30 Mart 2017 Perşembe

MAKARİOS ÖLDÜ MÜ!



60’lı yıllarda Babıâli’de öğleden sonra çıkan gazeteler vardı. Bunlardan “Haber” ve “Ekspres” gazetelerini anımsıyorum.
Bu gazeteler daha çok resmi ilanlar ile yaşarlardı.
Genellikle altı sayfa olurlardı, bazen birbirlerinden ödünç sayfalar da alırlardı. Diyelim “Haber” baskıya yetişmemiştir, aynı matbaada basıldıkları için, örneğin “Ekspres” gazetesinin üçüncü sayfasını olduğu gibi yayımlardı.
Satış noktaları ise daha çok stadyum önleriydi. Tribünlerin oturma yerleri beton olduğu için, toprak sahaya da bu yakışırdı, maça gelenler bu gazeteleri minder niyetine kullanırlardı.
En önemli özellikleri de manşetleriydi.
Gazete satıcısı çocuklar, koltuk altlarına sıkıştırdıkları gazetelerle Cağaloğlu’dan Sirkeci’ye koşarken ortalığı velveleye verirlerdi: Makarios öldü!
Çünkü o günün konusu Kıbrıs’tır ve gazete sekiz sütuna manşetini atmıştır: “Makarios öldü!” Devamı, 5. sayfada…
5. sayfayı açardınız. Sadece iki harf: Mü, bir soru işareti. Mü?
Başka bir ayrıntı yok.
Samih Tiryakioğlu, bir ara “Ulus” gazetesinin Ankara baskısı olan “Ankara Akşam Haberleri”ni çıkarıyordur.
Bir gün telefonu çalar, karşısında Emniyet İkinci Şube Müdürü:
“Teessüf ederim” der, “gazeteye öyle bir haber koymuşsun ki, satıcılar ‘Hortlayan adamı yazıyor’ diye bağırıyorlar. Biliyorsun, bu durum yasaya da aykırıdır.”
Tiryakioğlu, gazeteye böyle bir haber koymadığının bilincindedir.
Gazeteyi baştan sona inceler.
Biraz sonra birinci sayfanın üzerinde 72 puntoyla dizilmiş manşet dikkatini çekecektir: “İtalya’da faşizm hortladı!”
İş anlaşılmıştır.
Meğer satıcı çocuklar “faşizm”i “adam” sandıkları için böyle bağırıyorlarmış…
1940-47 yılları arasındaki gazeteciliği sırasında demokrasi mücadelesi verirken, gazetesi 17 kez kapatılan Ziyad Ebuzziya, 1933 yılında gazeteciliğe başladığı “Zaman” gazetesinde çalışmaktadır.
1936 yılının eylül ayıdır. Gazetede Fuad Emircan adında bir gece sekreteri vardır.
Emircan, akşam saat 19.30’da nöbeti devralmakta, sabaha kadar çalışmaktadır. İşine çok bağlıdır. İşe gelmemek şöyle dursun, geç kaldığı bile görülmemiştir. Bir özelliği de komünizme karşı oluşudur.
Emircan bir gün ortadan kaybolur. İşe gelmemiştir, evinde de yoktur.
İki gün sonra gazeteye biri gelecek ve küçük bir not bırakacaktır: “Birinci Şube’de nezaretteyim. Fuad.”
Ebuzziya hemen Emniyet’e gider. Sonrasında şöyle diyecektir: “Gittim ama, görüşmek ne mümkün! Sadece kendisine yemek gönderme iznini koparabildik.” (Günvar Otmanbölük: Babıâli’nin Yarım Asırlıkları.)
Emircan, 10 gün sonra Emniyet’ten bırakılacak, başından geçenleri şöyle anlatacaktır:
İngiltere Kralı VIII. Edward’ın İstanbul’da Atatürk’ü ziyarete geleceği bildirilince güvenlik önlemleri alınmaya başlanır. Ve her zaman olduğu gibi, dosyalar açılır ve komünist olarak bilinenler hemen toplanır.
Dosyasına bakan polis, “Komünistlerle mücadele ediyor” notunu görünce Emircan’ı da komünist sanacak ve nezarete alacaktır.
 Komik Naşit, grubuyla Ankara’ya gelmiştir. O günlerde başkentte tiyatro salonu olmadığı için temsillerini bir sinemada vereceklerdir. Cemal Kutay’a göre, “Zaten eğlence yeri olarak da sadece iki sinema salonu vardır.”
Naşit, “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesine gider. Gazetenin İdare Müdürü Kemal Turan ile bir ilan metni hazırlarlar. İlanın bir yerinde “Naşit bu akşam yeni kostümleriyle sahneye çıkacaktır” ibaresi yer almaktadır.
Ancak, eski harflerle yazılan metinde, “kostüm” sözcüğündeki “t” harfinin iki noktası “s”nin üzerine kaymış ve üç noktalı gibi olmuştur. Düzeltmen Celal Dursun’un da gözünden kaçan “kostümleriyle” sözcüğü, ilanda “koşumlarıyla” haline gelecektir.
Bundan sonrasına dikkat isterim.
Ünlü komik, eline geçen fırsatı kaçırır mı?
Hemen bir koşum bulacak, dört ayak üzerinde sahneye çıkıp bir güzel kişnedikten sonra seyirciye şöyle diyecektir:
“Ne yapalım ki, gazete benim ‘kostüm’ü bu hale getirdi. Ben de onun içine sığdım.”
  
30 MART 2017, BirGün

23 Mart 2017 Perşembe

YAZAR, TİCARET ÂLEMİNDE...



Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler yazarı Ahmet Mithat Efendi, bir yandan halka okumayı öğretmek isterken bir yandan da kitap ticareti yapmaktadır.
Beykoz’da küçük bir çiftliği vardır.
Kendi bastırdığı kitaplarını, İstanbul’da depo kirası vermeden kısım kısım satabilmek için bu çiftliğe nakletmektedir.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre, “Ahmet Mithat Efendi’nin böylece bastığı kitaplar, tercümeler, mecmualar ve gazetelerden epeyce bir kazancı olmuştur. Belki bizde hiç kimse doğrudan doğruya yazıdan bu kadar para kazanamamıştır.” (Muhit der. s: 35, Eylül 1931)
Demek, popüler yazarlık her zaman para etmektedir. (Efendim, şimdi anladınız mı yazıdan neden para kazanamadığımı?)
Abdülhak Şinasi, adı geçen yazısında Ahmet Mithat Efendi’nin bir başka ticaretle iştigal ettiğini de şöyle anlatacaktır:
“Şimdi gözlerimi kapasam hâlâ daha, çocukluğumda görmüş olduğum gibi, mavi, rakit (durgun) ve geniş bir su tabakası üstünde, alçak bacalı bir çatananın arkasında sürüklediği sıra sıra, bir donanma kadar muntazam mavnalar ve kayıkların Boğaz’ın aşağısına inerken dolu ve yukarısına dönerken boş su fıçılarıyla geçtiklerini görüyorum. Bunlar, bundan otuz sene evvel, (yani 1900-1901’de) Ahmet Mithat Efendi’nin sattırdığı galiba şu tılsımlı ‘Sırmakeş’ ismini taşıyan Beykoz sularıydı.”
Ahmet Mithat Efendi’nin hünerleri bu kadar da değildir.
Abdülhak Şinasi’nin Cenap Şahabettin’den naklettiğine göre, uzun süre Meclis-i Umur-u Sıhhiye Reis Vekili bulunan Ahmet Mithat Efendi, daireden –yani Galata Köprüsü’ne iki dakikalık bir yer- çıkarken aklına bir roman konusu gelince, bunu Boğaziçi vapuruna girinceye kadar zihninde tasarlayacak, vapur Beykoz’a gelinceye kadar da romanın iskeletini kurmuş olacaktır.
Ahmet Mithat Efendi’nin bir başka özelliği ise gazetecilik âleminde büyük bir varlık göstermesidir.
Üstat, Velet Bahai Efendi’ye kurucusu olduğu ve ilk sayısı 26 Haziran 1878’de yayımlanan “Tercüman-ı Hakikat” gazetesini nasıl çıkardığını şöyle anlatacaktır:
Gazete, kendi evlerinde kadın-erkek bütün ailenin yardımı ile hazırlanır. Gazetenin kâğıtlarını, üstadın kardeşi Mehmet Cevdet Efendi, Galata’dan İstanbul’a sırtında taşıyacaktır. Böylece her şeyi düzenlenen gazete basılmak üzere bir Ermeni’nin matbaasına gönderilecektir.
Ayrıca gazetede Ahmet Mithat Efendi’nin başyazısı yanında, yazdığı başka fıkralarla tefrika romanlar yer alacaktır.
Sevgili okur, biraz soluk al, daha neler okuyacaksın!
Ahmet Mithat Efendi, Paris’i görmeden “Paris’te Bir Türk” romanını yazacaktır.
Cemal Süreya’nın Kars’ı görmeden “Kars” şiirini yazdığı gibi, Zeki Ömer Defne de hiç görmediği kentler için şiirler yazacaktır. Sordukları zaman da “Hayır evladım, oralara hiç gitmedim” diyecektir.
