26 Ocak 2017 Perşembe

PERA’NIN MARJİNAL HAYALETİ

Onu, Asmalımescit’te Refik’in meyhanesinde görürdüm çoğu zaman. Şimdiki değil, eski Refik.
Günümüzün o ünlü meyhanesi “Yakup” nerede o zamanlar? Yakup, o günlerde amcası Refik’in yanında garson…
Kapıdan girildiğinde, tam karşıda, en dipte bir yuvarlak masa vardı.
Edip Cansever, genellikle o masada otururdu. Zaman zaman Hayalet Oğuz da yanında…
Bazen de karşı masayı heykeltıraş, güzel insan Gürdal Duyar mekân tutar, eline geçirdiği bir peçete ya da kâğıt parçasına, çoğunlukla tükenmez kalemle uzaktan, meyhane müşterilerinin portrelerini çizerdi. Sonra da gecenin bir vaktinde karanlığa yol alırken, usulca masanın kenarına çizdiği desenleri bırakırdı. Sevgili Duyar, benim de nice böyle portremi çizmiştir benden habersiz, ki hâlâ saklarım.
(80’li yılların sonlarına kadar, çevresinde yönetmenler Atıf Yılmaz, Tarık Akan, Zeki Ökten, Şeref Gören, Ali Özgentürk, Erol Özkök, ressam Alaattin Aksoy, film yapımcısı Şeref Gür gibi sinemacılarla zaman zaman benim de katıldığım bir yuvarlak masa da ünlü “Papirüs” barda vardı. Daha sonra bu sinemacılar, masaları olmasa da “Çiçek Bar”ın dip köşesinde toplanacaklardı.)
Refik’teki o yuvarlak masanın bir fotografisi de ressam Komet’in (Gürkan Coşkun) anılarında saklıdır.
Komet, özellikle 60’yıllarda ABD’nin 6. Filosu İstanbul’a geldiğinde leylek taklidi yaparak ABD askerlerinin keplerini kapar ve soluğu Refik’te alırdı.
Yine böyle bir akşam, elinde bir ABD askerinin kepiyle Refik’ten içeri girdi ve tabii ardından da o zamanın “Furuko” tabir edilen toplum polisleri…
Mevsim kış, ben de henüz meyhaneye girmişim ve pardesümü asmak üzereyim.
Komet’in telaşlı halini görünce, pardesümü asmadım.
Komet, hemen o anda arkama saklandı. Yani bir anlamda Komet’i pardesümün kanatları arasına aldım.
Polisler, masaların arasında şöyle bir dolaştıktan sonra çıkıp gitmişlerdi.
Peki, nasıl bir insandı Hayalet Oğuz?
Bir deri, bir kemik bir adem…
Üfürsen yıkılacak gibi…
Gözlerini hiç görmedim desem, yalan olmaz. Çünkü gündüzleri Krepen Pasajı’nda, geceleri Asmalımescit’te daima gözünde kapkara gözlüklerle dolaşırdı.
“Mutti” adını verdiği Tezer Özlü’nün deyişiyle “Herhalde “kelebek gibi” yürüyüşü ve gece yaşamını çok sevişi nedeniyle ‘Hayalet’ adı takılmıştı ona.”   
Alnı açık, saçları dağınık…
Koltuğunun altında dergiler, kitaplar…
Sezer Duru ile Orhan Duru, birlikte kaleme aldıkları “O’Pera’daki Hayalet” (Yapı Kredi Yayınları) kitabında onun fotografisini şöyle çıkarırlar:
“Gerçek adı Oğuz Haluk Alplaçin idi. 1929 yılında doğdu, 17 Eylül 1975’te öldü. Diyarbakırlı bir aileden geliyordu. Babası doktor Kâzım Alplaçin’in Tevfik Rüştü Aras’ın yakın bir akrabasıyla yaptığı evlilikten dünyaya geldi. Ancak annesi kısa süre sonra babasını terk etti. Oğlunu da bir daha görmedi. Ankara’da Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. 1950’li yılların başında hava alanları yapan bir İngiliz şirketinde çalışmaya başladı. 1954 yılında İstanbul’a geldi ve Dolmuş, Tef, Taş gibi mizah dergilerinde yazılar ve şiirler yayımladı. Çeşitli yayınevlerine romanlar çevirerek, senaryolar yazarak yaşamını sürdürdü.”
Bilinmeyen bir yönü de zamanın modasına uyarak takma adla bir yığın Mayk Hammer romanı yazmasıydı.
En belirgin özelliği ise “bi-mekân”, yani yersiz yurtsuz takımından olması…
Metin Eloğlu, askere gidecektir. Bir akşam veda yemeği için Hayalet Oğuz’u Üsküdar’da annesinin evine götürür.
Eloğlu, disiplinsiz davranışları yüzünden beş askerlik yaptıktan sonra eve dönüşünde, Hayalet’i dün bırakmış gibi annesinin evinde görecektir.
Koltuğunda her zaman kitaplar vardı, ama ne kitaplığı, ne başını sokacak bir evi oldu.
Kültürlü, bilgili, toplumsal kalıpların her biçimine karşıydı.
Evlenmedi.
Hiçbir zaman bir evi, bir adresi de olmadı, bir bavulu bile…
Resmi dairelere hiç işi düşmedi.
Sırtındaki giysi ile yetindi. Eline para geçince yenisini alır, eskisinii atardı.
“Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak” yaşadı.
Hayalet Oğuz’un ölümü üzerine Fethi Naci 02 Temmuz 1995’de şunları yazacaktır:
“Hayatımda ilk defa bir cenaze kaldırma işinde fiilen çalıştım. Oğuz 1975 güzünde ölünce, cenazeyi kaldırmak için toplantı yapıp para topladık. (Tezer Özlü’ye göre mezarına sahip çıkacak bir akrabası yoktur. Mezarın tapusu da Sinematek Derneği adına çıkacaktır.) Resmi işlemlerle uğraşmak işini biz yüklendik: Demirtaş Ceyhun ve ben. Oğuz gömüldükten sonra 2300 lira kadar para arttı; Demirtaş Ceyhun’la birlikte o parayı, arkadaş yardımıyla tedavi görebilen, hasta bir şaire verdik. Böylece Oğuz, yaşamının en büyük yardımını ölümünden sonra yapmış oldu.”     

