Asım
Bezirci’yi, daha doğru bir deyişle benim ve bizim kuşağın “Asım Abi”sini ne
zaman tanıdım?
Bizim
kuşağın abisi idi, çünkü daha çok genç yaşımızda, ilk şiirlerimizi yayımladığımız
yıllarda gönül kırmadan, yol gösterici yazılar yazardı.
60’lı
yılların başları…
Türkiye
İşçi Partisi kurulmuş… Lise öğrencisiyim, ama bir yandan da partinin İzmir’de
yapılan ilk kongresine gidiyorum. Daha sonra gençlik kollarında çalışacaktım.
Nâzım
Hikmet’i iki-üç şiiri dışında tanımıyoruz. Çünkü yasaklı ve şiirlerini bulup
okumanın imkânı yok.
40
Kuşağı şairleri de öyle…
“Sol”
kulvarı kapalı bir şiir ortamı…
Orhan
Veli, daha doğrusu “Garip Şiiri” kötü örneklerle çoğaltılarak gelmiş…
Dayanağımız
yalnızca “İkinci Yeni” şiiri…
Nitekim
ilk şiirlerimde “İkinci Yeni”nin etkisi görülecektir.
Bu
ortamda eleştirmen olarak Nurullah Ataç’ın adı dolaşıyor hafızalarda… Ataç,
zarını atıyor şairler için… Aklımızda Turgut Uyar’ın “Türkiyem” kitabı için
söylediği “Zarımı Uyar için atıyorum” sözleri kalmış…
İşte
bu ortamda Asım Bezirci “nesnel eleştiri” üzerine yazıyor; Hüseyin Cöntürk ise
“öznel eleştiri”…
Bu
bir anlamda şu da demek: Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi?
Sanatın
toplum için olduğunu söyleyen, bu amaç doğrultusunda yazılar yazan Asım abi; yirmili
yaşların, üstelik sol bir parti sempatizanı gençleri için ulaşılması mümkünsüz
bir ikon…
O
yıllar İzmir’deyim. Bir şair arkadaşımız İstanbul’a gidiyor. Dönüşünde “İşte”
diyor, “Edip Cansever’i gördüm, sonra Asım Bezirci ile konuştum.”
Belki
de üç-beş dakikalık bir görüşme, günlere aylara sığmayan muhabbetlere
dönüşüyor.
Gün
ola, devran döne…
Birkaç
yıl sonra benim de yolum İstanbul’a düştü.
Henüz
şiir kitabım çıkmamış…
Üniversitede
öğrenciyim.
Beyazıt’ta
“Beyaz Çarşı” bir kitap cenneti…
Kemal
Özer “Şiir Sanatı”nı çıkarıyor, Halil İbrahim Bahar “Soyut” dergisini… Günay
Akarsu “Oyun” diye bir tiyatro dergisi…
Ve
daha başka kültür-sanat dergileri…
Behçet
Necatigil Beşiktaş’tan geliyor, Muzaffer Buyrukçu Taşlıtarla’dan…
Şairler,
romancılar, öykücüler Beyazıt’ta buluşuyor.
Beyazıt
meydanının karşısında, Kumkapı’ya inen Mithatpaşa caddesinin başında bir kahve…
Bir
gün yine orada buluşuldu.
Kimler
yok tahta masanın çevresinde?
Cemal
Süreya, Tomris Uyar, Muzaffer Buyrukçu, Günel Altıntaş, Halil İbrahim Bahar, Ülkü
Tamer…
Yirmiye
yakın şair, hikâyeci, romancı…
Ben
de masanın bir ucundayım.
Yanı
başımda ufak tefek bir adam: Asıl Bezirci…
Oldukça
nazik, kibar…
Ses
çıkarmadan konuşulanları dinliyor, anlamaya çalışıyorum.
Birden
bana döndü.
“Adın
ne senin?” dedi.
“Refik”
dedim.
“Soyadın
yok mu?”
Çekinerek
“Durbaş” dedim.
Hemen
boynuma sarıldı, “O kadar güzel şiirler yazıyorsun, neden adını söylemekten
çekiniyorsun?” dedi.
Bütün
o İzmir macerasını, o günleri nasıl anlatırsın?
Hep
şarardım, bu küçük gövdede o azim, o muazzam çalışma gücü nereden kaynaklanıyor?
Takma
adlarından biri “Halis Acarı” idi.