Yaşamının bir döneminde ticarete atılan bir şair de Celal Sahir Erozan’dır. 
“Aşk ve kadın şairi” olarak tanınan Celal Sahir’in macerasını da Hakkı Süha Gezgin’in çok sesli korosundan dinleyelim:
“Bir aralık ben İstanbul’dan ayrılmıştım. İki sene sonra tekrar gelince dostlar.
-Sahir’i görme, dediler, tüccar oldu.
-Tüccar mı oldu? Ne münasebet? diye bağırdığımı hatırlarım. Çünkü dünyada Sahir’le ticaret kadar birbirine zıt, pek az şey bulunabileceğine inanıyordum. Ama işte bu umulmaz şey onda birleşmişti.
Mısır Çarşısı’nın çiçek pasajına açılan kapısı yanında, galiba Makulyan hanında bir yazıhanesi vardı. Kalkıp gittim. Uzun hasretler ona şakacılığını unutturmadı. Kendini bana ikinci kere:
-Şair tacir! diye takdim etti.
O vaktin gazetecileri, hele mizahçıları bu tacir Sahir’e hayli sataşmışlardı. Nihayet iş olacağına vardı. Şairin tacir olamayacağı anlaşılarak yazıhane kapandı.” (Edebi Portreler)
Peki, Sait Faik’in “komisyoncu”luğuna ne demeli?
Samet Ağaoğlu, 19 Aralık 1950 tarihli yazısında Sait Faik için şu notu kayda geçirmektedir:
“Okumaması (Sait Faik’in) babasının büyük derdi oldu. Başka bir kaygu da beraber belirdi. Oğlu kendinden sonra bırakacağı malları ve işi yürütmeye hevesli görünmüyor. O halde bu gezmeden, kitaptan, yazıdan başını kaldırmayan genci ticaret hâyıhuyuna zorla itmeli. Hikâyecinin ismi böylece Balık Pazarı’nda küçük bir büronun tabelasına komisyoncu olarak yazıldı. Baba için hazin deneme, oğlu için bir perdelik komedya!
Büro sabahtan akşama ticaretten başka her konuda bol bol gevezelik eden arkadaşların buluşma yeri. Müşteriler geliyor, şunu bunu istiyorlardı. Bunlarla mı uğraşacak? Hepsini rakip komşulara yollayarak bir dakikalığına kestiği sohbete yine dalıyor. Akşamları da kepenk erkenden iniyor, bir solukta Beyoğlu…” (İlk Köşe)
Birkaç ay sonra Sait Faik’in adı tabeladan silinecek ve büro kapanacaktır.
Şimdi de bir gazeteci-yazarın ticaret atılışının hikâyesi bu yazının dibacesi olarak yerini alsın, ne dersin ey okur!
  Rakım Çalapala, gazeteciliğe Selim Ragıp Emeç, Zekeriya Sertel, Halil Lütfi Dördüncü ve Ekrem Uşaklıgil’in sahibi olduğu  “Son Posta”da başlar.
Çalapala’dan ders yılı sonuna gelinirken liseyi bitirecek gençlere ışık tutmak amacıyla bir dizi röportaj yapması istenir.
Zekeriya Sertel de Çalapala’yı Ahmet Emin Yalman’a gönderir. Oysa Elazığ İstiklal Mahkemesi, Yalman’ın sahibi olduğu “Vatan” gazetesini süresiz kapatmıştır, bu nedenle ticaret ile uğraşmaktadır.
Çalapala, Taksim’de bir mağazada Yalman’ı bulur ve meramını anlatır. Usta gazeteci şu yanıtı verecektir:
“Ben gazetecilik mesleğinde başarı kazanmış biri değilim. İşte gördüğünüz gibi otomobil lastiği satıyorum. Size ne söyleyebilirim?”

23 MART 2017, BirGün


22 Mart 2017 Çarşamba

KUŞLARIN İSTANBUL’U



Ressam, heykeltıraş, sanat tarihçisi, yazar (daha ne olsun), beş parmağında on beş marifet bulunan Gürol Sözen’in şu saptamasına katılmamak mümkün mü?
“Her tarihsel kentin, yüzyılları etkileyen kendine özgü kimliği vardır. Bu kimliğin oluşmasındaki en büyük etken doğa: Binlerce yıldan beri süregelen uygarlıkların besin kaynağı olan doğa… Şiirleri, efsaneleri, masalları, öyküleri, resmi, heykeli, dansı, tiyatrosu, müziği ve mimarisi ile görkemli doğa, insanoğlu için büyük şölen…”
Bu “şölen”in en zengin ev sahiplerinden birinin İstanbul olduğu belli değil midir?
İşte bu “şölen”in bir kanıtı olarak Gürol Sözen, Ferit Özşen, Erkal Yavi ve Pelin Özgöçen, “Vazgeçilmez İstanbul’un Dört Usta Sanatçısı” başlığı altında, Akatlar’daki Terakki Vakfı Sanat Galerisi’nde, 28 Şubat 2017 tarihinden bu yana eserlerini sergilemeye başladı.
Sergi kataloglarında yazılanlara inanırım.
Sanat ehli, işin uzmanları tarafından yazılmışlardır.
Öyleyse, nedir bu serginin özellikleri, okuyalım:
“Serginin farklılığı; alışılagelen ‘İstanbul peyzajlarının ötesinde, İstanbul’u yorumlamaları... Kendi tanımlarıyla bu serginin adı: “İçimizdeki İstanbul” da olabilir. Bir araya gelmelerinin tek nedeni ise, bir kenti var edenin doğa ve sanat olduğunu resimleri, heykelleri ile vurgularken, İstanbul’un kendi üzerlerindeki izini de yorumlarıyla paylaşmak…
Bir bakıma da her resim ve heykel, parçalanmış doğada direnenlerin şiirsel izi… Güzelliğin simgesi ve İstanbul’un vazgeçilmezleri;  kadınlar, kuşlar, sular, renkler… Biraz coşku, biraz hüzün, ama usta işi yorum her biri…”
Serginin niteliğini bu ortak güzelliğe katkıda bulunan bir sanatçıdan, Gürol Sözen’den (“Eski Çiçekçi Sokağı” başlıklı anlatısında bizim kuşağın fotografisini çıkarırken, benim üniversiteli yıllarımda Sirkeci’de işporta yaptığım günleri de anlatmıştı) başka kim anlatabilir?
“Her kent, ayrıntılarda saklıdır: Tersine akan nehir gibi kendi yatağına çekilmiştir İstanbul.
Tek teselli: Gizemli kentin ara yollarında kaybolmak!                                                                                       
Yaprağından önce çiçeğine duran erguvan ağacını görebilmek umudumuz; köküne kibrit suyu boca edilse de…
Gün doğumu ve batımı arasında sulara dalan martılar, mor renkli manolyalara konan güvercinler, kumrular, serçeler henüz terk etmedi Boğaziçi’ni…
Yaşadıklarımızdan arta kalanlar da diyebilirsiniz; çizip, yontup, boyadıklarımıza.
Abartısı olmayan cep defterimizdeki küçük notlar belki. Ama hiçbir zaman aradığımız, “İstanbul silueti” olmadı.
Sahi, çizip karaladıklarımızı tanımlasak ne diyebiliriz diye sordum dostlarıma.
 Ferit, taşa, bronza, çeliğe biçim verirken çirkinliğe inat, hep güzelleri yorumlamıştı yaşamı boyunca: “Asimetrik /simetrik. Ah güzel İstanbul,” dedi hicvedip gülerek…
Erkal, (Şiir kitabım “Çaylar Şirketten”e yaptığı kapak deseni, kalbimin en değerli hazinelerinden biridir) düşünmeden, “dört çizgi kuşlar,” deyiverdi yılların tortusu içinde süregelen duyarlı, ödünsüz, usta işi yorum ve tasarımlarına…
Pelin, “aynalar” dedi; özgürlüğü, umudu, aynalardaki ben…leri ve güzelleri çoğaltarak. Sanırım, işin içinde biraz da hüzün vardı.
Ben, ben! İstanbul için ne diyebilirdim ki? O an önümdeki yaşlı servi ağacına konmuş bir martı ile göz göze geldik. Kötü kötü bana bakıyordu.                                                                            “Martıların İstanbulu” deyiverdim korkudan. Gülümsedi!”
Ferit Özşen ile Pelin Özgöçen’in İstanbul güzelliklerini bezediği,   Erkal Yavi ile Gürol Sözen’in kuşlarla birlikte fotografilerini çıkardığı “Vazgeçilmez İstanbul'un Dört Usta Sanatçısı” ay sonuna kadar Terakki Vakfı Sanat Galerisi’nde görülebilecek…
İstanbul’un gökyüzünde kuşlarla uçmaya ne dersiniz?

16 MART 2017, BirGün