıvı” diye de adlandırılan gül yağının dünya üretiminin yüzde 85’i de burada yapılmakta...
Gül festivali 1903 yılından beri  her yıl Haziran ayının ilk haftasında düzenlenmekte. Gül kraliçesinin seçilmesi ile başlayan festivalde ayrıca konserler ve folklor gösterileri de yer almakta. Festival gül kraliçesinin seçilmesi ve final konseriyle sona ermekte…
Biz festivale geldiğimizde kraliçe belirlenmişti, ancak kapanış kortejine yetişebilmiştik.
Tekrar Yıldırım’ın araştırmasına dönelim.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı nedeniyle Bulgaristan’ı terk eden Türkler yanlarında getirdikleri gül fidanlarıyla iskân edildikleri; Bursa, İzmir, Isparta, Burdur’da gül bahçeleri kurup gülcülük yapmaya başlıyorlar. Bu nedenle de halen Isparta’da ve Burdur’da yapılmakta olan gülsuyu-gülyağı üretimi Edirne-Kızanlık gülcülüğünün devamı sayılmakta…
Yıldırım, ayrıca Edirneli kadınların İstanbul-Kapalıçarşı önünde büyük bakır kazanlar içinde gülsuyu sattığını da belirtmektedir.
Aklıma takıldı.
Trakya bölgesi “roman” yurttaşlarımızın anayurdu gibidir ve bunların büyük çoğunluğu geçimlerini başta “gül” olmak üzere çiçek satarak sağlamaktadırlar. Bu yaşam biçimlerinde Edirne gülcülüğünün bir katkısı olmuş mudur acaba?
Sahi, bir de yalnız Halfeti’de yetişen “siyah gül” var.
Onun macerası kim bilir nicedir?

ARKA KAPI

Yağmurlar mevsiminde
Gül kokusunda ne var?
Yalnızlıklar ikliminde
Acılar bir de ömrüm

Karşılıksız aşklar gibi
Geçti gitti baharlar
Bir sevda kaldı bir de ben
Hüzünler ve de ömrüm

Kapının önünde: Refik
Gül kokusunda kan var
Kapının ardında: Durbaş
Bir de ömrüm ey ömrüm


