29 Haziran 2017 Perşembe

NAİF BİR EFSANE

Kendi kendini yetiştiren, kendine özgü teknikler geliştiren, masalsı bir resim dünyası yaratan Gürcü halk ressamı Niko Pirosmani, en ünlü ‘naif sanatçıları’ndan biri olarak bilinir.
Pirosmani, Gürcistan’ın şaraplarıyla ünlü Kaheti bölgesindeki Siğnaği’de, 1862 yılında, muhtemelen 5 Mayıs’ta dünyaya gelir.
Çiftçilikle uğraşan orta halli ailenin bütün varlığı küçük bir bağ, birkaç inek ve öküz ile üç çocuktur: Mariam, Pepe ve Pirosmani...
1870’lerde babaları ölünce, bu küçük ailenin mutlu yaşamı da son bulur. Ama bundan sonra yaşananlar da Pirosmani’nin masalsı resim dünyasının kapısını açacaktır.
Babası ölünce Pirosmani, ablası Mariam’ın kocası tarafından Tiflis’e götürülür.
Felaket, burada da yakasına yapışacak, ablası Tiflis’teki kolera salgını yüzünden yaşamını yitirecektir.
Mariam’ın kocası da Pirosmani’ye daha fazla bakamayacağı için bir ailenin yanına verecektir.
Bu aileyle yaşadığı günlerde okuma ve yazmayı öğrenecek, resimle tanışacaktır.
Delikanlılık çağında dul bir kadın olan Elizabet’e âşık olur. Aşkına karşılık bulamayınca da mutsuz olur ve resimlerle bezeli hayatının trajedisi bundan sonra başlar.
Kader, bir gün karşısına Margarita adında Fransız bir dansçı kadını çıkarır.
Margarita, 1905 yılında Gürcüstan’a gelmiştir. Pirosmani, güzelliği karşısında büyülenir ve ona ‘Çiçeklerin denizi’ adını verir.
Pirosmani’nin mutluluğunun sınırı yoktur artık. Kazandığı her şeyi, sevdiği kadın için sonuna kadar harcar.
Ve bir gün Margarita, Pirosmani’nin para biriktirmediğini, hayatını düşünmediğini, eline geçen her şeyi kendisine harcadığını anlar. Ardından Paris’e giderek izini kaybeder.
Margarita, ortadan kaybolmuştur ama sureti Pirosmani’nin tualinde, bugün de yaşamını sürdürecektir.
Bu olaydan sonra Pirosmani, eski Tiflis’in “dükkân” denilen restoranlarını dolaşmaya başlar.
Karın tokluğuna yaptığı resimleri yaptığı yerde bırakıyordur. Artık o, çevresindeki insanlara göre evsiz yurtsuz, bir ayyaştan başka bir şey değildir.
Kaderi, ne kadar bizim Fikret Muallâ’nın kaderine benzemekte...
Çünkü ikisinin de resim dünyasında, biri sevgisi, biri ihaneti ile kadınların benzer rolleri olmuştur.
Fikret Muallâ’nın bohem yaşamına savurduğu resimler, bir kadının koruyucu sevgisi ise günümüze kalırken; Pirosmani, bir kadının ihanetinin ardından bohem hayatını tutkuyla resim sanatına adadı denilemez mi?
Gürcü köylü ressam Niko Pirosmani, yaşadığı dönemde yakın çevresi dışında pek tanınmayacak, fakat ölümünden sonra özellikle Batı sanat çevrelerinde efsane olacaktır.

*

Ressam Selim Turan, 1947 yılında Paris’e gitmeye karar verir. Pasaport almak için Ankara’da altı ay uğraşır. Turan’ın Paris’e gideceğini haber alan Halil Vedat Fıratlı ve Abidin Dino, Fikret Muallâ’ya verilmek üzere içinde yiyecek ve giyecek gibi öteberi bulunan bir paket hazırlarlar. Selim Turan, Paris’e gittiğinin üçüncü günü Fikret Muallâ’yı “Impasse du Rouet”deki atölyesinde bulur ve Ankara’dan getirdiği armağanları verir. Fikret Muallâ, “Bana biraz müsaade et, aşağıya kadar gidip hemen geleceğim” der. Biraz sonra da gelir. Anlaşılır ki, Selim Turan’ın Ankara’dan getirdiği pantolonu hemen satmıştır. Selim Turan’a “Gel, şimdi de bir şeyler alalım” der. Ardından, şarap ve “pommes frites” (patates kızartması) alarak atölyede kafaları çekeceklerdir.

