27 Nisan 2017 Perşembe

BASININ GİZLİ YÜZÜ…

Koleksiyoner-yazar Gazanfer İbar, “Şa Şa Şa’dan Çapkın Kız’a: Müstesna Yayınlar” adlı çalışmasında kırk yıldır topladığı, çoğunluğu Arap, Latin, Ermeni harfli Türkçe ve Karamanlıca yayımlanan dergi ve gazeteler çerçevesinde Tanzimat’tan Cumhuriyet’e basının renkli bir fotografisini çıkarıyor. (Doğan Kitap)
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk mizah dergileri 19. yüzyılın ikinci yarısında, Tanzimat döneminde görülüyor. 1856 yılında Ermenice yayımlanan Meğu (Arı) da ilk mizah dergisi olarak biliniyor.
İlk Türkçe mizah ekinin yayıncısı Mehmed Tevfik, “Letaif-i Asar”dan sonra 5 Ağustos 1875’te “Geveze” adlı mizah dergisini haftada iki kez yayımlamaya başlıyor. Mehmed Tevfik, 01 Şubat 1876 tarihinden itibaren haftada üç kez “Çaylak” dergisini çıkaracak, derginin başarısı üzerine Tevfik, “Çaylak Tevfik” adıyla anılacaktır.
1877 yılına kadar çıkan önemli mizah dergilerinin dökümü ise şöyle:
Latife, Meddah (Zakarya Beykozluyan), Şarivari Medeniyet (Arif Efendi), Şafak (Mihaliki), Kahkaha (Ali Fuad Bey), Tiyatro (Agop Baronyan), Kara Sinan (Grigorius Karydes), Şarivari (Hagop Hacıyan).
Fakat Heyet-i Mebusan 1877’de mizah dergilerinin yayımlanmasını yasaklayacak, bu yasak Abdülhamit dönemi boyunca, 1908 yılına kadar sürecek, ancak II. Meşrutiyet’in ilanıyla son bulacaktır.
II. Meşrutiyet ilanından sonra ise Osmanlı mizah dergiciliğinde bir patlama yaşanacak ve yüze yakın mizah dergisi yayımlanacaktır.
Osmanlı’da yayımlanan ilk kadın dergisi ise Efrosini Samarcidis’in 1 Mayıs 1845’te İstanbul’da Rumca olarak çıkardığı “Kypseli” (Petek) adlı dergi.
Türkçe olarak ilk kadın mecmuasını “Terakki” gazetesini de çıkaran Ali Raşid, 1869 yılında “Terakki-i Muhadderat” adıyla yayımlayacaktır.
İmtiyaz sahibi ve bütün yazarları kadın olan ilk dergi, dönemin Maarif Nazırı kızı Arife Hanım’ın 1886’da çıkardığı “Şükûfezar”…
Osmanlı döneminde çıkan gazete ve dergilerde spor ile ilgili yazılar pek yer almıyor. Mart 1891 tarihli “Servet-i Fünun” dergisinde Ali Ferruh Bey tarafından kaleme alınan “Eskrim” başlıklı makale ilk spor yazısı kabul edilmekte…
Yalnız bu kadar değil, Gazanfer İbar kimi dergi ve gazetelerin ilginç hikâyelerine ışık tutarak çalışmasının zenginliğine katkıda bulunuyor.
Örneğin, 1949 yılında Mahmut Esat Bozkurt’un oğlu Yüksel Bozkurt ile Türk sinemasının iyi kalpli, ama kötü karakterleri canlandırmasıyla ünlü oyuncularından Ahmet Tarık Tekçe’nin kardeşi Cemil Tekçe tarafından yayımlanan “Pandispanya Adalar”, sansasyonel haberleri ve dedikodu sütunlarıyla büyük ilgi gören bir gazete.
Zaman zaman “Yeni Adalar” adını alan ve Ahmet Tarık Tekçe’nin de yazarlık yaptığı gazete, 40 yılı aşkın yayın hayatında bugünün magazin basınına parmak ısırtacak haberlere yer vermesiyle ünlü...
Bir ilginç gazete de 5 Temmuz 1953 tarihinde bir dönem Cumhuriyet’te de spor yazarı olarak çalışan Asaf Ayçıl’ın çıkardığı “Karagümrük Pazar Postası”…
Dört sayfalık gazetenin son sayfası spora, doğal olarak da Karagümrük Spor Kulübü’nün haberlerine ayrılmış...
Karagümrük, 1942 yılında ikinci küme şampiyonu olunca birinci kümeye çıkmıştır. Fakat Vefa ile birleştirilmek istenmekte, bu da sahasının kapatılması anlamına gelmektedir.
Bu olayı hazmedemeyen öfkeli Karagümrüklüler, 1946’da futbol kulübünü tekrar kuracak ve beşinci kümeden maçlara yeniden başlayacaklardır.
Her yıl başarı gösterip şampiyon olan Karagümrük, sonunda 1953’de tekrar birinci kümeye yükselme başarısı gösterecektir. “Karagümrük Pazar Postası” da, bütün bu gelişmelere yer veren gazete olarak tarihte yerini alacaktır.
Basın tarihimizin gerçekten “müstesna” bu gezisinde “Çapkın Kız”, “Bıldırcın”, “Piliç” gibi ilk erotik, “Les Masques”, “Reflector” gibi sinema-varyete dergileri, İstanbul’un kendine özgü semt gazeteleri okurların ilgisini çekecektir.
Bu aynı zamanda 150 yılı aşan gazete ve dergi tarihinin de bir özetidir.

