31 Mayıs 2016 Salı

VAY ARTİZ!

60’lı yılların başları olmalı... İzmir’in bugün kayıplara karışmış Küçükyalı’daki 181. sokağı birden karıştı...
Sokağı, “Yeşilçam’ın artistler”i basmıştı. O yıllarda, aşklarıyla da ünlü Mahir ÖzErdem ile Pervin Par’ın başrollerini paylaştığı bir film çekiliyordu. İlginin bir nedeni de Pervin Par’ın bir zamanlar Küçükyalı’nın komşusu Güzelyalı’da bir kuaförde çalışmış olmasıydı, komşu kızıydı yani…
Özerdem ve Par sokağın başında yan yana duruyorlar.
Tam bu sırada filmin recisörü bana, sokağın öbür ucundaki “Süslü Fatma” hanımın bahçesindeki badem ağacına çıkmamı emretti.
Badem ağacını sallayarak “fırtına” efekti yapacağım.
Ben, badem ağacı sallarken bir ara dallar arasından başını çıkardım. Recisör ikinci emrini yürürlüğe koydu: Kes kafanı, yoksa keserim!
Kaderim işte o an hayat yolunda menzilini şaşırdı. İşte o an sufatım o badem ağacının dalları arasından beyazperdeye yansısaydı, adım bugün belki Yeşilçam’ın ünlü artizleri arasında yer alacaktı.
Fakat ömür defterinin sayfalarından yirmi yaprağın koparılması gerekiyormuş…
80’li yılların başlarında bir kez daha beyazperdeye misafir olma imkânı hasıl oldu.
Ülkede 12 Eylül darbesi olmuş…
15 gün önce evlenmişim ve 16. gün askere gideceğim…
Kadim arkadaşım Ali Özgentürk de, ki o da bir Yeşilçam recisörü, daha sonra adını “At” koyacağı filmin çekimlerine başlayacak…
(“At” deyip de geçmeyin. Özgentürk’ün bu filmi, Japonya’da bir filme verilen dünyada o zamana kadar verilen en büyük para ödülünü aldı. Bir buçuk milyon Doları dörte böldüler. “At” yarışı kazandı, birinci oldu. Ayrıca benden başka şair olarak İlhami Bekir Tez’in bu filme rolü vardır. İzleyenler izlemiştir, izlemeyenler bu merak için olsun arayıp bulsunlar “At”ı… Bir de kulis bilgisi: “At”ı izleyen yönetmen Bernardo Bertolucci, İlhami Bekir ile benim şair olduğumu öğrenince Özgentürk’e  “Yakında film çekseydim, bu şairleri oynatırdım” diyecektir. )
Şeytana uydum, eski merakım ya, bir bakayım dedim, film nasıl çekiliyor.
Kenardan bakıyorum.
Filmin baş oyuncuları, baba (Genco Erkal) ile oğul (Harun Yeşilyurt) hamamdan çıkmışlar, çok da acıkmışlar. Galata köprüsünün Eminönü tarafında salaş bir balıkçıda yemek yiyorlar.
Recisör, birden çekimleri durdurdu.
Asistan mı diyorlar, yardımcılarına hemen emrini verdi:
“Ferdi Tayfur’un montunu getirin, giydirin şuna. Şu masaya da bir kadeh rakı ile bir kaç meze koyun!”
Hemen sırtıma montu geçirdiler.
Masayı da donattılar.
Fakat benim rolüm ne?
Bir ara baba ile göz göze geldik. Ben elimi göğsüme götürerek bir “Merhaba” çaktım.
Çekim bitti, ama çevremi birden bir hayran kitlesi kuşattı.
O zaman bardakla su satıyor çocuklar. Hava sıcak. Bir bardak su içiyorum, parasını almıyorlar.
Kimi imza, kimi bir fotoğrafımı istiyor.
“Vay artiz” diye kimisi omuzuma dokunuyor, elimi sıkıyor.
Recisör yardımcısı, “Türkân Şoray Karaköy’de film çekiyor” diye birkaç kez bağırınca, kalabalık çevremden dağıldı, Karaköy’e doğru yöneldi.
Ve  bu arada bir başka sahnenin çekimine başlandı.  
Filmin sonraki sahnelerinde yine rolüm olacaktı. Babanın dolaştığı yerlerde ben de bulunacak, her karşılaştığımızda ona “merhaba” diyecektim.
Ama askerlik…
İşte bu da Yeşilçam yolunda tökezleyişimin ikinci adımıydı.
Fakat yılmak yok…
Şans bir kez daha kapımı çalacaktı.
“At”tan bir kaç yıl sonra Özgentürk Orhan Kemal’in “Murtaza” romanından uyarladığı “Bekçi” filmini çekecekti.
Tabii yine iş başa düşmüştü.
Recisöre yardım etmek gerekti.
Bu kez fabrika patronunun kapıcısı rolünde  bekçi Müjdat Gezen’in karşısındaydım.
Çekimler gece olduğu için bu sefer hayran kitlesi yoktu çevremde.
Belki de Özgentürk üzerimden hayran kitlesinin baskısını almak için çekimleri gece yapmak zorunda kalmıştı.
Ve sonunda bir başka Özgentürk’ün, kadim dostum Işıl Özgentürk’ün Sevgi Soysal’I “Tante Rosa” romanından uyarladığı “Seni Seviyorum Rosa” filmiyle sinemada jübilemi yapmış oldum. Bu filmde yurt içi ve dışı festivallerde birçok ödül aldı. Filmde yine karakter oyuncusuydum, yani sokak fotoğrafçısı… (Fotoğrafı Durbaş’ın facebook sayfasında görebilirsiniz.)
BöyleceYeşilçam maceram sona ermiş oldu.
Gerçi bir takdir belgem, plak etim falanyok ama, şunun da bilinmesini istiyorum: Ali Özgentürk’ün hangi filminde oynadıysam, yurt içinde ve dışında bir ödül aldılar. Sözleşme mi diyorsunuz?
Aynen edebiyat dünyasında olduğu gibi, anlaşma var, ama sözleşme yok; adı üzerinde her şey “söz” üzerine…


26 MAYIS 2016, BirGün

19 Mayıs 2016 Perşembe

KOP DAĞINDAKİ ÇEŞME...


Elli yıla ulaşan gazetecilik yaşamımda “röportaj” yapmak için Türkiye’nin dolaşmadığım; il, ilçe ya da köyüne uğramadığım yeri kalmadı
“Röportaj” dalında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yarışmasında aldığım bir ödülüm de vardır: 1989 yılında “Kapıkule’nin Vatansızları” röportaji ile yılın gazetecisi…
Bu zaman dilimi içinde çok gitmek isteyip de gidemediğim yerler de olmuş, içimde ukde olarak kalmıştır.
Bunlardan biri Çukurca’ya gittiğim halde Hakkâri’ye gidememek.. Biri Muş… Biri de Bayburt…
Bayburt’a iki kez gitme girişimim olduğu halde, ikisinde de, kıştı Kop dağı izin vermedi. İkisinde de Karayolu çalışanları “Kop dağını geçemezsiniz” diye izin vermedi,  yoldan çevirdiler.
Ama ne zaman aklıma düşse Rıdvan Çongar’ın Kop dağı üzerine yazdıklarını hatırlarım.
Araştırmacı-yazar H.Rıdvan Çongur’un yolu, günlerden bir gün, Erzurum üzerinden Kop dağına düşer.
Soğuğun iyice bastırdığı kış-kıyamet günleridir.
Yollar, Karayolları’nın araçlarıyla açılmakta...
Saatler süren bir yolculuktan sonra, dağın düzlük yerindeki Karayolları ekibinin binasına sığınılır.
Bir oda dolusu insan...
Odanın ortasında bir soba ve üzerinde bir çaydanlık...
Çongur’a çay ikram ederler, aç olup olmadığını sorarlar.
Sohbet giderek koyulaşır.
İnsan, edebiyatla uğraşır da Cahit Külebi’nin “Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda” kitabında geçen o ünlü şiiri hatırlamaz olur mu?
Hani, Kop dağını anlatan o şiiri...

“Kopdağı’nda akar bir çeşme var
Serçe parmak kalınlığında suyu
Haram etmiş gece gündüz uykuyu
Akar da akar.”

Çongur’un aklına bu mısralar düşünce, odadakilere bu çeşmeyi anlatan şiiri soracak olur.
Fakat hiç kimsenin böyle bir şiirden haberi yoktur.
Yalnızca içlerinden karayağız biri “İçtiğiniz çayın suyu o çeşmedendir” der.
Ve çaylar bir daha tazelendikten sonra, tekrar yola çıkılır.
Arkasını Çongur şöyle aktarıyor:
“Arabamız beş on dakika sonra çeşmeye yaklaşınca, çok eskiden tanış olduğumuz biriyle karşılaşmış gibi heyecanlandık. Gerçekten “serçe parmak kalınlığında” akan suyuyla çeşme bizi büyüleyiverdi. Eğildik suyundan içtik, önünden yanından tekrar seyrettik, bir de çeşmenin başına durduk, fotoğrafla tespit ettik bu ziyareti.
Geziden döndükten birkaç hafta sonra, çeşmenin fotoğrafını aldım, Külebi’ye gittim. ‘Ne yapacak bakalım?’ diye merak içinde resmi masanın üzerine bıraktım, şu cümleyi ekledim:
“Kop dağındaki çeşme, şairine selam söyledi. İşte bu da resmi!”
Külebi, fotoğrafı eline alacak, bir süre bakacak ve o çeşmeyi ilk kez görmenin hayreti içinde: “Ben bu çeşmeyi hiç mi hiç görmedim. Bizim şiirdeki çeşme, demek bu imiş...” diyecektir.
Külebi, “Kop dağı”ndaki çeşmeyi görmemiştir ama, kendisi de öğretmenlik, hatta müfettişlik yaptığından öğretmenlerin sorunlarını yakından bilmektedir.
1976 yılının şubat ayında Varlık dergisine Behzat Ay’a “Köy Öğretmenleri” şiirlerini nasıl yazdığının ipuçlarını verecektir:
“Köy Öğretmenleri I’i, 1953 yılında Sarız’dan Binboğa dağlarını aşıp Afşın’a dek yaptığım bir sefer sırasında, yemeğini yemediğim, yatağını sıralar üstüne serdirip yattığım Sarız İlköğretim Müdürü’nün karşısında gözyaşlarımı sakladığım günün gecesinde, onun hünerli elleriyle yaktığı gaz lambasının kokusunu duya duya yazmıştım. Adı, sanırım İsa idi. Sonra bir iki yıl geçince, sordum, Kayseri merkezine alındığını söylediler.
Köy Öğretmenleri II’yi ise, Muş Milli Eğitim Müdürlüğü’nde otururken, odaları dolaşıp görevlilerden kalem kâğıt rica eden küçük çocukları görüp ağladığım; Patnos’ta, Malazgirt’te, Kığı’da dolaştığım günlerde yazdım. Aslına bakılırsa, görmek, yaşamak başka şeydir. Yazmak başka şeydir. Buna da nasip bu imiş...”
“Köy Öğretmenleri” şiirinin birincisi aşağıda…
İkincisini okumak da okurun ferasetine kalmış artık…

Yurdumuz uçsuz bucaksız
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
Ama uzak, ama harap, ama garipsi...
Alın beni gönlümden de o kadar.

Uzak köylerimizde kuşlar gibi
Her sabah çocuklar size uçar.
Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç...
Alın beni gönlümden de o kadar.

Siz kara göklerin yıldızları
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar!
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu...
Alın beni gönlümden de o kadar.

19 MAYIS 2016, BirGün


12 Mayıs 2016 Perşembe

ŞAİRLERİN "HOCA"LIĞI...