29 HAZİRAN 2017, BirGün


23 Haziran 2017 Cuma

KİLİT ALTINDA BİR ROMAN!

Bugün adı unutulmuş yazarlar künyesinde kayıtlı bulunan Kemalettin Şükrü,  1930’lu, 1940’lı yıllarda özellikle tarihi konuları ele aldığı romanlarıyla çok okunan bir yazardır.
40’lı yılların önemli gazetecilerinden Yekta Ragıp Önen’in Günvar Otmanbölük’e anlattığına göre zamanın “Son Posta” gazetesinde Kemalettin Şükrü’nün denizle ilgili bir romanı yayımlanmaktadır. (Babıâli’nin Yarım Asırlıkları.)
Kemalettin Şükrü, romanının parasını haftalık olarak almakta ve ardından Romanya’ya geziye gitmektedir.
Romanya’da kalması uzun sürdüğü zaman da eldeki tefrika tükenecek ve gazeteye “Yazar rahatsızlandı, bu nedenle tefrikaya devam edemiyoruz” benzeri özürler konulacaktır.
Zamanla bu özürler çoğalır olmuştur.
Ve bir gün Kemalettin Şükrü, Romanya’dan döner.
Gazete yönetimi karar almıştır: Romanının geri kalan bölümünü gazetede yazacaktır.
“Son Saat”in sahibi Selim Ragıp Emeç, Kemalettin Şükrü’yü dar bir yokuşa bakan muhasebe odasına götürecek ve şöyle diyecektir:
“Romanını burada yazıp tamamlayacaksın. Dışarı çıkmak yasak. Sana pencereden, demir parmaklıklar arasından yemeğin verilecek, çay ve kahven uzatılacaktır. Paranı da tam alıp mahpusluktan kurtulacaksın.”
Kemalettin Şükrü, orada ne kadar kaldı bilinmez.
Ama romanını tamamlayacak, bir gün sonra da tefrikanın bittiği ilan edilecektir.
Bu kez de okurlar gazeteyi telefonla soru yağmuruna tutacaktır:
“Yahu, yanan kalyondan dört denizci kayığa bindi, sahile üçü çıktı. Dördüncü denizci nerede? Denize düşüp boğuldu mu, yoksa yüzerek sahile mi ulaştı.”
O yılların labirentinde yarım kalmış bir romanın kapağında da Peyami Safa’nın adı bulunmaktadır.
Peyami Safa “Haber” gazetesinde hem “Vecizeler” başlığı altında günlük yazılar yazmakta, hem de bir romanı tefrika edilmektedir.
Yazılarının parasını zamanında alamayınca da yazılarını ve tefrikasını keserek gazeteden ayrılacaktır.
Yarım kalan romanı ise Rasim Us tamamlayacaktır.
Yine o yıllarda Nizamettin Nazif, bir romanında koca bir yılanı kar üzerinde dolaştırmıştır.
Üstat, “Olmaz!” diyenlere “Siz yılanı bulup aksini kanıtlayın!” diyecektir.
Zaman yine 1940’lı yılların başı…
Samim Kocagöz, Ahmet Halit Kitabevi ile bir şiir antolojisi üzerinde anlaşır. Ahmet Halit, Kocagöz’ün ilk öykü kitabı “Telli Kavak”ı yayımlamıştır.
Kocagöz, antolojiyi Salâh Birsel ile hazırlamayı düşünmektedir.
Sonunda işin bütün yükü Salâh Beye kalacak ve hazırladığı antolojiyi Kocagöz’le birlikte Ahmet Halit’e götüreceklerdir.
Fakat Ahmet Halit, eski şairlerin neden yere vurulduğunu, genç şairlerin ise neden göklere çıkarıldığını anlamayacak, bir de bizzat tanıdığı Rıfat Ilgaz’ın fotoğrafını görünce antolojiyi yayımlamaktan vazgeçecektir.
İki yazar da antolojiyi hazırlamaya başlarken 25 lira avans almıştır. Antoloji basılınca 25 lira daha alacaklardır.
Ama 25 liranın karşılığı olarak birer bardak soğuk su içeceklerdir.
Bu arada Salâh Bey, Ahmet Halit Kitabevi’nin ak kâğıt üzerine bir fotografisini de çıkarır: (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu.)
Kitabevi’nin üst katında kimse oturmaz. Odalardan biri Ahmet Halit’in özel kitaplığıdır. Odada adım atacak yer yoktur. Raflar kitapları almadığı için döşeme de kitaplarla doldurulmuştur.
Ahmet Halit, odasıyla şöyle böbürlenecektir:
“Ben İsmail Habib’i bu odaya kapattım. Üstüne de kilit vurup ‘Türk Teceddüt Edebiyatı’nı yazdırdım.”