24 EYLÜL 2015, BirGün

17 Eylül 2015 Perşembe

NÂZIM HİKMET VE SİNEMA

Hakan Savaş, kendi deyişi ile “İletişim Bilimleri Fakültesi, Sinema-TV bölümünde, adı ‘Çağdaş Edebiyat ve Sinema’ dersleri veren bir akademisyen…
Savaş, bir süredir “sinema” üzerine yazılarını “Sözcükler” edebiyat dergisinde yayımlıyor. Derginin eylül-ekim sayısında da “Nâzım Hikmet’in Şiirinde Sinematografik Dil” başlıklı yazısında, “Memleketimden İnsan Manzaraları” bağlamında Nâzım Hikmet’in sinemayla ilişkisini irdeliyor.
Gerçekten de “ders” niteliğinde kapsamlı bir çalışma…
Savaş, yazısının başında “Nâzım Hikmet’in başyapıtı ve dünya şiirinin de toplumsal-siyasal şiir anıtı olarak bilinen Memleketimden İnsan Manzaraları’nı baştan sona, tam olarak okuyan kaç kişi var aramızda?” diye sorduktan sonra, bu yapıtı okumayanların şairin “sinemayla olan bağını, senaryo yazarı ve yönetmen” olduğunu bilmediklerini vurguluyor.
Savaş’a göre bu da gençlerin üzerinde “büyük bir merak ve şaşkınlık” yaratıyor. Bu şaşkınlığı ise şu gerekçeye dayandırıyor:
“İlk defa 1994 yılında, Agah Özgüç’ün Kültür Bakanlığı için hazırladığı 80. Yılında Türk Sineması adlı kitapta Nâzım Hikmet’in sinemacı yönünden, kimliğinden bahsedildiğine bakılırsa haklı bir şaşkınlık bu…”
Oysa Savaş, öğrencilerinden birine “Nâzım ve Sinema” üzerine bir ödev verseydi, Agah Özgüç’ten çok önce, 1977’de Ali Habib Özgentürk’ün bu konuyu ayrıntılı olarak işlediğini görebilirdi.
Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) yayın kurulunca hazırlanan “75. Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan” başlıklı kitapta Özgentürk, “Nâzım’ın Kamerası”ndan (s:158-168) bakarak Nâzım Hikmet’in sinemayla ilişkisini irdeliyor: Şairin ilk gençliğinden başlayarak sinema çalışmaları, sinema üzerine düşüncelerinden alıntılar ve bir kaynakça…
Hakan Savaş ayrıca “Memleketimden İnsan Manzaraları’nı 5 kitap halinde yayımlamak da Nâzım Hikmet’in oğluna, Memet Fuat’a nasip oldu.” diyor ki, Nâzım Hikmet’in asıl oğlu, Münevver Andaç’tan doğma “Mehmet Andaç Borzeçki”… Memet Fuat (asıl adı Fuat Bengü) ise şairin sevgilisi Piraye’nin Vedat Örfi Bengü’den olan manevi oğludur.
YİNE SEYFİ BABA
Geçen hafta burada yer alan “Seyfi Baba” yazım olumlu tepkilerle karşılandı.
Bu arada araştırmacı Emin Karaca, bir düzeltme gönderdi. 
Karaca şunları belirtiyor düzeltme notunda:
“Romancı Kerim Korcan'ın kardeşi Nuri Korcan da deniz astsubayıdır" diyorsun.
Kemal Tahir'in kardeşi olan deniz astsubayı Nuri Tahir'le karıştırmışsın. Kerim Korcan'ın kardeşi, Yavuz'da  askerlik görevini ("vatanî vazifesi"ni)  yapmakta olan  bahriye eri Haydar Korcan'dır.
Bir de Seyfi Baba'nın ölüm tarihi "13 Temmuz 1978" değil "13 Temmuz 1981"dir.
Biraz önce arşivimden kupürlerini buldum; Cumhuriyet'te  ölüm haberi ve ilanı 15 Temmuz 1981'de çıkmış. Şimdi anımsadım da, Seyfi Baba'nın ölüm haberini Cumhuriyet'e sana ben getirmiştim. Bunun üzerine haberi ve ilanı gazeteye koydurmuştun...”
Bütün bunlar doğru olabilir.
Seyfi Baba ile uzun yıllar arkadaşlığımız oldu. Eski harflerle yazdığı şiirlerin çoğunu Latin harflerine çevirdim. Geçen hafta belirttiğim gibi, çileli yaşamında birçok şeyi unutmuştu. Kırk Kuşağı şairlerinin çoğu gibi şiirleri ezberindeydi.
Kemal Tahir’den söz ettiğini hiç anımsamıyorum.
Gemide mektuplaştığı astsubay arkadaşı için kimi zaman Nuri, kimi zaman Kerim Korcan’ın kardeşi derdi.
Onun için önemli olan şuydu: Bir astsubay arkadaşı ile mektuplaşıyor ve kendisi mektupları yaktığı halde, arkadaşı mektuplarla ele geçiyor. Arkadaşı da mektupları yaksa belki başlarına bu olay gelmeyecek.
Seyfi Baba’nın ölüm tarihine gelince…
“13 Temmuz 1978” tarihini Abdullah Özkan ile hazırladığımız “Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi”nden aldım. (c:2, s:429)
Özkan, uzun yıllar ansiklopedi alanında çalışmış, biyografiler hazırlamış, güvenilir bir araştırmacı…
Özkan’ın verdiği tarihin doğru olduğunu düşünüyorum.