ŞAİRLERİN “HOCA”LIĞI

Ahmet Haşim, Sanâyi-i Nefise Mektebi'nde (Güzel Sanatlar Akademisi)  mitoloji dersleri vermektedir.
Bedri Rahmi Eyuboğlu da Haşim'in öğrencileri arasındadır.
Bedri Rahmi 26 Şubat 1936 tarihli “Kültür Haftası”nda Haşim’in hocalığını şöyle anlatıyor: “Bilhassa estetik dersleri bize şair ve güzel konuşan adam tarafını tanıtıyor ve dersleri dar bir çerçeve içerisinde bunalıp kal­mıyor. Hiç umulmadık bir taraftan Haşim'in bütün zekâsı taşıyor.”
Bir gün, "Elle yapılan eş­yanın makine ile yapılanlarla mukayese ka­bul etmeyecek üstünlüğünü" anlatmaktadır. Örnek olarak "Rols Roys" otomobilini ve bunun en önemli aksamının elle yapıl­mış olmasının dünyanın en pahalı ve en mü­kemmel otomobili oluşundan söz eder. "Karanfil" şairinin "karbüra­tör" ve "şase" üzerin verdiği bilgi öğrencileri şaşkına çevirecektir.
Haşim ayrıca dersinde en küçük fısıltıya dahi sinirlenmekte, konuşanları sınıftan atmaktadır. Dışarıya atılanlar arasında çoğunlukla da bayanlar bulunmaktadır.
Yine bir gün renklerden söz etmektedir. Bir aralık anlatmak istediği rengin ismini unutur. Arka sıralardan bir öğrenci, “Tozpembe” diye anımsatır.
Haşim bunu çok beğenir ve öğrencisine teşekkür eder.
Fa­kat bir aralık arka sıradan ufak bir fısıltı ve tu­tulamayan bir kahkaha yükselir gibi olur...
Haşim'in zaten kırmızı yüzü bir o kadar daha kızarmıştır.
Gözlerinde hatırı sayılır nefretle ka­rışık bir kin parladığını gördük: Hitit hey­kellerinin kısa ve şişman parmaklarına benze­yen parmağı ile tam fısıltının geldiği yeri gös­tererek o öğrenciye,Efendi!” diyecektir, “Bir toz pembesini bize bu kadar pahalıya satma!”
Ve o öğrenciyi bir daha Haşim'in der­sinde kimse göremeyecektir.
Yahya Kemalde Bahriye Mektebi’nde Necip Fazıl’ın tarih hocasıdır.
Necip Fazıl’ın anlattığına göre üstat, bir yıl içinde yalnızca “Lösid” destanını okutmuştur.
O günleri şöyle yad etmektedir Necip Fazıl:
“Ağzı köpürerek büyük bir vecdle anlattığı bu destanda, (Lösid) tam ayağını üzengiye atıp eyere sıçramak üzereyken boru çalar, Yahya Kemal askerce olmasına çalıştığı bir temennah çakarak sınıftan kaçarcasına çıkar ve öbür derste, ‘Nerede kalmıştık’ diye sorup ‘Lösid ayağını üzengiye atıyordu’ cevabını alınca hikâyesine yine öncesinden başlayarak ve hep aynı noktada, (Lösid) ayağını üzengiye atarken fırlayıp giderdi. İstikameti de Büyükada...”
Bir gün, birkaç derstir okulda görünmeyen Yahya Kemal’in hasta olduğu söylentisi yayılır.
Söylentiye göre Yahya Kemal intihara kalkmıştır.
Muhtemelen de âşık olduğu Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım yüzünden zehir içmiştir.
Bir kaç gün sonra okulda görülür.
Necip Fazıl ve arkadaşları üstada bir muziplik düşünürler.
Yahya Kemal sınıfa girince bütün öğrenciler ayağa kalkar.
Üstat, şaşkın ve perişan bir halde “Oturunuz” emrini verir.
Herkes oturur, fakat yalnızca Necip Fazıl ayaktadır.
Yahya Kemal, “Niçin oturmuyorsunuz!” diyecek olur.
Necip Fazıl, “Sınıf namına bir maruzatım var” diye söze başlar ve ardını getirir:
“Kibrit suyu içerek intihara kalktığınızı duyduk. Bu yüzden sınıf adına üzüntülerimizi bildiririm.”
Yahya Kemal, öfkeyle yerinden fırlar, not defterini çıkarır ve ç’leri j olarak telaffuz ederek sorar:
“Nümeronuz kaj?”
“1054.”
“Bin kaj?”
“54 efendim...”
Ardından da Necip Fazıl hakkında “askeri edep ve terbiye” sınırını aşma suçundan müthiş bir rapor yazarak okul kumandanlığına verecektir.
Necip Fazıl, hikâyenin sonunu şöyle özetleyecektir:
“Bahriye Mektebi’nde saatle girilen ‘kodes’ isimli tahta dolabında galiba bir kaç saat kaldım.”

KARANFİL

Yârin dudağından getirilmiş
Bir damla alevdir bu karanfil,
Ruhum acısından bunu bildi!

Düştükçe vurulmuş gibi yer yer,
Kızgın kokusundan kelebeklere,
Gönlüm ona pervane kesildi.