*

Türk basınında ilk spor dergisi 11 Ekim 1910’da yayımlanan “Futbol”… Dergi haftalık olarak dört sayfa çıkar. İmtiyaz sahibi ve sorumlu müdürü Mustafa Ziya’dır. Ancak Üsküdarlı Burhanettin Bey’in, yani Burhan Felek’in yazar ve ortak olarak dergiye katkıda bulunduğu bilinmektedir. Burhan Felek sadece futbolculuk ve yazarlık yapmakla kalmayacak, Üsküdar’da Anadolu Kulübü’nü de kuracaktır.

27 NİSAN 2017, BirGün

  

20 Nisan 2017 Perşembe

SPİKER SINAVI

Halil Soyuer anılarını ballandırdığı “Şair Dostlarım”da (Türk Edebiyat Vakfı), konuşma özürlü, onun deyişi ile “kekeme” iki şairin spiker sınavına nasıl girdiklerini anlatmaktadır,
Yıl 1960, aylardan temmuzdur.
Ümit Yaşar Oğuzcan, bir kitabının baskı işi için İstanbul’a gelmiştir.
Özdemir Asaf, ilk eşi Sabahat Selma Tezakın'ın ailesinden kalan mirastan payına düşen ile Cağaloğlu'nda Molla Fenari Sokak'ta bir matbaa kurmuştur.
Burada “Yuvarlak Masa Yayınları” adı altında kendi kitaplarını da basmaktadır.
Ümit Yaşar bir öğleden sonra Cağaloğlu’nda Özdemir Asaf’a uğrar.
Akşama Beyoğlu’nda Fitaş sineması içindeki bir birahanede buluşmak üzere anlaşırlar.
Akşam olur, kararlaştırılan saatte Ümit Yaşar o birahaneye gider.
Özdemir Asaf, birahanede o yıllarda “Cumhuriyet” gazetesinde çalışan gazeteci Özer Öztep ile oturmaktadır.
Bira faslı başlar.
Gecenin bir vaktinde başlarının üstündeki radyodan (O zamanlar televizyonlar nerede?) bir haber duyarlar.
Haberde İstanbul radyosuna erkek spiker alınacağı bildirilmektedir.
İki şair ve bir gazeteci o an spiker olmak için açılan sınava girmeyi kararlaştırırlar.
Ertesi gün saat 10.00’da dilekçeleriyle Elmadağ’daki Radyoevi’nin önünde buluşmak için sözleşirler.
Fakat üçü de kekemedir.
Özdemir Asaf, (R) harfini söyleyemez.
Örneğin “yavrum” derken “yavyum” demektedir.
(Özdemir Asaf’ın konuşmasıyla ilgili bir anekdotu da yazının düzenini bozmadan buraya sıkıştıralım.
Nüfus sayımı yapılmaktadır.
İlgili memurlar Özdemir Asaf’ların evine gelir.
Asaf’a soyadını sorduklarında, (asıl soyadı Arun’dur) ikinci eşi Yıldız Moran’a dönecek, “Hanım benim soyadım nedir?” diyecektir.)
Üç ahbap sabah Radyoevi önünde buluşurlar.
27 Mayıs olmuştur ve Radyoevi’nde askeri komutanlık vardır.
Komutanı görmek isterler.
Kapıdaki astsubay bunların yanına bir asker vererek komutana gönderecektir.
Komutan da Radyoevi Müdürü Salih Beye havale eder.
Salih Beyin yanına giderler.
Salih Bey dilekçelerini okuyunca bir şey demez ve kalkar odasından çıkar.
Biraz sonra odaya, o tarihte Radyoevi müdür yardımcısı olan şair Baki Süha Ediboğlu girecektir.
Üçünü de yakından tanımaktadır.
Başlar kahkahayla gülmeye.
“Yahu arkadaşlar” diyecektir, “siz bir kere üçünüz de kekemesiniz. Nasıl olacak bu iş? Spikerlik sınavına nasıl gireceksiniz?”
Ümit Yaşar hemen sözü alır:
“Baki Bey, radyodaki ilanınızda yayımlanan şartlar içinde kekeme olanlar sınava giremez diye bir kayıt yok.”
Sonraları sınav işi sorulduğun da üçü de “Askeri idarede adamımız yoktu, o nedenle bizi kabul etmediler” diyecektir.