Bu
derdim halis muhlis, gerçekten bir “aç arı”…
Arı
misali çalışırdı çünkü…
Burada
sevgili bir başka ağabeyim Kemal Özer’den naklen bir anıyı aktarmak istiyorum.
Bir
gün, sanırım 50’li yılların sonunda, Edip Cansever, Kemal Özer, Asım Bezirci,
daha birkaç kişi Altıyol’dan Kadıköy iskelesine iniyorlar.
Vakit
akşamdır.
Bir
tartışma başlıyor aralarında…
Birden
Asım Bezirci, havada yaylanarak Cansever’in suratın bir tokat indiriyor.
Kemal
Abi derdi ki: “Akşamın karanlığında, Edip’in gözlerinde yıldızların parladığını
gördüm.”
Öyle
şiddetli bir tokattı attığı…
İşte
o naif, zarif bedenin altında sanıyorum sosyalizme inancın gücü kuvveti de
böyle bir şeydi.
Buna
benzer bir tokat öyküsü de Asım Abi ile benim aramda da geçecekti.
60’lı
yılların sonları…
“İkinci
Yeni” tartışmaları yapılıyor.
Yazdığım
bir şiire, yaptığım bir konuşmaya mı alınmış Asım abi…
Bir
gece, Beyoğlu’nda Fransız Kültür Merkezi önünde, yanında Adnan Özyalçıner de
var, karşılaştık.
“Sen”
dedi, “hem Sirkeci’de işportacılık yapıyorsun, hem de İkinci Yeni’yi
savunuyorsun.”
Ben
o sıralarda Urfalı Salih ile Sirkeci’de Büyük Postane’nin karşısındaki Vakıf
Han’ın önünde ayakkabı, yazlık gömlek, kol düğmesi satarak işportacılık yapıyorum.
Nitekim
o günlerde “Ferhad” şiirimi yazdım:
“evlerin kardeşiyim ben. rüzgârı sesle
gece çözülsün yalnızlığımdan
alıştım artık yokluğa, yoksulluğa
efkârdır bu: eser sultan yaylasından
ve ben eserim akşamla şehrin bağrında
zenginlik üreticileri halkı soyarken
yoksulluk kâtipleri halkı soyarken
vitrinler ve ucuz işporta halkı soyarken
sen esersin sabahla ey yalnızlık”
Gece
yarısı, herhalde ben meramımı anlatamadım.
Birkaç
gün geçti.
Asım
abi ile Sahaflar çarşısında Aslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevi’nde bir daha karşılaştık.
Boynuma sarıldı. “Ben yanlış anlamışım. Senin güzel şiirler yazacağını
biliyorum” dedi.
Nitekim,
“Çırak Aranıyor” kitabım çıktığı zaman da, ilk iki kitabım “Kuş Tufanı” ve
“Hücremde Ayışığı” üzerine “Sanat Emeği”nde bir yazı yazacak ve yazı daha
dergide çıkmadan matbaadan provalarını alıp o yıllarda çalıştığım Cumhuriyet
gazetesine getirecekti.
Gurbetten
sılaya yazılan bir mektup misali hâlâ saklarım o provaları…
Ve
bunca yıl geçti, yine temmuz, yine Sivas, yine Madımak, Asım abi, Metin,
Behçet, Hasret, Nesimi, Asaf, Muhlis, 35 can kardeş, arkadaş…
Ardından
bu acıya dayanamayan, bir başka ağabeyim Rıfat Ilgaz’ın vedası…
Yangın
hâlâ sürüyor.
*
Asım
Abi ile anılarımdan birine de Fazıl Hüsnü Dağlarca ortaktır. Cem Yayınevi’nde
düzeltmenlik yapıyorum. Dağlarca’nın “Horoz” kitabı matbaada dizildi,
düzeltmelerini yaptım. Kitap baskıya gidecek. Sonuna da Dağlarca’nın yüze
yaklaşan kitaplarının listesi eklenecek… Gece yarısı olmuş, matbaacı “Bunlar
önemli değil, şiirlerde bir yanlışlık yok, sen artık evine git, ben listeyi
okur basarım” dedi. Ertesi gün kitap matbaadan geldi. Dağlarca da yayınevinde… Kitabı
eline aldı, “Sen” dedi bana, “Bu Asım Bezirci’yi çok mu seviyorsun?” “Evet”
dememe kalmadan, “Horoz”un son sayfasını gösterdi. Dağlarca’nın “Asu” kitabının
adı, “Asım” diye çıkmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder