20 Temmuz 2017 Perşembe

DARBEYE KALKAN OLMUŞTU

Dostum, arkadaşım, özden öte bir kardeşim, meslektaşım idi.
Hayatta hangi konu olursa olsun arkamdaydı, güvendi, güvence idi.
O yıllar yüz yüze gelmedik, ama adını Aziz Okay olarak biliyordum.
Bir süre açtığı Uğrak Kitabevi’nde çalıştığım, daha sonra on yıl kadar Cumhuriyet gazetesinde birlikte düzeltmenlik yaptığımız Kemal abi (Özer), 1970’li yılların başlarında kimi günler Aziz Okay’dan söz ederdi. (Sonraları Aziz Okay’ın Okay Gönensin olduğunu anlayacaktık.)
Kemal abi kitabevini Cağaloğlu’ndan Moda’ya taşımıştı.
Aziz Okay da Mülkiye’yi bitirmiş, Moda’da oturuyordu ve Kemal abinin dükkânın müdavimlerindi.
Nitekim yazı işler müdürü olduğum “Yeni a” dergisi çıktığında Aziz Okay da kimi çevirileri ve yazıları ile dergide boy gösterecekti.
Kemal abinin anlattığına göre Okay o sıralar Manajans’ta çalışıyordu ve durumundan pek hoşnut değildi.
Ve bir gün Okay Gönensin olarak Cumhuriyet’in Dış Haberler Servisi’ne adımını attı.
Dış Haberler ile Düzeltme Servisi Cumhuriyet’in koca salonunda yan yana idiler, aralarında bir metre kadar bir uzaklık vardı.
Onların masasında Ergun Balcı, Şevki Adalı, Emine Uşaklıgil; bizim masada Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Konur Ertop, Abdullah Yazıcı ve ben…
Yıl 1974 olmalı, Okay ile tanışıklığımız işte o günlerde başladı.
Cumhuriyet’in efsane yazı işleri müdürlerinden Bülent Dikmener aramızdan ayrılınca, öteki müdür Çetin Özbayrak yalnız kalmıştı.
Gazetenin kumanda odası “Camlı Bölme”yi takviye gerekiyordu.
Kimi gazetecilerin adı geçiyordu.
Özbayrak ve Mehmed Kemal ile o sıralar “öğle rakıları”nda buluşuyordu. Özbayrak’ın bir gün şöyle dediğini anımsıyorum.
“Bu gazetenin geleceği Okay’ın elinde olacak…”
Bu sırada 12 Eylül darbesi oldu. Ben er olarak askere gittim. 20 ay sonra döndüğümde gazete tipodan ofsete dönmüş, işçiler mavi gömlekleri çıkarıp beyazlarını giymişlerdi.
Ve Hasan Cemal Genel Yayın, Okay Gönensin Yazı İşleri Müdürü…
Darbe sonrası düzeltme servisi de değişim geçirmiş, Adnan abi ve Kemal abi emekli olmuş, Konur abi şef ve servis 15 kişi kadar…
Bir süre sonra Konur abi de gazeteden ayrıldı.
Okay odasına çağırdı. Doğrudan “Şef sensin” dedi.
“Okay” dedim, “ben askerde bile onbaşı olmadım. 15 kişinin sorumluluğunu alamam.”
Yüzüme bile bakmadan, bir kâğıt çıkardı çekmecesinden, “Yönetimin kararıdır” dedi.
Daha sonra beş yıl kadar Düzeltme Servisi Şefliği yapacaktım.
Ve yine bir gün odasına çağırdı: “Seni şeflikten alıyorum, artık gazeteye haber, röportaj yazacaksın…”
Okay’a itiraz ne mümkün?
Aklına geleni mutlaka yapacaktır.
Diyelim gazetenin iki orta sayfası, tek sayfa olarak hazırlanacaktır. Bütün itirazlara karşın o, beş dakika için çözüm bulur ve iki sayfayı tek sayfa haline getirirdi.
Gerçi gazetenin kültür-sanat sayfasında özellikle şiir üzerine yazılar yazıyordum, ama habercilik başka bir şeydi.
İlk haber olarak Çamlıca’dan geçecek olan yırtıcı kuşları yazacaktım. Çamlıca’ya gittim, fakat kuşlar gelmedi. Ben de yırtıcı kuşların neden gelmediğini yazdım. Bu benim ilk habercilik deneyiyim ve gerçek gazeteciliğe ilk adımımdı.
Ardından onlarca yazı, haber yazdım, röportajlar yaptım.
Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Sabah gazetelerinde birlikte çalışmıştık, kırk yıllık hukukumuz vardı.
Bir gün dedim ki: “Yahu bir gün bile yaptığım işten dolayı teşekkür etmedin?”
Ne desin?
“Her yazın, her röportajın gazeteye tiraj aldırıyordu, başka nasıl teşekkür edeyim.”