20 NİSAN 2017, BirGün


13 Nisan 2017 Perşembe

ANILARIN BİLLUR SUYU

Yıl 1984. Genç bir hekimin mecburi hizmet için gittiği kasabada altıncı ayıdır. Hunharca bir cinayet işlenmiştir. İki katil zanlısı, cesedi kasabadan uzak bir yere gömmüş, ortadan kaybolmuşlardır.
Zanlılar iki gün içinde yakalanır ve suçlarını itiraf ederler.
O gün, hükümet tabibi olarak genç hekim, komiser, savcı, öteki görevliler ve katiller, “cesedi bulmak” için başlayan ve sabaha kadar süren tuhaf bir yolculuk yapacaklardır.
Ama olay burada bitmiyor.
Bu yolculuğun hikâyesi yirmi beş yıl sonra Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin omurgasını oluşturacaktır.
80’li yılların genç hekimi, bugünün “genç” yazarı Ercan Kesal’dan başkası değildir.
Kesal, Enis Rıza ile ortak prodüksiyonu “Zamanın İzinde” (Ayrıntı Yayınları) çalışması ile yine tiryaki okurlarının “hayranlık kapısı”nı çalıyor.
Neler mi var bu kapının ardında?
Kesal’ın bilgisayarının tuşlarından dökülen 70 yazı, Enis Rıza’nın Tarih Vakfı’ndan Getty Images’e birçok kurum ve kişinin kişisel arşivinden (elbet kendi arşivi de dahil) derlediği 142 fotoğraf…
Bir başka deyişle “zaman”ın 1900’lü yıllardan günümüze izdüşümü…
Kesal’ın “Zamanın İzinde” anlattıkları, hikâyenin ötesinde birlikte yaşadığımız bir kuşağın da ömrü aynı zamanda...
Kesal, bir yazısının fotografisini çekerken fotografinin “arab”ını kişisel anıları yanında, (Bak, Edebiyat ile Gazozun İlişkisi) geçmişte yaşananları günümüz olaylarıyla harmanlıyor, okurunun hafızasını “billur su” misali bilgilerle de donatıyor.
Örnek: Türk sinemasının başlangıç tarihi, Fuat Uzkınay’ın 1914’de çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesi”nin Yıkılışı’ yerine, Maniki Kardeşler’in (Yanaki ve Milton) çektiği filmin (Yün Eğiren Kadınlar) tarihi olan 1905 olarak düzeltilmeli!
Örnek: Sait Faik’in doktoru, hikâyeci Fikret Ürgüp’ün eşi Mahipeyker Hanım, Enver Paşa’nın büyük kızıdır.
Örnek: Apollon’un kızı Hygia Hekimlik Tanrıçasıdır ve beş köşeli yıldızla temsil edilir. Beş köşeli yıldız eski Mısır’da mevsimlerin sembölüdür.
Kesal’ın en önemli özelliği de iyi bir anlatıcı olması. Yazdıkları da bu yüzden çok doğal, açık ve aydınlık. Yazının çetrefilli labirentlerinde dolaşmıyor. Büyüsü de buradan kaynaklanıyor. Gerçekten billur su…
 “Zamanın İzinde” aynı zamanda “canına okunmuş bir gençliğin ortak hatıratı” olarak da okunabilir.
Bu “hatırat”ın çerçevesi içinde kimler yok ki: Mahir Çayan, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin Cevahir, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı… Cemal Süreya, Ergin Günçe, Ahmet Erhan, Behçet Aysan… Abdullah Baştürk, Behice Boran, Mehdi Zana, Yılmaz Güney…
Erdal Eren başta olmak üzere 12 Eylül’ün kıyımına uğramış bir genç kuşak…
Ve adları devrim tarihinde yazılı daha niceleri…
Üniversitede okurken faşistlerin kurşunladığı Battal Mehetoğlu’nun cenazesine Beyazıt’tan Sirkeci’ye ben de omuz vermiştim. O sırada Cumhuriyet gazetesinden fotoğrafçı Tülay Divitçioğlu’nun objektifinde hâlâ yaşayan Mehetoğlu’nun annesinin çarşafla kuşatılmış yüzünü nasıl unutabilirim.
Ey okur, Ercan Kesal birazdan anılara yağmur yağacağını haber veriyor. Islanmamak için hemen Yaşar Kemal paltosunun altına sığın, bak neler göreceksin.
“Kanun Namına” filmiyle sokağı sinemaya taşıyan Ö.Lütfi Akad, yeni konular arayarak Erman Film adına filmler çekmektedir.
Bir gün Yaşar Kemal ile karşılaşır, işe yarar bir şeyler yazıp yazmadığını sorar.
Yaşar Kemal bir Çukurova hikâyesi yazdığından söz eder.
Bir süre sonra da Hürrem Erman, ofisinde Şeref Gür (en güzel abimizdir) ve Lütfi Akad’la birlikte Yaşar Kemal’den bu hikâyeyi dinleyecek ve çok etkilenecektir.
Yaşar Kemal’den hemen bu hikâyenin senaryosunu yazmasını ister ve o zamana göre yüksek bir ücret önerir.
Yaşar Kemal de hemen paltosunun cebinden anlattığı hikâyenin senaryosunu Erman’ın masasının üzerine koyacaktır.
Bunun üzerine Hürrem Erman hem çok şaşıracak, hem de çok para ödediği için bozulacaktır.
Sonrasını Lütfi Akad şöyle anlatacaktır:
“Bundan sonraki karşılaşmalarında Yaşar, senaryo olabilecek ilginç bir hikâye anlattığında, Hürrem Bey pazarlığı yapmazdan evvel, iyice emin olmak için Yaşar’ın paltosunun ceplerini kontrol edecektir.”

