30 Ağustos 2012 Perşembe

BİR “BAKİ HOCA” VARDI…


Asıl adı Mustafa İzzet Baki  idi. Kimi yazılarında “Remzi Aczi” adını da kullandı. “Tercüman-ı Hakikat” başyazarı ve “Baba” olarak anılan gazeteci Ahmed Agâh Efendi tarafından “Abdülbaki” adıyla çağrılması nedeniyle bu adla tanındı.
Babası Ahmed Agâh Efendi’nin ölümü üzerine Gelenbevi İdadisi’nin son sınıfından ayrılmak zorunda kaldı. Bir süre Vezneciler’de kitapçılık ve Çorum’un Alaca ilçesinde mezun olduğu “Menba’ül-irfan”da ilkokul öğretmenliği yaptı.
1927’de Erkek Muallim Mektebi’ni, 1930’da İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi.
Konya, Kayseri, Balıkesir ve Kastamonu liseleri ile İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde edebiyat dersleri verdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde metinler şerhi okuttu.
Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde İslam-Türk tasavvuf tarihi ve edebiyatı okuturken 1945 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesine aykırı davrandığı gerekçesiyle tutuklandı, 10 ay hapis yattıktan sonra aklandı.
1949’da kendi isteğiyle emekliye ayrıldı.
Türkiyat Mecmuası, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası ve Şarkiyat Mecmuası gibi yayın organlarında edebiyat tarihi ve fütüvvetle ilgili çok sayıda makale yayınladı,
Aylık, Türk, İslam,  “The Encylopedia of İslam” ansiklopedilerine doksan beş civarında madde yazdı.
Melâmilik ve Melâmiler ve Kaygusuz-Vizeli Alâeddin’den sonra, 1936’da doktora tezi olarak hazırladığı Yunus Emre, Hayatı, Sanatı, Şiirleri’ni yayınladı. Onu Yunus Emre ile Âşık Paşa ve Yunus’un Batıniliği ve Pir Sultan Abdal (Pertev Naili Boratav ile birlikte) izledi. Mevlânâ’nın Mesnevi’sini (6 cilt) Türkçeye çevirdi. Yunus Emre Divanı’nı (2 cilt) yayına hazırladı.
1945’te yayınladığı ve divan edebiyatını İran edebiyatının kötü bir taklidi olarak nitelediği “Divan Edebiyatı Beyanındadır” incelemesiyle tartışmalara yol açtı.
Ömer Faruk Akün’ün “TDV İslam Ansiklopedisi”nde yazdığına göre “Çabuk parlar, bir görüşten onun tam karşıtı bir görüşe geçebilen mizacına mukabil bütün hayatı boyunca Şiilik ve Mevleviliğe büyük bir sadakatle bağlı kalmıştır. Şii usulünce namaz kılarken secdede başını koyduğu Necef taşını göz yaşı ile ıslatır, Mevlânâ’dan söz ederken gözleri yaşarırdı.”
Namaz kılmasına tanık olmadım, ama Mevlânâ’dan söz ederken gözlerinin yaşardığını çok gördüm. 60’lı yılların ortalarında Prof.Dr.İsmet Sungurbey, Doğan Hızlan ve Konur Ertop ile aynı masada buluştuğumuz çok günler oldu. Nuruosmaniye’de Cağaloğlu hamamının karşı köşesine düşen ve yalnız İskender kebabı yapan mekanda öğle yemeği nedir, akşamın kandili Aksaray’da söndürülürdü.
Nâzım Hikmet hayranıydı. Bu nedenle olacak Nâzım’ın destanını yazdığı “Sımavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin”in manâkıbını İsmet Sungurbey ile Türkçeye kazandırmış, ayrı bir kitap olarak da Bedreddin üzerine bir inceleme kaleme almıştı.
25 Mayıs 1966’da “Aziz Refik Durbaş’a sevgilerle” diye imzaladığı inceleme, hafızamda o günlerin anısı olarak hâlâ yaşamaktadır.
Divan şiiri, İslam tasavvufu, İslam mezhep ve tarikatları, İslami Türk edebiyatı konularında derin araştırmalarıyla tanınmış bir bilim adamıydı.
Adı Abdülbaki Gölpınarlı idi.
12 Ocak 1900’de İstanbul’da doğmuştu. 25 Ağustos 1982’de kendi deyişi ile “fani varlığını ebediyete bağışladı.”
Doğrusu 20. ölüm yılında hatırlanmasını isterdim, özellikle “muhafazakâr sanat”ın gündemde olduğu bir zamanda…
Üstat şiirler de yazmıştı.
İşte yazdığı şiirlerden biri…