  *

Salâh Birsel,  Sabahattin Kudret Aksal, Orhan Hançerlioğlu ve Oktay Akbal iki gecedir rakı fıçılarına dalıp dalıp çıkmaktadırlar.
Eski günlerden, eski tanıdıklardan söz açarlar.
Aksal, Hançerlioğlu ve Akbal, Birsel’in “Kahveler” çalışmasını merak etmektedirler.
Çoğunda Birsel’in de olduğu birkaç anı anlatırlar. Bir olayın çeşitli kişilerin belleklerinde yer ediş biçimlerinin kimi zaman ayrılıklar göstermesi üzerinde dururlar.
Orhan Hançerlioğlu, Oktay Akbal’ın bütün kitaplarının adlarını beğendiğini söyler: “Önce Ekmekler Bozuldu ne güzel ad.”
Sabahattin Kudret ekler: “Tarzan Öldü de çok güzel.”
Söz dönüp dolaşıp edebiyat tarihlerine gelince, Sâlah Birsel, “Kendi edebiyat tarihini kendin yazacaksın. Yoksa hapı yutarsın.” diyecektir.

22 HAZİRAN 2017, BirGün



15 Haziran 2017 Perşembe

BİR TEVAZU TİMSALİ..

Ortaokulda bir gecede okuyup bitirdiğim iki roman vardır.
Biri Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”i, öteki Yaşar Kemal’in “İnce Memed”i...
Diyeceğim, Yaşar Kemal’den önce “İnce Memed”i tanımıştım ve romanın o son cümlesi yıllardır aklımdadır:
 İmi timi belirsiz oldu...
Fakat üç dört yıl sonra, Türkiye İşçi Partisi kongresinde Yaşar Kemal ile tanışacak, ayaküstü bir konuşma dahi yapacaktım.
Hiç yüksünmeden, tevazu içinde bir lise öğrencisinin sorularını yanıtlayacak ve ben konuşmayı yönettiğim okul dergisi “Genç Kalemler”de yayımlayacaktım.
Ve 70’li yılların başında da neredeyse her hafta görebilecektim.
Oğuz Akkan’ın kurucusu olduğu Cem Yayınevi, o yıllarda bir edebiyat mahfeli idi.
Cağaloğlu’nda, Vilayet’in altındaki “Görsel Han”da bulunan yayınevinin müdavimleri arasında kimler yoktu ki?
Sabahattin Eyuboğlu, Melih Cevdet Anday, Dağlarca, Yaşar Kemal, Tarık Dursun K., Bekir Yıldız ve daha niceleri...
Çünkü şiir olsun, roman olsun o yıllarda bir çok yazarın yapıtı Cem Yayınevi etiketini taşıyordu.
Ben bir yandan “Cumhuriyet” gazetesinin düzeltme servisinde çalışıyor, bir yandan da Cem Yayınevi’nin bastığı kitapların düzeltilerini yapıyordum.
1974 yılı olmalı, Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti” romanı yayımlandı.
Yedi yüz küsur sayfalık, büyük bir roman...
Aşırı titizlik göstererek, büyük bir dikkatle romanın düzeltisini yaptım, hatta kimi sorunlu yerlerini Yaşar Kemal yayınevine geldiğinde bizzat kendisine sordum.
Nihayetinde roman kitap olarak basıldı.
Üç dört gün sonra Yaşar Kemal geldi yayınevine.
Romanın yayımlanışından pek hoşnut gibi değildi.
“Romanda büyük yanlış var” diye söyleniyordu.
Sorun anlaşıldı.
Romanın sonunda bir kaç kez, arka arkaya “O güzel adamlar o güzel atlara bindiler gittiler” cümlesi geçiyordu.
Bu cümlerden biri, nasıl olmuşsa romandan atılmıştı.
Yaşar Kemal canı bu nedenle sıkkındı.
Ben düzelti yaparken böyle bir cümleyi attığımı hatırlamıyordum.
Roman, “Yelken” matbaasında dizilmişti, matbaanın sorumlusu ise “Topal Erdoğan” ustaydı.
Hemen Erdoğan Usta arandı, müsveddeler getirildi.
Görünürde bir sorun yoktu.
O yıllar kurşun harflerle dizilen kitaplar, 16 sayfalık formalar halinde basılıyordu.
“Demirciler Çarşısı Cinayeti”nin son üç-dört satırı bir forma için yeterli görünmüyordu.
O fazla üç-dört satır için ya yarım forma daha kâğıt harcanacak, ya da o bir cümle romandan atılacaktı.
Erdoğan Usta da yarım forma uğruna o üç-dört satırı harcamıştı.
Savunmasını ise şöyle yapacaktı:
“Yaşar abi, anladık yahu, o güzel adamlar o güzel atlara bindiler gittiler. Tamam da bunu sekiz-on kere söylemenin ne anlamı var?”
Yaşar Kemal’in kahkahası yayınevinde bir bomba etkisi yaratmıştı.

15 HAZİRAN 2017,  BirGün


8 Haziran 2017 Perşembe

“TARİH-İ KADİM” NASIL YAZILDI?

Nisan 1905 tarihinde yazılan ve “Hitap” adıyla da bilinen “Tarih-i Kadim”in yazılış öyküsünü Ruşen Eşref, 1919 yılında yayımladığı “Tevfik Fikret” kitabında şöyle anlatacaktır:
“Şiirlerinden birkaçının sergüzeştini bizzat kendisinden dinledimdi: Mesela ‘Hitab’ı yağmurlu bir kurban bayramı gecesi yazmış.
-Hava o gece birdenbire bozulmuştu. Yağmur taneleri şiirin mısralarına ahenk tutuyordu, dediydi.”
O gün arifedir.
Tevfik Fikret eşi, oğlu ile İstinye’ye bir sandal gezintisi yapar.
Kürekleri oğlu Halûk çekiyordur.
Yanlarından geçen bir sandalın içinde iki kurbanlık koyun vardır.
Tevfik Fikret bunları görünce irticalen şu iki dizeyi mırıldanır:

“Din şehit ister, âsman kurban;
Her zaman, her tarafta kan, kan”

İşte “Hitab”ı yazdırmaya neden bu olur.
Ertesi sabah, kendisini ziyarete gelen Amerikalı öğrencilerinden birine bu şiirini okur.
Ve bütün basılmayıp da neşredilmesini istediği şiirler gibi derhal kendisi ve öğrencilerinden birkaçı, yazıları belli olmasın diye kâğıtları ters tutarak, sözcükleri baş aşağı yazarak beş on nüsha temize çekerler ve bayramlaşmaya gelen önemli dostlara dağıtırlar.
Ruşen Eşref, Fikret’in günlük yaşamını da şöyle aktaracaktır:
“Arkadaşları Âşiyan’a gittiklerinde Fikret, kapılardan birinde yavaşça görünür, seri adımlarla size yaklaşır, tombul parmaklarının ucu sivri elini size uzatır ve elinizi içtenlikle sıkar.
Kanepesine oturur. Parmaklarını birbirine kenetler. Ellerini ovuşturur.
Ve bakışlarını, gözlerini önüne eğerek, o iri görünümlü bedenden hiç beklemediğiniz nazik bir sesle hatırınızı sorar.”
O zaman Tevfik Fikret’in artık gayet sıkılgan bir insandır.
Sözcükleri bir gözyaşı, cümleleri dinmek bilmeyen bir coşkudur.
Onu dinlerken insanlığı daha uzaktan, daha açık görmek için yükselmiş ve karışıklıktan arınmış görkemli bir varlıkla karşılaşırsınız.
Ruşen Eşref’e göre “Hep insanlığın karanlık, çamurlu yollarında, dehlizlerinde sitemkâr dolaşır, hemcinsleri için kurtuluş diler.
Ruhu, hep insanlığın elemleriyle doludur ve zehirli, kahırlı, her zaman bedbin görünür.
Bütün bu yoğun karanlık içinde cesaret aldığı ışık kaynağı ise erdem olacaktır.”

*

Samih Emre takma adıyla yazan Rauf Mutluay, 20 Ağustos 1985 tarihli “Yön” dergisinde çıkan “Fikri Hür, İrfanı Hür, Vicdanı Hür Bir Şair” başlıklı yazısında Dr. Mazhar Osman Uzman’ın bir anısına yer verir:
 Berlin’de bir toplantıda çok istendiği için İsmail Müştak “Sis” şiirini okur.
Coşkunluklar, alkışlar ölçüsüzdür.
Arka sıralardan “Tarih-i Kadim” şiirinin okunması istenir.
İsmail Müştak onu da okurken salonda birden bir ses yükselir.
Birisi, ‘Burası Almanya’dır. Bu yapıt din ve toplum aleyhinedir. Sosyalistlik telkin eden böyle bir manzume, burada okunamaz’ diye bağırır.
 Bu kişi, Fikret’in enişte kardeşi, Budapeşte konsolosu Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur.
Ortalıkta “Bu zata ne oluyor kuzum” fısıltısı dolaşır.
Galiba “Ailevi bir meseleden” diye konuşmalar olur.
Artık kimseden neşe kalmamıştır.

08 HAZİRAN 2017, BirGün


3 Haziran 2017 Cumartesi

OKUMAYACAKSAN NİYE “İMZA” ATAYIM?

Bedii Faik’in “Matbuat Basın derkeen... Medya” (Doğan Kitap) başlıklı anılarının ikinci cildini okurken dikkatimi çeken bir kitap imzalama olayından söz etmek istiyorum.
Bedii Faik, “Fikret Adil’in Asmalımescit’in eski halini, yani rintlerin, sanatçıların, yazarların Asmalımescit’lerini anlatan hayli güzel bir kitabı da vardır” diyor, ama kitabın adını vermiyor.
Önce, iki-üç cümleyle Fikret Adil’i hatırlayalım.
1901’de İstanbul’da doğan Adil, Galatasaray Lisesi son sınıfında okurken gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı’na katılıyor.
Memurluk ve gazetecilik yapıyor, 1937’den beri çalıştığı Beyoğlu İş Bankası’ndan 1966’da emekli oluyor.
1973’te de tedavi için götürüldüğü İsviçre’de hayata veda ediyor.
Mezarı Eyüp Sultan’da...
Yazarlığa 1920’de başlayan Adil, daha çok edebiyatı ön planda tutan fıkra, röportaj ve hikâyeleri ile biliniyor. 
Hikâye ve anılarını “Asmalımescit” ve “İntermezzo”, gezi notlarını ise “Beyaz Yollar Mavi Deniz” kitaplarında topluyor.
Bedii Faik’in Adil’in adını hatırlamadığı kitabı “İntermezzo” olsa gerek, çünkü “Asmalımescit”in yayımlanış tarihi 1933 ve Faik, 50 ve sonrasının anılarını kaleme almakta...
Gelelim “kitap imzalama” olayına...
Fikret Adil, herhalde o sıralar yeni çıkan kitabını Bedii Faik ve arkadaşları Sacit ile Mithat için imzalayarak üçünü bir arada “Yeni Sabah” gazetesinde Sacit’in masasına bırakır.
Bedii Faik, gazeteye pek seyrek uğradığı için, arkadaşları kitapları açıp bakarlar ki, her kitapta birer cümlelik “ithaf” yazıları var, ama hiçbirinin adı yok...
Örneğin birinde “Sen Asmalımescit’te yaşamadın, ama onu anlayacağından hiç şüphem yok” diye yazılı, fakat bu satırların kime yazıldığı belli değil.
Sacit ile Mithat, ertesi gün Fikret Adil’i arar ve durumu anlatırlar.
Fikret Adil, kitapları bir zarfa koyduğunu, üzerlerine de isimleri yazdığını söyleyecek olur.
Fakat dalgınlığından bunu da yapmamıştır herhalde...
Ardını şöyle naklediyor Bedii Faik:
“Hayır, Fikret Adil o dalgınlığı dahi bilerek yapmış gibi bir tavır takınıp bir süre güldükten sonra, ‘Aranızda yazı mı tura mı atsanız da olur, nasıl olsa okumayacak değil misiniz?’ demiştir.
Gazeteye uğradığım bir gün, bana düşen kitabı verirken, Sacit sinirlenip kendininkini parçaladığını, Mithat’ın da götürüp Fikret’in masası altındaki çöp kutusuna attığını söylemişti.”
Bedii Faik ne yapmıştır peki?
Hiç sesini çıkarmadan alır kitabı ve ilk sayfayı açar, okumaya başlar:
“Sen Asmalımescit’te yaşamadın, ama onu anlayacağından hiç şüphem yok.”

01 HAZİRAN 2017, BirGün