*

Kesal, “Zamanın İzinde” yol alırken Neyzen Tevfik’in bir özelliğinin de kapısını aralıyor: Kesal, bir eski kitapta Neyzen’i görünce kırlangıca benzetir. Meğer Neyzen da kendisini kırlangıca benzetirmiş… Bir sohbetinde “Ben bir kırlangıç gibi yaşadım hayatımı diyecektir.
(Ey okur, şimdi dur, biraz nefes al. Bu yazının patikasında daha epey bir yolun var. Ben de bir söylenceyi sıkıştırayım “zaman”ın aralığına.)
Bir Lokman Hekim söylencesi şöyledir:
Lokman Hekim'e kaç yıl yaşayacağını kendisinin saptaması istenir. Lokman Hekim de uzun yaşayan kartalın uc uca yaşam süresini düşünerek, yedi kartalın yaşam süresi kadar yaşam diler. Kartalın yaşam süresi 80 yıl kabul edilmiştir. Bu, yedi ile çarpılınca 560 eder ve Lokman Hekim de 560 yıl yaşamıştır.
“Sevda Sözleri”nin şairi Cemal Süreya da Lokman Hekim'i çok severdi. Ama Lokman gibi, kartalı değil de, dokuz yıl yaşayan kırlangıcı düşünürdü. Kartal misali kırlangıç da düşünülürse yedi kırlangıcın süresi altmış üç yıl eder. Bu sırada “Kehanet 1985” şiirini yazacaktır:
“Lokman şair senin hayatın
Yedi kırlangıcın hayatı kadar
Altısını ardı ardına yaşadın
Bir kırlangıcın daha var.”
Fakat şair, yedinci kırlangıcın hayatını yaşayamadan 59 yaşında aramızdan ayrılacaktı.

13 NİSAN 2017, BirGün



      






6 Nisan 2017 Perşembe

BEHÇET HOCA’DAN “HAYIFNAME”