“Pirim yeter artık beni ferdalara atma
Benlik yetişir benliği benliklere katma

Sun gayri hayâl eylediğim bâde-i vaslı
Firkat şeb-i yelda gibidir artık uzatma

Bûs etti lebim hırka-i fahr-i dü cihanı
Öptürme leb-i gayri der-i lütfu kapatma

Her yerde düşen başıma ey saye-i rahmet
Rahm et kuluna bendeni bî-gâneye satma

Âciz değilim aczim a sultânım efendim
Zerren olayım Şemsine hurşîde aratma

Sırrın için ey şâh-ı keremkâr-ı vilâyet
Al nezdine Bakîyi de ferdalara atma

30 AĞUSTOS 2012, BİRGÜN

GÖLGESİ YALNIZLIĞIN…


GÖLGESİ YALNIZLIĞIN…

Orada bekliyordu her sabah.
Bir özel bankanın önünde.
Dudaklarının ucunda filtresiz bir sigara.
Yüreğinde “sanal” ve “banal” heyecanlar...
Ev kirası...
Bir önceki geceye kilitlediği yalnızlığı...
Sabahın kapısı önünde unuttuğu düşleri...
Cüzdanında iki banka kartı arasına sıkıştırdığı elli lirası...
Kirpiklerinin ucuna astığı hüznü ile orada bekliyordu her sabah.
O özel bankanın önünde...
Yüzleri, karanlığın şehvetiyle aydınlanmış kızlar geçiyordu.
Birden kendisini bir aydınlık içinde yüzer buluyordu.
Ve okula giden çocukları görüyordu kibrit kutusu büyüklüğündeki minibüslerin içinde.
Çocukluğunu düşünüyordu...
Kara önlüklerle giderdi okula bir dağ yolundan.
Bir ince dere vardı okulun kapısı önünden geçen.
Çantasını dere kıyısına bırakır, kurbağa yavrularıyla oynardı.
Suda oynaşan toplu iğne büyüklüğünde canlılardı kurbağa yavruları.
Siyah, simsiyah o minik canlılar yine de sığmazdı minik avuçlarına...
Okul bir düştü, oyun bir düş...
Ne zaman başlardı okulun zamanı, ne zaman biterdi...
Bilinmezdi.
Okuldan çıkar çıkmaz o dağ yoluna gizlenmiş kovukta çantalar kale yapılırdı, içine ödev kâğıtları doldurulmuş bir lastik de top...
Ve maç başlardı.
Güneş, gölgesini o dağın kayalıkları üzerinden silene kadar devam ederdi maç.
Yenmek ya da yenilmek...
Hiç önemli değildi.
Yeter ki, toza toprağa bulanmış bir top olsun.
Yeter ki, düşlere yelken açan bir zaman...
Orada bekliyordu her sabah.
Bir özel bankanın önünden.
Birazdan bir minibüs de onun için gelecekti.
Onu alıp bu labirentlerle örülü kentin bir başka sokağına, bir başka zamanına götürecekti.
Bir başka düşün, bir başka hüznün zamanına...
Onunla birlikte sabah güneşi de gidecekti, o güneşin aydınlığı da...
Gecenin karanlığını güzelliklerinin ışığıyla aydınlatan kızlar da...
Bir gölgesi kalacaktı yalnızlığının...
Bir gölgesi, orada her sabah...