AHMET HAŞİM


12 MAYIS 2016, BirGün

7 Mayıs 2016 Cumartesi

AT'A SENFONİ

At yarışları oyun mu, kumar mı? Karar vermek zor. Oyun da diyen bir çoğunluk var, kumar da…
At yarışı sözcüklerini sanıyorum ilk kez teyzem Evser hanımın eşi Ekrem beyden duydum.
Ekrem bey iyi bir entelektüel, hayatın tadını bilen, uslanmaz bir at yarışı oynayanıydı. 80’li yıllarda emekli olduktan sonra Veliefendi’deki yarışları izlemek için İzmir’den İstanbul’a gelip bir süre konuğum da olmuştu.
Ekrem bey misali şair ve yazarlar arasında at yarışına gönül verenlerin başında Necip Fazıl gelse gerek…
Üstadın bu konuda pek maharetli olduğu ve hatta Jokey Kulübü için “At’a Senfoni” başlıklı bir kitap yazdığı bilinmektedir.
Orhan Veli de at yarışlarına tutkundur.
Orhan Veli ile Fahir Aksoy, Ankara’da bir gün at yarışlarına gitmeye karar verirler, fakat paraları yok.
Orhan Veli’nin aklına felsefeci Prof. Nusret Hızır gelir.
Hemen kalkıp Hoca’nın evine giderler.
Hoca evde yalnızdır, eşi Neriman hanım yoktur.
Orhan Veli de, Fahir Aksoy da sevinçten deliye dönerler.
Çünkü Neriman hanım evde olsaydı Nusret Hızır’dan zırnık koparmanın olanağı yoktu.
Düşüncelerine göre en büyük sakınca ortadan kalkmıştır ve onluğa kavuş­maya çok az zaman kalmıştır.
Yarış edercesine durumu an­latırlar.
Hoca sakin sakin dinledikten sonra:
"Biraz gelir misiniz çocuklar," der.
Yatak odasına gidilir. Komodinin çekmecesi çekilir.
Bir sürü para: Beşlikler, onluklar, ellilikler, yüzlükler kenetlenmiş bir durumdadırlar.
Hoca bakalım, hangisini kulağından tutup Orhan Veli’nin eline sıkıxtıracaktır.
Telaş ve heyecan içinde bir bekleyiş başlar. Sonra aralarında şu konuşma geçecektir:
"Şu paraları gördünüz mü?"
"Gördük."
"Gördük, gördük tabii."
"İşte ben bu paralardan bir tekine dahi dokunmak yetkisine sahip değilim."
Orhan Veli son noktayı koyar:
"Sen söyle hangisini vereceğini, biz dokunuruz, böylece yetkini kötüye kullanmamış olursun."
"Onlar sayılıdır Orhan, hiçbirine, ama hiçbirine dokunamayız. Aksilik bu ya, bende de yok. I am sorry, ne yazık ki size hiçbir yardımım dokunamayacak."
"Hoppala."
"İnanın ki bu böyle, uydurmuyorum."
Ve at yarışı srüvenide o gün için orada sona erecektir.
Bugün tanıdığım iki at yarışçısı var. Biri Ülkü Tamer, biri de benim ona “Abi”, onun bana “Baba” dediği Ahmet Erhan…
Ülkü Tamer at yarışına arkadaş olarak sigarayı seçerken, Ahmet Erhan kaybedişin tesellisini “bira”da arayacaktır.
Erhan, Silivri’de yaşadığı son günlerde evde yarış kuponlarını doldurur. Fakat hava çok kötüdür, ortalığı seller sular götürmektedir.
Evden çıkmanın olanağı yoktur.
Bir arkadaşını çağırır, kuponu ganyan bayiine yatırsın diye…
Fakat hava muhalefetinden dolayı arkadaşı da kuponu yatıramayacaktır.
Bunun üzerine arkadaşına şöyle diyecektir Ahmet Erhan:
“Boş ver, iyi oldu. Bu kez bir kazandık, Jokey Kulübü kaybetti.”
Şimdi soracaksınız: “Sen hiç at yarışı oynadın mı?”
Evet, İzmir’de Şirinyer’de bir arkadaş ile at yarışına gittik. Ortaklaşa bir altılı ganyan oynadık.
Bu sırada arkamızdan gelen biri, gişenin bütün kuponlarını aldı. Bunun üzerine arkadaş bizim kuponları da ona verdi.
Nedenini sorunca, “İşin raconu budur” dedi.
Ve sonunda yarışı o adamın para yatırdığı at kazanacaktı.
Sanırım ilk büyük bir serveti de orada yitirmiş oldum. 

05 MAYIS 2016, BirGün