Yazarlar, şairler arasında bugün böyle bir yaşam biçimi var mıdır? Bir kahvede, bir pastanede, meyhanede buluşmak; dergiler, kitaplar üzerine tasarılar kurmak; şiirler, hikâyeler okumak…
1950’li yıllardır.
Diyelim Behçet Necatigil’in yeni bitirdiği bir şiiri Fahir Onger beğenmişse, Oktay Akbal “Olmamış” diyerek karşı duracak; Salâh Birsel nükte yapmak için dudak kıvıracaktır.
Ve ardından bütün gece, tartışmalarla geç saatlere kadar sürecektir.
Salâh Birsel, “Hayıfname” başlıklı yazısında o günlerin mekânlarından “Elit Kahvesi”ni anlatır. (Yeni Ortam, 07 Aralık 1973)
Tarih 11 Şubat 1953, çarşamba günü, saat 17.00 suları…
Behçet Necatigil “Elit”e “Hayıfname” adında bir gazel yazmak için gelmiştir.
Salâh Beye göre Behçet Hoca’yı bu şiiri yazmaya iten neden Yeditepe Yayınları arasında çıkan “Evler” adlı şiir kitabı dolayısıyla Fethi Karakaş’ın 09 Şubat 1953 Pazartesi günü Beşiktaş’taki evinde Necatigil’in şiirlerinden oluşan bir “Resimli Şiirler” sergisi açmasıdır.
Karakaş, Beşiktaş Ihlamurdere Caddesindeki evine “Küçük Galeri” adını takmıştır. Pazar günleri dışında her gün açık kalacak galeride Necatigil, saat 16.00-19.00 arasında kitaplarını imzalayacaktır.
Fakat büyük umutlarla tezgâhlanan sergi, beklenen ilgili toplayamayacaktır.
Behçet Hoca, daha sonra bir yazısında da “Resimli Şiirler” ilgili şu yorumu yapacaktır:
“Umduğu sayıya erişen sanatkârlar, gayet azdır. Sonra serginin oldukça ücra bir semtte, bir hayli içerlek yerde olduğunu unutmayalım. Gündüz işinden yorgun çıkan bir meraklı, eğer gelmek ister de bu arzusunu gerçekleştirmeye vakit bulamazsa gelmiş demektir. Biz hiç değilse böyle uzak, fakat yakın alâkalar bekliyoruz.” 
Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın da babasını anlattığı “Çok Şey Yarım Hâlâ” başlıklı kitabında sergi için şu notu düşecektir:
“Resimli Şiirler, babamın Fethi Karakaş’ın gravürleriyle renklenmiş kendi el yazısı şiirlerinden birkaçı evimizin duvarlarını süsledi yıllar boyu.”
Bu yazılanları hafızanızın kilerinin bir serin köşesinde tutun, tereyağlı ekmeğinizin üzerine süreceğiniz reçelin tadı aromasını şimdi damaklarınıza bırakacaktır.
“Evler” kitabını yayımlayan Yeditepe’nin sahibi Hüsamettin Bozok, Behçet Hoca’ya telif ücreti olarak 100 lira vereceğini söylemesine rağmen, bunun 50 lirasını vermiştir.
Telif konusunda Oktay Akbal da sıkıntının kelepçesini bileklerinde hissetmektedir.
Çünkü “Bizans Definesi” başlıklı hikâye kitabını Yeditepe’ye verdikten sonra yeni bir yayınevi arayışı içindedir artık.
Akbal’ın bu durumu haliyle Necatigil’i de etkilemiştir.
Ve Behçet Hoca eline kalemi alacak, aruz vezniyle şu gazeli yazacaktır:

“Karakaş sergiyi açtı iyi hoş bunca ümîd
Kumru âsâ düşünür müşteri bekler şimdi

Ah kim geçmişe mâl oldu, Güzincik, dertli Salâh
Gönlün eğlendirecek gösteri bekler şimdi

Genc-i Rûm’un dibine ekti darı Hüssam dost
Oktay Akbal hava aldı neyi bekler şimdi

Her kitap başka yayında çıka ister Akbal
Bir modern ultra câzip seri bekler şimdi

Behçet evvelce atarken Kapalıçarşı'da tur
Oldu bir hâtuna kul Evler'i bekler şimdi

Elli Türkî lira verdi Bozok aldı parayı
Daha 50 alacak yılları bekler şimdi.”

Peki Necatigil, daha sonra Hüsamettin Bozok’tan geri kalan 50 lira telif ücretini aldı mı?
Ben de merak ediyorum.

*

ELİT KAHVESİ Asmalımescit’te idi. 1940'larda açılmış... Küçücük bir mekân. Sait Faik, Avni Arbaş, Agop Arad, Mümtaz Yener. Ferruh Başağa, Necati Cumalı, Orhan Veli, Fahir Onger, Behçet Necatigil, Naim Tiralı, Oktay Akbal müdavimleri arasındadır. Çay 20 kuruştur. Bezikte kazanan 30 kuruşa kıyarsa, Madam Braun'un Elit'in özelliği olarak sunduğu "kapuçino"yu da içebilir. Elit'e gelenlerin en kültürlüsü ise Cemil Meriç'tir. Çok okumaktan gözleri gücünü yitirmiştir. Masanın üzerine sandalye koyar, ampule 30 santim uzaklıktan okurmuş kitaplarını…

06 NİSAN 2017, BirGün