BEDEL

Yağmura değdi elim
buluta, rüzgâra
akşamın mermerine
uçan kuşa, umuda
sabahın gamzesine değdi

Saçına değmedi
ruhuna da değmedi
sabırla dokuduğum
taşa, hasrete değdi

Sabrın ücreti olmaz
ama, bu karşılıksız
aşkın bedeli ne idi?

23 AĞUSTOS 2012, BİRGÜN

21 Ağustos 2012 Salı

TURİZM DEYİNCE…


İtiraf edeyim, 12 Mart 1971’den 12 Eylül 1981’e kadar devlet ile işim de, ilişkim de olmadı. Mesela pasaport almadım. Oysa sarı basın kartım vardı, Cumhuriyet’te çalışıyor, yazılar yazıyordum. 1971’den beri de kitaplarım çıkıyordu. Ama nedense devlet, beni bir biçimde unuttu, askere almak aklına gelmedi. 12 Eylül’de evlenmeye karar verince asker kaçağı olarak yakalandım ve tam 20 ay Malkara’da mekanize piyade eri olarak 62/3 tertip askerliğimi tamamladım.
Bu nedenle ilk yurt dışı gezimi 1984’te “turizm yazarı” olarak Bulgaristan’a yaptım.
O yıllar Jivkov dönemi… “Kompleks” adını verdikleri turistik tesisleri var her tarafta… Yalnızca grup olarak gidilebiliyor. Haziran ayı başında kırk kadar ülkeden gazetecilere bir gezi düzenliyorlar. On gün kadar süren gezi Burgaz’dan başlıyor, Kızanlık’ta gül festivali ile bitiyor. Bu geziyi en iyi yazan gazeteciyi ise bir yıl sonra yine davet ediyorlar.
Gezinin ikinci günü Varna’daydık. Mihmandarımız Bulgar, bir dağ yamacında, kayaya oyulmuş bir at freskini 1500 yıllık Bulgar tarihinin simgesi olarak anlatmaya başladı.
Grupta Kıbrıslı genç bir gazeteci de var. Az buçuk Türkçe de biliyor. Freske baktı baktı, “Yahu” dedi, “bunlardan Kıbrıs’ta binlercesi var, ayrıca bu Bulgar değil, düpedüz Osmanlı sipahisi…”
Ve o akşam bavulunu topladığı gibi Kıbrıs’a döndü.
*
90’ların sonunda üç genç girişimci “kültürel turizm” yapmak amacıyla bir şirket kurmuşlar. Yine haziran ayı, Venedik Bienali var. Geziye benimle birlikte bir baba-oğul ve Orta Anadolu’da, tavukçuluk yapan 3-4 aile katılmış…
Venedik’e gelir gelmez baba-oğul hemen Torina’ya gitti. Makine parçası bakacaklarmış, gezi sonunda döndüler.
Çoluklu çocuklu aileler ile bir gün dahi bienali gezmediler. Üstelik otelde olay çıkardılar. Çünkü dışarıda bir şey yemiyorlar, yanlarında getirdikleri tüpgazda yemek yapıyorlardı. Bavullar dolusu, kızıma çeyiz, oğluma damatlık diye çarşıda kumaş bırakmadılar.
*
Kültür turizminden söz ettiğimi anlamışsınızdır.
Peki, nedir kültür turizmi?
ÇEKÜL Vakfı ile Tarihi Kentler Birliği’nin hazırladığı “Sürdürülebilir Kültür Turizmi İçin Kamu-Yerel-Sivil-Özel İşbirliği” kitapçığında bu sorunun yanıtı şöyle veriliyor:
“Kültür turizmi; doğal alanları, anıtsal ya da sivil mimari yapıları, sanat ürünleri, koleksiyonları, kültürel kimlikleri, gelenekleri ve dilleri kapsayan, somut ve somut olmayan kültür mirasının tüm ürünlerini paylaşmayı ve tanımayı amaçlayan bir gezi türü”dür.
Biz turizmi yalnızca emekli Alman ve İngilizlerin kum ve güneş için Akdeniz sahillerine gelmeleri olarak anlıyoruz. Oysa bütün Türkiye coğrafyası, bütün tarihi ve kültürel kimliği ile bir açık hava müzesi…
Bu coğrafyanın kendine özgü bir görünümü, fiziksel yapısı, yaşam biçimi yanında farklı bir “ruh”u da var.
Önemli ölen bu hissedebilmek, onu yaşar ve yaşanır kılmak…
Tarihi kentleri beton yığını plazalar ile dolduran, sanata “ucube” diyen, sanatçısını hor gören, geleneksel yapı diye çakma “Mimar Sinan” projelerine onay bir anlayışın kültür turizmi ile bir ilgisi ve ilişkisi olabilir mi?
  
ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Ustalardan gençlere resim, heykel ve fotoğraf sergisi 31 Ekime kadar Tem Sanat Galerisi’nde görülebilecek. Sergide İbrahim Safi,  Abidin Dino,  Adnan Varınca, Mustafa Aslıer, Gökşin Sipahioğlu, Mürşide İçmeli, Ömer Kaleşi, Alecos Fassianos, Nevin İşlek, Güngör İblikçi,  Metin Talayman, Yuri Kuper, Mehmet Güler, Zeki Fındıkoğlu, Miharu Shiota,   Hüseyin Ertunç, Abdulkadir Öztürk, Yavuz Tanyeli, Angelos Panayiotidis, Fuat Acaroğlu, Gülden Artun, Nur Özalp, İsmail Yıldırım, Talat Enlil, Mithat Şen, Selma Gürbüz, Devabil Kara ve Özlem Özkan'ın yapıtları yer  almakta...

DEFTER

Çok sayfalı bir defterdi ömrüm
her sayfasına bir ömür ekledim

Defter, bitecek günü geldiğinde
bitecek elbet benim de ömrüm

Ama, sakın meraka salma gönlünü
artık sende yaşayacak ömrüm çünkü

16 AĞUSTOS 2012, BİRGÜN

11 Ağustos 2012 Cumartesi

SU AZİZDİR...


Ahmet Hamdi Tanpınar, çocukluğunda bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştır. Kadın sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklar:
- Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş...
Tanpınar, daha sonra kadının fotografisini şöyle çıkaracaktır:
“Adeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı.”
“Beş Şehir” kitabında İstanbul’u anlatmaya böyle başlayan Tanpınar, daha sonra sözü “dört yanını su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şakırtılarıyla, güvercin uçuşlarıyla dolu sandığı” çocukluğuna getirecek ve o ihtiyar kadın gibi “her su başını bir hasret masalı yapan o meraka senelerden sonra ancak bir mana verebilecektir.”
 Çünkü İstanbul nasıl babası için hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri ise, o ihtiyar kadın için de serin, berrak, şifalı suların şehridir.
Yalnız İstanbul mu?
Türkiye’nin her yöresi bir su cennetidir.
Erzurum’da Cumhuriyet caddesinde bulunan “Ulu Cami”nin köşesindeki çeşmenin suyunu rahmetli babam gençliğinde Palandöken’den getirmiş, o zamanlar Erzurum belediyesinde su tesisatçısı…
Bir Erzurum’a gittiğimde o çeşmeden bir damacana su getirmiştim. Babam, “Su azizdir” diyerek yudum yudum o suyu neredeyse iki yılda tüketmişti.
Tanpınar’ın İstanbul sularını tarif ettiği zamandan günümüze üç çeyrek yüzyıl dahi geçmedi.
Peki, şimdilerde nicedir İstanbul sularının ahvali?
Tarihe baktığımızda Bizantion yerleşmesi su ihtiyacını sarnıçlar, kuyular ve kaynaklardan sağlıyor. Roma döneminde kentleşme başlayınca İmparator Hadrianus ilk isale hattını yaptırtıyor. Daha sonra Kostantinus, Valens, Teodosius Istrancalar’dan ve Belgrat ormanından su getirtiyor.
İstanbul’un fethinden sonra nüfus çoğalınca yaptırılan Fatih, Turunçlu, Bayezid, Mahmutpaşa, Şadırvan su yolları da zamanla yetersiz kalıyor.
Kanuni, suyun azalması ve pahalı olması sorununa çözüm getirmek için Mimar Sinan’ı görevlendiriyorsa da daha sonra “şehrin nüfusunun artacağı ve iaşenin zorlanacağı” gerekçesiyle bu işten vazgeçiliyor.
“Eski” İstanbul’da isale hatlarıyla ya da kaynaklardan gelen suyun varacağı son durak ise çeşmeler...
Tanpınar’ın deyişiyle hemen her mahallenin “üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan küçük ve fakir, süslü” çeşmeler...
Bugünse “ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaların” taşıdığı damacanalar, artık yerini  “pet” şişelere bırakmış durumda...
Sosyal devletin asli görevlerinden biri de yurttaşına temiz, sağlıklı, üstelik ücretsiz su içirmek değil midir?
Ama anamalcı düzende su da bir rant aracına dönüşmüşse başka söze gerek var mı?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Dr. Saadi Nâzım Nirvan’ın 1946 yılında yayınlanan “İstanbul Suları” kitabında yazdığına göre İstanbul’un kaynak suları: HALİÇ: Kumbarhane, Galatasaray, Hamidiye; KÂĞITHANE: Ayazma, Kanlıkavak, İshak Ağa: SARIYER: Çırçır, Kestane, Hünkâr, Fındık, Gürcü, Fıstık; BÜYÜKDERE: Sultan, Kocataş, Kefeliköy; ÇAMLICA: Büyük Çamlıca, Tiryal Hanım, Tomruk, Kısıklı, Küçük Çamlıca, Ömerefendi, Şekerkaya; KAYIŞDAĞ: Kayışdağ, Zeynel Dayı, Ayazma, Hacı Ömer, Fındık, Lağım, Kestane, Alemdağ, Taşdelen, Taflanlı, Büyük Elmalı, Küçük Elmalı; BAKIRKÖY ve FLORYA: Tuna ve Azatlı suları... Bakın bakalım, evinizde bu sulardan bugün hangisini kullanıyorsunuz?
*Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin “Deneyimin Ötesi” başlıklı sergisi yarın saat 19.00’da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde açılıyor.

PENCERE

Kalbim, aşkına açık pencere
ister, önünde hasretimin seyrine dur
ister, karşısında gurbetimi bekle

09 AĞUSTOS 2012, BİRGÜN

YAZI, BİR ISSIZLIK ALANI MIDIR?


Salâh Birsel, bir konuşmamızda “Benim günlüğüm Cumhuri­yet döneminin ilk edebiyat günlüğüdür. Daha doğrusu Türk edebiyatının ilk edebiyat günlüğü­dür.” demiş ve eklemişti: “Benden dört yıl sonra Ataç başlamıştır günlüklerine.”
Cumhuriyet dönemi edebiyatında “anlatı” denilince de ilk akla gelen Demir Özlü olmalı…
Özlü, “Bir Beyoğlu Düşü”, “Berlin’de Sanrı”, “Kanallar”dan sonra anlatılarına bir yenisini daha ekledi: “Önünde Boş Bir Uzam” (Yapı Kredi Yayınları)
Anlatıcı, bir bakıma da bizzat Özlü’nün kendisi, bir gün “büyük ağaçlarıyla, bahçeleriyle, ağaçların ardına çekilmiş olan, eski ama bakımlı köşkleriyle, otomobil yollarını ıssızlığa bırakarak sanki sonsuz bir zaman boyunca varlıklarını sürdürecek gibi olan sokakları” dolaşmaya çıkar.
Ve bu sokaklar onun yurduyla, yurdundan uzak yaşadığı sürgün, çocukluğu, gençlik günlerinin siyasal savaşımı, yeni teknoloji çağında büyüyen oğlu, bir anlamda da edebi kişiliği dahil bütün bir geçmişiyle hesaplaşma alanı olacaktır.
“Bunaltı” Özlü’nün ilk öykü kitabının adı olduğu gibi, bugüne kadar yazdıklarının ana izleklerinden biri, hatta başlıcasıdır.
“Önünde Boş Bir Uzam” da “bilinmez bir tenhalık ve ıssızlık” dokusuyla örülü, bir başka deyişle “bunaltı”nın yoğun olarak duyumsandığı bir özel anılar toplamı olarak okunabilir.
Neler mi vardır bu anılar yumağında?
Ülkesinde hapis yatmamıştır, ama iki kez gözaltına alınmış, askerlik görevini yaparken rütbeleri sökülerek Doğu’da Kürtlerin yaşadığı en soğuk bir bölgeye sürgün edilmiştir.
Gençlik yıllarında bir işçi partisinin oluşumunda yer almış, bu yüzden de üniversite kariyerinden uzaklaştırılmak zorunda bırakılmıştır.
Çünkü onu ilgilendiren “acı çeken bilinçtir.”
Ve sorular sorar, sorgular…
“Yaşadığımız dünyada aşka yer var mıydı?”
“Yazmak da bir çalışma değil mi? Boş kâğıtlar karşısında oturmak, ıstırap çekmek, neden kol emeğiyle çalışan insanlar karşısında utanma duygusuna yol açsın?”
“Yazınla uğraşmak da, hiç olmazsa insanların bilinçlenmesine o ‘ruhsal yapı’ denilen şeyin derinlemesine -vicdan diye yazmaktan çekinsen de- yardım etmeyecek miydi?”
Dostoyevski’nin “Kumarbaz”ına göndermede bulunur: “Yaşamda çıkar ardında koşmayan kişi aşkta da acı çekmeye yargılı değil midir?”
Lars von Trier’in “Melancholia” filmini izledikten sonra düşünür: “Maddeci bağımlılık dünyamızı yaşanır bir dünya olmaktan uzaklaştırmaktadır.”
Demir Özlü’nün de içinde bulunduğu 50 Kuşağı öykücüleri sözcükleri, deyimleri kalıplaşmış biçimlerinden çok, bilinen yerlerinden ayrı konumlarda kullanmayı denediler. Böylece o sözcüklerle deyimlere yeni anlamlar kazandırdılar.
Hacminin küçük olmasına karşın “Önünde Boş Bir Uzam” anlatısının derinliği de bu anlayıştan gelmektedir: Dili kullanım ve anlatım ustalığından…
 Ve bir not: Okur, bütün anlatının içinde “ve” sözcüğünü göremeyecektir, çünkü Özlü, onu hiç kullanmamıştır.

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Osmanlı imparatorluğu I.Dünya Savaşı sonrasında ağır bir yenilgiye uğramıştır. İnsan varlığı ve ekonomisi perişan durumdadır. Devleti kurtarmak için çareler aranır. Kimileri de Amerika ya da İngilizlerin himayesine girilirse ülkenin kurtulacağı inancındadır. Yani “mandacılık”ı savunurlar. Yahya Kemal bu öneri sahiplerine şöyle diyecektir: “Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alma için döktürdüğü toplardan her birini kırk mandaya çektirmişti. Bunlar ise koca imparatorluğu tek bir mandaya çektirecekler.”
*Fazıl Hüsnü Dağlarca.son yıllarında Mühürdar’da oturduğu evinin gençlerin buluşacağı bir kahve-kütüphane yapılmasını vasiyet etmişti. Ölümünden ardından kaç yıl geçti, ama vasiyeti hâlâ neden yerine getirilmedi? Bilen var mı?
*”Twitter, kulaktan kulağa gizli yapılan dedikodunun sanal âlemde aleni kılınmasıdır” dedi.

GAMZE

Gençliğinde sevdiğin genç kızların
ne anılar gizlidir gamzesinde
Şair, çözebildin mi sırrını?

Bu yüzden mi seraba kayıtlı
o günler ömrünün gamzesi?

Bir bunun için, bunun için mi
anılarınla yaşlanmak istiyorsun?

02 AĞUSTOS 2012, BİRGÜN