Sevgili Ümit Kıvanç ile Anadolu’yu baştan başa dolaşıyoruz. Gazeteciliğimin en mutlu, en başarılı günleri... Ümit’le müthiş bir ikili oluşturmuşuz. O durmadan fotoğraf çekiyor, işle ilgili olmasa dahi, “Gazetenin arşivinde bulunsun, Bir gün lazım olur” diye. Ben bir habere gitmişsem, en az üç haber daha çıkarıyorum.
Huyunu suyunu biliyoruz Okay’ın çünkü…
15-20 gün Kars ve Artvin yöresinde dolaştık. O zaman cep telefonu falan yok. Trabzon’a geldik, sabah uçağıyla İstanbul’a döneceğiz. Üstümüz başımız kir pas içinde. Okay’dan sabahın altısında kaldığımız otele bir telefon: “Merzifon’da maden ocağında göçük var, hemen oraya gidiyorsunuz.”
Kahvaltı yapmadan, üç-beş kez hız limitini aşarak Merzifon’a geldik. Göçük Yeniçeltek ocaklarında yaralılar ölüler var.
İlk haberi yazdım, Ümit fotoğraflarını çekti, gazeteye gönderdik.
Yol yorgunu, iş yorgunu, Ankara’dan gelen Işık Kansu, Merzifon savcısı, Ümit, ben akşam yemeği yiyoruz.
Yemeğin ortasında bir lokantaya bir telefon, Okay’ın sesi: “Doğum günün kutlu olsun.”
Ve ardından bir büyük doğum günü pastası…
Sonra öğrenecektim, gezi uzayınca eşim Bilge, Okay’ı aramış, “Refik nerede?” diye.
Bilge’den doğum günümü öğrenince İstanbul’dan Merzifon’daki lokantayı bularak pastayı göndertmişti.
Böylesi inceliklerin adamıydı.
90’lı yılların başında Cumhuriyet’te yönetimde anlaşmazlık çıkmış, gazeteden kopmalar olmuştu.
Başta Hasan Cemal, Okay olmak üzere birçok arkadaş Cumhuriyet’ten ayrılmıştı. Ben de istifa etmeden Cumhuriyet’i bırakmıştım.
Bir süre sonra Okay ile Sabah gazetesinde buluştuk.
1966’da Tansu Çiller enflasyon krizi geldi. Para, pul olmuştu. Çalışanlar işlerinden oluyor, kimi işyerleri kapanıyordu.
Sabah da krizden nasibini almıştı.
İşten atılanlar arasında ben de vardım.
Nisan ayıydı.
Okay çağırdı, “Senin mutfak masrafın ne kadar?” dedi. Kabaca bir hesapla “Ayda altmış milyon” dedim. Ki o günler Sabah işten ayrılanlara bir-iki yıl vadeli çekler veriyordu.
Otuzar milyonluk iki çek uzattı. “Git” dedi, “Evde otur, bir işe başlama. Üç ay sonra ya birlikte iş ararız ya da yine Sabah’ta buluşuruz.”
Temmuz ayı gelmişti. Fotoğrafçı Ergun Çağatay çağırdı. Birlikte Orta Asya’ya gideceğiz, ben yazacağım, o fotoğraf çekecek.
Bu sırada Kerem Çalışkan, Bilge’yi arıyor: “Okay acele Refik’i gazeteye çağırıyor.”
Ertesi gün Sabah’ta idim.
Okay, sözü uzatmadan, “Yeni bir gazete çıkarıyoruz, sen de kültür-sanat servisinin başındasın. Neler yapacağını bir dosya olarak hazırla ve on beş gün sonra getir.”
Bir haftada dosyayı hazırladım ve benim Yeni Yüzyıl maceram başladı.
O kadar çok meziyeti vardı ki, hangisini söylesem mutlaka biri eksik kalacaktır.
Polisiye roman meraklısıydı, bir gün iyi bir polisiye yazacağını düşünürdü. Kitap meraklısıydı, kitap müzayedelerinin müdavimiydi. Edebiyattan, şiirden anlardı. Elli yıllık gazetecilik yaşamımda, onlarca yazı ve genel yayın müdürü içinde, Okay kadar çok kitap okuyanını görmedim.
Yeni Yüzyıl kapanınca yine Sabah gazetesi…
2000’li yılların başında Okay, Sabah’tan ayrılacak, Vatan gazetesinin kurucuları arasında yer alacak, köşe yazılarına orada devam edecekti.
Ama dostluğumuz, arkadaşlığımız bu yılın temmuz ayına kadar sürecekti.
Otuz yaşında darbe döneminde ülkenin en muhalif gazetesinin sorumluluğunu üstlenmişti. Nice darbelere maruz kalan o kalp, ne yazık ki altmışlı yaşların baharında bir sabah durdu.
Onun gibi bir gazeteci gelir mi, hiç sanmıyorum.
“Güle güle” demekten başka elden ne gelir?

*

Yeni Yüzyıl’da çalışırken zamanın Kültür Bakanı Fikri Sağlar, bir grup gazeteciyi, düzenlenecek Türk kültürü etkinliğiyle ilgili (içlerinde ben de vardım) Paris’e götürdü.
Okay Gönensin neler yazacağımı biliyordu, ama bir isteği vardı: “Paris’te şu meydanda, şu köşede bir kitapçı var. Onun ikinci katına çık, üçüncü rafın beşinci sırasında Simenon’un kitaplarını göreceksin. (Simenon’un kitaplarının koleksiyonunu yapıyordu.) O raftaki sekizinci sıradaki kitabı al gel, bu da parası…”
Gerçekten de gittim ve elimle koymuş gibi o kitabı aldım, geldim.


16 Temmuz 2017 Pazar

YAŞI, YAZDIKLARINDA SAKLI

Önce Ekmekler Bozuldu, 1946 yılında çıktığına göre yazmaya çok erken yaşlarda başlıyor, daha ilkokul sıralarında...
İlk hikâyesi: “Chez nous il ya un lion” Bizim Evde Bir Aslan Var...
Öğretmeninin çok beğendiği bu hikâyenin ardından bir de roman yazmayı deneyecektir, izlediği bir filmden esinlenerek: “Tüccar Horn” ya da “Binbir Tehlike Adası”...
Ve imzası ilk kez, edebiyat öğretmeni Zahir Güvemli tarafından resimlenerek İkdam gazetesinde yayımlanan “Ana Katili” başlıklı hikâyesini süsleyecektir.
Ancak, daha önce Tahsin Demiray’ın çıkardığı “Ateş”, İskender Fikret Sertelli’nin yayımladığı “Çocuk Duygusu” gibi çocuk dergilerinde de yazıları basılacaktır.
O yıllarda daha çok, aşk ve serüven üzerine yazar.
Asıl anlamda hikâyeye yönelmesi ise Sait Faik’in “Semaver” adlı kitabını okumasından sonra başlayacaktır.
Daha sonra şöyle diyecektir:
“O güne dek yazdığım Esat Mahmut, Kerime Nadir öykünmesi öyküleri bir yana bırakmak gerektiğini hissettim. Edebiyat değildi bunlar. Bayağılık vardı hepsinde. Başka şeyler yazmalıydım, kendime vergi şeyler.”
“Servetifünun-Uyanış” dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski-yeni tartışmalarıyla “yeni edebiyat”ın içinde yer alır.
Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola çıkarak küçük kent insanını da göz ardı etmeyen duygulu hikâyeler yazmaya başlar.
“Önce Ekmekler Bozuldu”yu “Aşksız İnsanlar”, “Bizans Definesi”, “Bulutun Rengi”, “Berber Aynası” izler.
Benim Oktay Akbal ile tanışmam, hikâyelerini okumadan önce, 1957 yılında çıkan “Suçumuz İnsan Olmak” romanıyla olacaktır.
 Henüz 15 yaşındayken iki gecede okuduğum roman, daha sonraları başucu kitaplarım arasında yerini alacak, bir küçük memurun balkonda çamaşır asarken gördüğü kadın imgesi, daha sonra yazacağım şiirlerden kimilerine görüntüsünü verecektir.
“Berber Aynası”, “Bizans Definesi”, “Bulutun Rengi” kitaplarında yer alan öyküler de gazetecilik yaşamımda kimi yazılarıma kaynak olacaktır.
Kişisel yaşamımın ne büyük bir şansı ki, ilk gençliğimde hayranı olduğum Akbal ile aynı zamanı ve mekânı paylaşarak arkadaşlık edecek, yurt içi ve dışı gezilerle birlikte bulunarak ortak anılarda buluşacaktık.
Birlikte çalıştığımız gazetede, ben onun yazılarını okurlarından önce okuma şansına erişirken, o da kişiliğim ve şiirlerim için yön veren, destekleyici, özendirici yazılar yazacaktır.
Akbal, edebiyatımızda “şiir”e en yakın duran yazarlarımızdan biri, hatta birincisi...
Hikâye ve romanlarındaki şiirsel anlatımın yanında, gazete yazıları ve denemelerinde de şiir ile gönül bağını altmış yılı aşan yazarlığında sürdürmekte…
Şiir ile gönül bağını sürdürürken şairler de gündeme gelecektir, şairler üzerine anekdotlar, anılar da...

*

Oktay Akbal, Sait Faik ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: Stelyanos, Burgazada’da yaşayan ve tekneleri seven yoksul bir Rum çocuğudur. Günlerce uğraşıp didindikten sonra “Stelyanos Hiristopulos” adında bir tekne yapmış ve denizde yüzdürmüştür. Sait Faik, 1936 yılında “Stelyanos Hiristopulos’un Gemisi” başlığıyla yazdığı hikâyede bu çocuğun macerasını anlatır ve “Yücel” dergisine yollar. Fakat hikâye, “Bu kozmopolit bir şey” denilerek basılmayacak, Sait Faik de daha sonra aynı hikâyeyi “Varlık” dergisini çıkaran Yaşar Nabi’ye gönderecektir.

13 TEMMUZ 2017, BirGün



11 Temmuz 2017 Salı

ABİM ASIM BEZİRCİ

Asım Bezirci’yi, daha doğru bir deyişle benim ve bizim kuşağın “Asım Abi”sini ne zaman tanıdım?
Bizim kuşağın abisi idi, çünkü daha çok genç yaşımızda, ilk şiirlerimizi yayımladığımız yıllarda gönül kırmadan, yol gösterici yazılar yazardı.
60’lı yılların başları…
Türkiye İşçi Partisi kurulmuş… Lise öğrencisiyim, ama bir yandan da partinin İzmir’de yapılan ilk kongresine gidiyorum. Daha sonra gençlik kollarında çalışacaktım.
Nâzım Hikmet’i iki-üç şiiri dışında tanımıyoruz. Çünkü yasaklı ve şiirlerini bulup okumanın imkânı yok.
40 Kuşağı şairleri de öyle…
“Sol” kulvarı kapalı bir şiir ortamı…
Orhan Veli, daha doğrusu “Garip Şiiri” kötü örneklerle çoğaltılarak gelmiş…
Dayanağımız yalnızca “İkinci Yeni” şiiri…
Nitekim ilk şiirlerimde “İkinci Yeni”nin etkisi görülecektir.
Bu ortamda eleştirmen olarak Nurullah Ataç’ın adı dolaşıyor hafızalarda… Ataç, zarını atıyor şairler için… Aklımızda Turgut Uyar’ın “Türkiyem” kitabı için söylediği “Zarımı Uyar için atıyorum” sözleri kalmış…
İşte bu ortamda Asım Bezirci “nesnel eleştiri” üzerine yazıyor; Hüseyin Cöntürk ise “öznel eleştiri”…
Bu bir anlamda şu da demek: Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi?
Sanatın toplum için olduğunu söyleyen, bu amaç doğrultusunda yazılar yazan Asım abi; yirmili yaşların, üstelik sol bir parti sempatizanı gençleri için ulaşılması mümkünsüz bir ikon…
O yıllar İzmir’deyim. Bir şair arkadaşımız İstanbul’a gidiyor. Dönüşünde “İşte” diyor, “Edip Cansever’i gördüm, sonra Asım Bezirci ile konuştum.”
Belki de üç-beş dakikalık bir görüşme, günlere aylara sığmayan muhabbetlere dönüşüyor.
Gün ola, devran döne…
Birkaç yıl sonra benim de yolum İstanbul’a düştü.
Henüz şiir kitabım çıkmamış…
Üniversitede öğrenciyim.
Beyazıt’ta “Beyaz Çarşı” bir kitap cenneti…
Kemal Özer “Şiir Sanatı”nı çıkarıyor, Halil İbrahim Bahar “Soyut” dergisini… Günay Akarsu “Oyun” diye bir tiyatro dergisi…
Ve daha başka kültür-sanat dergileri…
Behçet Necatigil Beşiktaş’tan geliyor, Muzaffer Buyrukçu Taşlıtarla’dan…
Şairler, romancılar, öykücüler Beyazıt’ta buluşuyor.