*

Hayalet Oğuz, bir deri bir kemik olmasına rağmen sözünü esirgemez, bulunduğu topluluklarda kavga çıkarır.
Bir gece iri yarı, güçlü kuvvetli ressam Behçet Safa ile kavgaya tutuşur. Behçet Safa, ayaklarından yakadığı gibi Hayalet’i havaya kaldırır ve başını kaldırıma çarpar.
Hayalet fenalaşmıştır.
O kızgınlıkla ressam Ömer Uluç ve Sezer Tansuğ da Behçet Safa’yı döveceklerdir.

*

Ferit Edgü, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencidir.
Yağmurlu bir gün Hayalet, Edgü’nün çalıştığı atölyeye gelir. Üstü başı ıslaktır.
Ve “Babıâli’ye gidip yeni çevirimi bir yayınevine satacağım” diyerek akşama getirmek üzere Edgü’nün trençkotunu alır.
Edgü bekleye dursun, Hayalet bir buçuk ay sonra ortaya çıkacaktır.
Çünkü trençkotu Tophane’de satmış ve aldığı parayla Ankara’ya gitmiştir.

*

Metin Eloğlu’nun sergisine gitmiş, bir resmi beğenmiştir. Fakat cebinde fazla parası yoktur. Olanı da kaparo olarak bırakır, resmin altına da adını yazdırır.
O günden sonra sergiye bir daha uğramayacaktır.
Eloğlu, dert yanmaktadır.
Hayalet hem parasını ödeyip resmi almamakta, hem de satışını engellemektedir.
Eloğlu, bir gün Hayalet’i yakalayacak, “Ulan, resmin parasını getir, al” diyecektir.
Hayalet Oğuz, oldukça sakin bir tavırla Eloğlu’nu yanıtlayacaktır:
“Alacam, yalnız bekle biraz… Hele resmi asabileceğim bir duvar bulayım.”
  