17 EYLÜL 2015, BirGün


10 Eylül 2015 Perşembe

SEYFİ BABA

Geçenlerde, hazırladığım “Cezaevi Şiirleri” (Adam Yayınları, 1993) antolojisinde yer alan “Seyfi Baba”nın şiirlerini okuyan bir okur, şair hakkında bilgi istiyordu.
Kimdi “Seyfi Baba” adıyla şiirlerini yayımlayan bu şair?
Asıl adı Seyfi Tekdilek idi. 1921 yılında Fethiye’de doğmuştu ama, ablasıyla İstanbul Eyüp’te büyümüştü. Kimi kimsesi yoktu. Çocukluğunu yaşayamadan gözlerini deniz astsubay okulunda açmıştı.
Hayatının 1938 yılından öncesini hatırlamıyordu. 1938 hayatının dönüm noktası idi, çünkü bu tarihte Donanma davasında Nâzım Hikmet ile birlikte tutuklananlar arasında yer alacaktı.
Pek ayrıntılı anlatmazdı ama, görevli bulunduğu gemide Nâzım Hikmet’in şiirlerini okurken yakalanmıştı.
Olayın özeti ise şu idi: Romancı Kerim Korcan’ın kardeşi Nuri Korcan da deniz astsubayıdır ve o da Nâzım Hikmet hayranıdır. Doğal olarak mektuplaşırken araya Nâzım Hikmet’ten şiirler de sıkıştıracaklardır.
Fakat Donanma’da Nâzım Hikmet’in şiirleri okunuyor, böylece komünizm propagandası yapılıyor diye ikisi de tutuklanacaktır.
Ardından yargılama derken, koskoca bir on yıl geçecektir Türkiye’nin çeşitli hapishanelerinde...
Oysa tutuklanana kadar Nâzım Hikmet ile hiç karşılaşmamış, tanışmamışlardır bile...
Duruşmaya çıktığı gün görmüştür Nâzım Hikmet’i...
“Biz onu dev gibi bir adam sanırdık” derdi, “duruşmaya girdik, Nâzım’ı da getirdiler. Üzerinde siyah çizgili bir takım elbise. Baktım, bizim gibi bir insan. O sırada bağırmışım. İlk kez o zaman göz göze geldik işte...”
Daha sonra hapishane günleri başlayacaktır.
Sultanhamam’da kumaş mağazası soyan azılı hırsızla da yatmıştır, çarığına ip bulamadığı için telefon tellerini kesen köylüyle de....
Sonra Sinop mahpusluğu... Orada İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yoksulluk yıllarında “Kedileri nasıl kesip yedikleri”...
Bursa’da Nâzım Hikmet ile birlikte olacaktır.
Elinde “deniz”den başka bir meslek olmadığı için Nâzım hapisten çıktıktan sonra yapabileceği bir iş edinmesini öğütlemiştir. Arkadaşlarından kimi dokumacı, marangoz olurken, bu da mobilya cilacılığında karar kılacaktır. Tanıştığımızda yerleşik bir dükkânı olmasa da yaşamını orada burada mobilya cilası yaparak kazanıyordu.
Otuz sekizden kırk sekize, tam on yıl hapislerde süründüğünden “yeni” yazı ile yazmayı da unutmuştu. Örneğin, iş için bir adres mi not edecek, Latin harfleriyle değil, Osmanlıca, “eski” yazı ile yazardı.
Bu arada şiirlerini de...
Nâzım Hikmet davasına gönül düşürdüğünden, hayatının bir yanını da şairliği tamamlayacaktı çünkü...
Aklına estikçe, kimi zaman da ucuz şarapla gönlünü şenlendirdikten sonra, Nâzım Hikmet gibi kırık mısralarla bölük pörçük kâğıtlara duygularını aktarırdı. Ben de bu şiirleri, sanki bir başka dilden tercüme edercesine “yeni” yazıya çevirirdim.
Ufak tefek bir adamdı. Aramızda bulunduğu yıllarda, soyadı olan “Tekdilek”i kendisi dahi unutmuştu.
Şiirlerinden bir demet, “Gemide Denize Hasret” adıyla ölümünden kısa bir süre önce, 1977’de May Yayınevi tarafından basıldı.
Arka kapağına şöyle bir not düşmüştü:
“Ben Seyfi Baba’yım, beğenilsin beğenilmesin, yüreğimin çırpınışını sömürülenlere duyurmak istiyorum o kadar. Bunun engellenmesi karşısında halka sesimi duyuramamak korkusu her şeyden çok yıprattı beni...”
Cenazesini birkaç arkadaş kaldırdı. Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i gibi bir yaz günü imi temi bellisiz oldu.
13 Temmuz 1978’de kendi yalnızlığında yaşayarak, kendi yalnızlığı ile göçtü bu dünyadan...
Kendi yalnızlığında da unutuldu...

GÖMLEĞİM’den

“Dün iddianame dağıttılar,
Beni de asacaklar...
Bilirsin,
Asılanı soymazlar.
Oraya, iki şey götüreceğim.
Üzerinde
Ellerinin izi gömleğim
                  Ve DAVAM
Ölüm ölümdür,
Nasıl olursa olsun.
Fakat
Benim ölümüm
Bayram yerine giden bir çocuk gibi
Sevinçli ölüm...
Üzülme gülüm...”


10 EYLÜL 2015, BirGün