Beyazıt meydanının karşısında, Kumkapı’ya inen Mithatpaşa caddesinin başında bir kahve…
Bir gün yine orada buluşuldu.
Kimler yok tahta masanın çevresinde?
Cemal Süreya, Tomris Uyar, Muzaffer Buyrukçu, Günel Altıntaş, Halil İbrahim Bahar, Ülkü Tamer…
Yirmiye yakın şair, hikâyeci, romancı…
Ben de masanın bir ucundayım.
Yanı başımda ufak tefek bir adam: Asıl Bezirci…
Oldukça nazik, kibar…
Ses çıkarmadan konuşulanları dinliyor, anlamaya çalışıyorum.
Birden bana döndü.
“Adın ne senin?” dedi.
“Refik” dedim.
“Soyadın yok mu?”
Çekinerek “Durbaş” dedim.
Hemen boynuma sarıldı, “O kadar güzel şiirler yazıyorsun, neden adını söylemekten çekiniyorsun?” dedi.
Bütün o İzmir macerasını, o günleri nasıl anlatırsın?
Hep şarardım, bu küçük gövdede o azim, o muazzam çalışma gücü nereden kaynaklanıyor?
Takma adlarından biri “Halis Acarı” idi.
Bu derdim halis muhlis, gerçekten bir “aç arı”…
Arı misali çalışırdı çünkü…
Burada sevgili bir başka ağabeyim Kemal Özer’den naklen bir anıyı aktarmak istiyorum.
Bir gün, sanırım 50’li yılların sonunda, Edip Cansever, Kemal Özer, Asım Bezirci, daha birkaç kişi Altıyol’dan Kadıköy iskelesine iniyorlar.
Vakit akşamdır.
Bir tartışma başlıyor aralarında…
Birden Asım Bezirci, havada yaylanarak Cansever’in suratın bir tokat indiriyor.
Kemal Abi derdi ki: “Akşamın karanlığında, Edip’in gözlerinde yıldızların parladığını gördüm.”
Öyle şiddetli bir tokattı attığı…
İşte o naif, zarif bedenin altında sanıyorum sosyalizme inancın gücü kuvveti de böyle bir şeydi.
Buna benzer bir tokat öyküsü de Asım Abi ile benim aramda da geçecekti.
60’lı yılların sonları…
“İkinci Yeni” tartışmaları yapılıyor.
Yazdığım bir şiire, yaptığım bir konuşmaya mı alınmış Asım abi…
Bir gece, Beyoğlu’nda Fransız Kültür Merkezi önünde, yanında Adnan Özyalçıner de var, karşılaştık.
“Sen” dedi, “hem Sirkeci’de işportacılık yapıyorsun, hem de İkinci Yeni’yi savunuyorsun.”
Ben o sıralarda Urfalı Salih ile Sirkeci’de Büyük Postane’nin karşısındaki Vakıf Han’ın önünde ayakkabı, yazlık gömlek, kol düğmesi satarak işportacılık yapıyorum.
Nitekim o günlerde “Ferhad” şiirimi yazdım:

“evlerin kardeşiyim ben. rüzgârı sesle
gece çözülsün yalnızlığımdan
alıştım artık yokluğa, yoksulluğa
efkârdır bu: eser sultan yaylasından
ve ben eserim akşamla şehrin bağrında
zenginlik üreticileri halkı soyarken
yoksulluk kâtipleri halkı soyarken
vitrinler ve ucuz işporta halkı soyarken
sen esersin sabahla ey yalnızlık”

Gece yarısı, herhalde ben meramımı anlatamadım.
Birkaç gün geçti.
Asım abi ile Sahaflar çarşısında Aslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevi’nde bir daha karşılaştık. Boynuma sarıldı. “Ben yanlış anlamışım. Senin güzel şiirler yazacağını biliyorum” dedi.
Nitekim, “Çırak Aranıyor” kitabım çıktığı zaman da, ilk iki kitabım “Kuş Tufanı” ve “Hücremde Ayışığı” üzerine “Sanat Emeği”nde bir yazı yazacak ve yazı daha dergide çıkmadan matbaadan provalarını alıp o yıllarda çalıştığım Cumhuriyet gazetesine getirecekti.
Gurbetten sılaya yazılan bir mektup misali hâlâ saklarım o provaları…
Ve bunca yıl geçti, yine temmuz, yine Sivas, yine Madımak, Asım abi, Metin, Behçet, Hasret, Nesimi, Asaf, Muhlis, 35 can kardeş, arkadaş…
Ardından bu acıya dayanamayan, bir başka ağabeyim Rıfat Ilgaz’ın vedası…
Yangın hâlâ sürüyor.

*

Asım Abi ile anılarımdan birine de Fazıl Hüsnü Dağlarca ortaktır. Cem Yayınevi’nde düzeltmenlik yapıyorum. Dağlarca’nın “Horoz” kitabı matbaada dizildi, düzeltmelerini yaptım. Kitap baskıya gidecek. Sonuna da Dağlarca’nın yüze yaklaşan kitaplarının listesi eklenecek… Gece yarısı olmuş, matbaacı “Bunlar önemli değil, şiirlerde bir yanlışlık yok, sen artık evine git, ben listeyi okur basarım” dedi. Ertesi gün kitap matbaadan geldi. Dağlarca da yayınevinde… Kitabı eline aldı, “Sen” dedi bana, “Bu Asım Bezirci’yi çok mu seviyorsun?” “Evet” dememe kalmadan, “Horoz”un son sayfasını gösterdi. Dağlarca’nın “Asu” kitabının adı, “Asım” diye çıkmıştı.