26 OCAK 2017, BirGün

   

21 Ocak 2017 Cumartesi

BİR ESRARENGİZ “ŞAİRE”…

Gazeteci Orhan Karaveli’ye göre 1948 yılında Türkiye’nin şiir dünyasına bir bomba düşer: Râbia Hatun!
“Kâzım Taşkent’in kurduğu, ‘gagasının ucunda bir ikramiye evi taşıyan leylek’ amblemli çiçeği burnunda Yapı ve Kredi Bankası’nın bir kültür hizmeti olarak üç ayda bir yayımlanan ve dönemin iki seçkin aydını Vedat Nedim Tör ve Şevket Rado’nun yönettiği ‘ev dergisi’ Aile, altıncı sayısından itibaren birkaç kıtası, bir süredir elden ele dolaşan -derginin deyişiyle- bir “şaire”yi Türk kamuoyunun dikkatine” sunmaktadır.
Ayrıca “şaire”nin “Çok eski yüzyıllarda yaşadığı”, “muhtemelen Erzurumlu ve Azeri kökenli” olduğu, şiirlerinin bugüne kadar nasılsa gün yüzüne çıkmadığı özenle vurgulanarak…
Bir de ressam Agop Arad’a yaptırılmış, omuzlarına inen desenli başörtüsünün altından bol siyah saçları görünen, kalem kaşlı, uzunca burunlu, gülümseyen bir temsili resmiyle birlikte… (Görgü Tanığı, Doğan Kitap)
Ziya Osman, Refik Ahmet Sevengil, Cahit Sıtkı Tarancı, Salâh Birsel, Orhan Veli, Sabahattin Kudret gibi dönemin seçkin yazar ve şairlerinin yazdığı dergide Râbia Hatun’un dönemi ve olağanüstü kişiliği üzerine derin bilgiler, yorumlar yer almaktadır.
Özellikle Erzurum, hemen esrarengiz “şaire”yi bağrına basar. Râbia Hatun veya Râbia Sultan en eski Türk-Selçuklu kadın şairlerinden biridir. Çok iyi eğitim görmüştür. Artukoğulları’ndandır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı olduğu bile söylenmektedir.
Süleyman Nazif’in kardeşi Faik Âli’ye göre ise Râbia Hatun Erzurumlu değil Diyarbakırlıdır.
Kulaklarımızın anteninin yönünü yine Karaveli’ye çevirelim:
Yeni doğan kız çocuklarına, yurdun dört köşesinde “Râbia” adı verilmeye başlanır. Bâbıâli “matbaaları” çeşit çeşit, renk renk Râbia Hatun tasvirleri basmaya yetişemez olurlar. Özellikle doğu illerimizde caddelere, okullara Râbia Hatun’un adı verilir. Seminerler, folklor gösterileri düzenlenir, bu müstesna hatunun kimliği ve şair kişiliği uzmanlarca tartışmaya açılır.
Karaveli’nin Galatasaray Lisesi’nden hocası Nihad Sami Banarlı ise “Hürriyet” gazetesinin 12 ve 21 Haziran 1948 tarihli sayılarında yayımlanan yazılarında “dil, vezin, kafiye ve öteki bakımlardan böyle bir şairin XIII. yüzyılda değil, ancak XVIII. yüzyıl sonuyla XIX. yüzyılda yaşamış ve mutlaka tekke çevresinde yetişmiş, romantik ruhlu ve yarı ümmi biri olabileceğini” ve “onun aslında bozuk bir söyleyişle terennüm ettiği kıtaların, daha sonra, ‘bir başka cahilin elinde’ -belki de düzeltiyorum zanniyle- bu hale konulduğunu” ileri sürecektir.
Hürriyet'teki bu yazı üzerine Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Rıza Tevfik ve bir ölçüde Vâlâ Nurettin gibi Râbia Hatuncular, “şairin kimliğinin pek de önemli olmadığını”; kim yazmış olursa olsun bu şiirlerin “erişilmez birer süblimasyon şahikası” sayılması gerektiğini; zaten “hayatı malum sanatkârların, hayatı meçhul sanatkârların üstüne çıkamadığını”; şiirimizin en büyük iki üstadı “Yunus Emre ile Karacaoğlan’ın da iz bırakmadan çekip gittiklerini”; bu şiirlerde vezin, şekil, kafiye, dil ve mana yanlışları arayanların “tarih simsarları” olduğunu öne süreceklerdir.
Tartışmaya daha sonra çeşitli gazetelerde Sadun Galip, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Mithat Cemal, Vâlâ Nurettin gibi ünlü kalemler de katılacaktır.
 Yahya Kemal ise bu olayı sahtekârlık olarak niteleyecek, Fuat Köprülü de “Vatan” gazetesindeki yazısında elde hiçbir tarihi belge yokken 700 yıl önce böyle birinin yaşadığını öne sürmenin “cüret” olduğunu belirtecektir.
Ve sonunda XIII. yüzyıla tarihlenen Râbia Hatun’un, aslında “Muhti” takma adıyla şiirler de yazan İsmail Hâmi Danişmend’in merhume eşi Nazan Hanım olduğu anlaşılacaktır.
O tarihlerde henüz 56 yaşında, itibarlı bir tarihçi olarak bilinen İsmail Hâmi Danişmend bir gazetenin sorularını şöyle yanıtlayacaktır:
“Evet! Râbia Hatun adında bir ‘şaire’ yoktur ve hiç olmamıştır.”
“Râbia Hatun diye biri olmadığına göre?”
“Efendim, bu şiirleri, yaşasaydı şimdi 38 yaşında olacak eşim Nazan Hanım yazmıştır.”
“O halde neden kendi ismiyle yayımlamadı?”
“Zevcem çok mütevazı bir insandı. ‘Şaire’ olduğunun duyulmasını bile istemezdi. Şiirlerinin esrarını kimseye söylemeyeyim diye bana yemin ettirmişti!”
Halit Fahri Ozansoy da “Edebiyatçılar Çevremde” (Dergâh Yayınları) kitabında Ercümend Ekrem Talu’yu anlatırken Râbia Hatun olayı üzerine şunları yazacaktır:
“Ercüment Ekrem bir gün Son Posta gazetesi idarehanesinde fıkrasını yazarken, kalemi elinden bırakmış ve hemen gençlerin çalıştıkları odadaki ara kapıyı açarak şöyle seslenmişti:
-Haberiniz olsun, ben bundan sonra ismimin sonundaki “mend” hecesini kaldırdım, sadece Ercü kaldım. İsmail Daniş’e o kadar bile benzemek istemem.
İsmail Daniş’e kızgınlığı, XII. yüzyıl şairesi diye ortaya bir Râbia Hatun ve şiirler atması, “Olmaz böyle şey, bu üslup o devrin dili değildir” itirazları üzerine rotayı değiştirerek şiirleri Rezan (Ozansoy, Nazan değil Rezan diyor) Hanım’a mal etmesi ve yine hücumlara uğrayınca şiirleri kendi üzerine almasındandı.
Diyebilirim ki, Ercümend Ekrem’i hiçbir olay bu kadar sinirlendirmemişti.

19 OCAK 2017, BirGün


12 Ocak 2017 Perşembe

ÇOCUKLARI MOSKOVA’DA KALDI

Vâlâ Nurettin (Vâ-Nû) de Nail Vahdeti (Nail Çakırhan) gibi gençlik yıllarında Sovyetler Birliği’nde Azeri Türklerinden Süreyya Hanımla evlenip bir çocukları olduktan sonra onları bir daha görmeyenlerdendir.
Türkiye’ye dönünce Meziyet Çürüksulu ile evlenecek, fakat Çürüksulu’nun erken ölümü nedeniyle bu evlilik kısa sürecektir.
Üçüncü evliliğini ise Nihal Karamağralı adıyla çevirmenlik de yapan Müzehher Hanım ile yapacaktır.
İkisi de “Akşam” gazetesinde çalışmaktadır.
Müzehher Hanım, ikinci eşi ünlü karikatürcü Cemal Nadir’den boşanmıştır.
Beğendiği bir erkekle Rodezya’ya gidip yerleşmeyi düşünmektedir.
Bu arada Vâlâ Bey devreye girecek ve evleneceklerdir.
Hıfzı Topuz’un  “Gülümseyen Anılar” da (Remzi Kitabevi) yazdığına göre Vâlâ Nurettin’in gençliğindeki aşklarından biri de Nâzım Hikmet’in teyzesi Sara Hanım’dır.
Sara Hanım gençliğinde çok güzeldir.
Fakat gençliğinde dönemin ünlü zenginlerinden, orman sahibi Şevket Mocan ile evlenmiştir.
Bir gözü şaşı olduğu için “Kör Şevket” olarak anılan Mocan, döneminin en ünlü komünist düşmanlarındadır.
Ayrıca kızı Ayşe, TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’ın kardeşi Dündar ile evlenince büsbütün komünist düşmanı kesilecektir.
Ve Şevket Mocan, bir gün Vâlâ Bey ile Sara Teyze arasındaki platonik ilişkiyi duyacak ve Vâlâ Bey’i öldürmeyi aklına koyacaktır.
Bir gün Babıâli yokuşunda Vâlâ Bey’le karşılaşırlar,
Mocan küfür kıyamet, sille tokat Vâlâ Bey’in üzerine yürür, kapışırlar.
O sırada yoldan geçenler kendilerini ayırmak için araya girecek olurlar.
Araya girenlerden biri de Akşam gazetesinde düzeltmen olarak çalışan Şevket Talaykurt’tur.
Mocan bir fırsatını bulunca silahına sarılıp Vâlâ Bey’e ateş eder.
Ama gözleri şaşı olduğu için Vâlâ Bey’in yerine Şevket Talaykurt’u bacağından vuracaktır.
Şevket Mocan’ın bir başka olayı daha vardır:
Bir gün Burhan Felek, Doğan Nadi ve Necmi Rıza, Tokatlıyan Oteli’nin barında içkiye oturmuşlardır.
Mocan da bir başka masada dostlarıyla birliktedir.
Şaka ve  esprileriyle ünlü Doğan Nadi, Mocan’ı çileden çıkarmak için yüz göz, el kol hareketleri yapmaya başlar.
Burhan Felek, “Aman gözünü seveyim Doğan,” diyecek olur, “dikkat adam şimdi silaha sarılıp seni vuruverir!”
Doğan Nadi’nin yanıtı “Ben de silahına sarılsın diye bekliyorum. Adam kör değil mi? Bana nişan edip seni vursun diye yapıyorum!” olacaktır.
Sevgili okur, cümlenin sonu nokta ile biter, ama sözün sınırı nihayetsizdir. Gel şimdi filmi başa saralım, Sovyetler Birliği’nden bir evlilik haberi verelim. (Ali Özgentürk: Tanıklıklar, Adam Yayınları)
Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nurettin 1920’li yılların başlarında Moskova’ya gitmişlerdir.
1930’lu yılların başlarında yine Nâzım Hikmet’in arkadaşlarından Nail Çakırhan’ın (Nail Vahdeti) da yolu Moskova’ya düşecektir.
Çakırhan’ın 1937 yılında Moskova’da yaşadıkları unutulacak gibi değildir.
Moskova Doğu Halkları Üniversitesi’nde okurken bir yandan da sosyalizmin uygulamalarını yakından görmek için bir tekstil fabrikasında çalışmaktadır.
Tito, Ho Chi Minh, Kruşçev, Dimitrov gibi daha sonra ülkelerinin kaderinde rol oynayacak kimi devlet adamları üniversiteden arkadaşları arasındadır.
Bu sırada 22 yaşındaki “Taisa” ile evlenir, bir süre sonra da çocukları olur: Rudik.
Dünya, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesindedir. Sovyet yönetimi, Çakırhan ve arkadaşlarından savaş sırasında çalışmalarını kendi ülkelerinde sürdürmelerini ister.
Çakırhan da çaresiz, Odesa üzerinden Türkiye’ye dönecektir Taisa ve sonraki yıllarda Kızıl Ordu’da general olacak Rudik’i Moskova’da bırakarak…
“Taisa’nın bir otobüsün penceresinden ağlayarak el sallayışını hayatım boyunca unutamadım.” diyecektir o gece…

12 OCAK 2017, BirGün


BABIÂLİ’NİN DELİ “NİZAM”I...

Lisede okurken mesleki düşlerim arasında gazeteciliğin yeri yoktu, o yıllarda ilk şiirlerim İzmir’de yayımlanan Yeni Asır, Ege Ekspres, Sabah Postası gibi gazetelerde çıktığı için mutfaklarını görsem de...
Öğretmen olmak için geldiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okurken, 1967 yılında bir tesadüf sonucu kendimi Yeni İstanbul gazetesinde musahhih (düzeltmen) olarak buldum.
O yıllarda şimdinin bilgisayarı gibi, Osmanlıca eski yazı bilmek, düzeltmenlik için bir ayrıcalıktı. Çünkü Ulunay, Burhan Felek, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Mithat Sertoğlu gibi kimi eski kuşak yazarları, Latin alfabesi yanında eski yazıyı da kullanıyordu.
Yeni İstanbul, 1950-1960 arasında Habib Edip Törehan’ın çıkardığı bir gazete idi. Bütün gazeteler Cağaloğlu’nda çıkarken onun idare yeri Şişhane’de, Beyoğlu Kaymakamlığı’nın karşı köşesinde idi. Kendisini öteki gazetelerden ayıran bir özelliği de mavi başlıkla çıkmasıydı. Eskiler, matbaasının temizliğini anlatırken “Bal dök, yala” derlerdi.
Törehan, 27 Mayıs’tan sonra gazetesini satıyor ve Babıâli’den çekiliyor. Milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi sürdüren gazetede bir süre Ali Fuat Başgil başyazarlık yapıyor. Sonraları Kemal Uzan’ın aldığı gazeteyi, benim işe başladığım günlerde, kardeşi olduğu söylenen Dr. Yavuz Uzan yönetiyordu.
Yeni İstanbul, Babıâli tarihinde belki de en büyük ve en çok gazeteci transferinin yapıldığı bir gazete idi. O yıllarda Babıâli’nin içini boşalttığı söylenir. Ünlü-ünsüz, yolu Babıâli’ye düşen hemen her gazetecinin yolu Yeni İstanbul mecrasından geçmiştir denebilir.
Nizamettin Nazif de Yeni İstanbul’da tanıdığım, oldukça ilginç gazetecilerden biriydi. Yaşamı, efsaneler ile örülüydü. 1930’lu yıllarda yazdığı ve o yılların best-selleri sayılan “Kara Davud” romanıyla övünür, 13 kez evlendiği söylenirdi.
Makalesinde bir sözcük yanlış çıkmışsa düzeltmenlerin odasına gelerek, “Kim gene benim yazının ırzına geçti” diye gürler, saman alevini andıran kızgınlığının ardından çaycıyı çağırarak “Bugün, bu çocuklar ne içerse hepsini bana yaz” der ve neşeyle odadan çıkardı.
Nizamettin Nazif, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Cumhuriyet’in muhabiridir. Almanlar, Yunanistan’a girmiştir. Nazif Bey rakısını, mezesini alarak Büyükada’ya yerleşir. 15-20 gün ortalıkta görünmez, ama kulağı radyodadır. Akşamları radyoyu dinleyecek, ertesi gün de “Nizamettin Nazif, cepheden, savaş alanından bildiriyor” diye haberini yazacaktır.
Kendi adına gazeteler de çıkarmıştır. Yine böyle gazete çıkardığı bir gün, sermürettip ikide bir gelerek “Beyefendi başyazınız nerede?” diye sormaya başlar. Sıkılan Nizamettin Nazif, birden “Kapattım ulan gazeteyi, yazı da yazmıyorum” der ve gerçekten de kapatır gazetesini.

Arkadaşları arasında “Deli Nizam” adıyla bilinen Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun gazetecilik maceraları ciltler tutacak boyuttadır.
Bulgar Kralı Türkiye’ye gelmiştir.
Kral’ın Dolmabahçe rıhtımında karaya çıkmasını zamanın usta gazetecileri gibi, Nizamettin Nazif de beklemektedir.
Fakat beklenen Kral gelmez.
Nizamettin Nazif de bu olaya kızar ve bir meyhaneye gidip iyice kafayı çektikten sonra Kral’ın ağzından Türk-Bulgar ilişkilerine ilişkin “hayali” bir demeç yazar.
Demecini, fazla beklemeden hemen çalıştığı gazeteye götürür.
Yazı işleri sekreteri Nizamettin Nazif’in sarhoş olduğunu görünce kuşkulanır ve küçük bir araştırma yapar.
Bulgar Başkonsolosluğu, Kral’ın hiçbir gazeteciye demeç vermediğini bildirmiştir.
Böylece Nizamettin Nazif’in “hayali” demeci de gazetede yayımlanmaz ve ertesi gün sorguya çekilir.
Şöyle diyecektir olanca gür sesiyle:
“O Kral, Türk-Bulgar ilişkilerini bu kadar özlü anlatabildiğim için bana madalya vermeliydi, yalanlamaya hiç gerek yoktu!”
Niyazi Acun anlatıyor:
Nizamettin Nazif’in çalıştığı Akşam gazetesindeki yeri pek sağlam, değildir. Çünkü gazetenin ortaklarından Ali Naci Karacan, “durmadan para istediği” için ondan şikâyetçidir.
Esaslı bir para koparmadan ayrılmak istemeyen Nizamettin Nazif, bir gün eski Tarabya Otelinden telefon ederek gazetenin sahibi Necmettin Sadak’ı bulur ve ona:
“Aman hoca” der, “dünyayı yerinden oynatacak bir haberim var. Amerikan Maliye Nâzırı, takma isim altından Rusya’ya gidiyor. Rusya'nın iktisadi durumunu inceleyecek. Ben burada adamı yakaladım. Yanımdaki masada oturuyor. Acele bir fotoğrafçı gönder.”
O günlerde gazeteciliğe yeni başlayan Faik Şenol’u gönderirler. Nizamettin, oradaki turistlerden bir yabancı dergi bulmuştur.
Amerika’nın Maliye Bakanı’na benzer bir adamın yanına oturur ve birlikte resim çektirirler. Sonra da gerekli yazıyı uydurarak 500 lira ister, ama 25 lirada anlaşırlar.
Parayı koparan Nizamettin Nazif, hemen Yunus Nadi’ye gide­cek ve olanları anlatacaktır.
Ve yazdığı haber Akşam’da değil, Cumhuriyet’te yayımlanacaktır. (Günvar Otmanbölük, Babıâli’nin Yarım Asırlıkları)
Yekta Ragıp Önen anlatıyor:
Nizamettin Nazif, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin davetlisi olarak İran’a gidecektir. Hakkı Tarık Us’a “Vakit” gazetesinde dört yazı yazacağını söyleyerek 20 lira alır. Ama dönüşünde bir yazı verecektir. İkincisini getirdiğinde, Önen’e acele etmesi tembihinde bulunur. Yazısının başlığı “Leşker-i İraniyan (İran Askeri) Geçerken”dir.
Birkaç saat sonra Önen’e telefon edecek ve siyasi bir sorun yüzünden yazıyı ancak üç gün sonra yayımlaması söyleyecektir.
Önen, isteğini yerine getirir.
Fakat ertesi gün aynı yazı, aynı başlıkla Akşam gazetesinde de çıkacaktır.
Mithat Sertoğlu anlatıyor:
Vâlâ Nureddin ve Nizamettin Nazif, ortak bir gazete çıkarmaya karar vermişlerdir. Önce “Bir Gün” başlığı altında bir sayı hazırlarlar. Bir hafta sonra vazgeçip “Bugün”e dönerler. Bir hafta sonra da “Hergün” gazetesini piyasaya süreceklerdir.
Cumhuriyetin 10. yılıdır ve gazete çıkarmak için büyük bir sermayeye gerek yoktur. Kâğıt parasını denkleştirdikten ve ufak bir idarehane ayarladıktan sonra gerisi kolaydır. Nasılsa dizgi ve baskı işlerini yapacak bir matbaa da bulunabilir. Çalışanlara ödenecek para ise, işçi haklarını güvenceye alacak yasa ve uygulamalar bulunmadığından, işveren için sorun değildir.
(Mithat Sertoğlu da Babıâli’ye bu gazetede adımını atacak ve musahhih olarak çalışmaya başlayacaktır.)
Fakat bir yıl geçmeden Vâlâ Nureddin-Nizameddin Nazif ortaklığı bozulacaktır. Aralarında neler geçtiğini kimse bilmiyordur, ama Vâlâ Nureddin’in şu sözü kopan kavganın şiddetini göstermeye yetecektir:
“Bu adamın adında bulunan üç şey, kendisinde yoktur. Nizam, Nezafet ve Din...”

05 OCAK 2017, BirGün