31 Mayıs 2012 Perşembe

KARA BİR KARANLIKTA


Gece, uzun ve karanlık… Ağzı geniş kulplu bir kavanoz gibi gece... Karanlık, bir siyah şal olarak kaplamış her yanı... Uzun bir karanlık… Uzun hüzünlerin gecesi, bir de karanlığın...
 Beyaz bir benek halinde yol alıyor karanlığın içinde otobüs...
 Otobüsün içinde kalbi kırık, hüzünlerle örselenmiş kırk yolcu...
 Gözleri uykunun mahmurluğuyla, yürekleri vuslatın heyecanıyla bezeli kırk yolcu...
 Kırk günlük yoldan kırık hayaller dehlizinde geleceklerini aramaya çıkmış kırk yolcu...
 Evlerin bütün ışıkları sönmüş, hiçbir sokak lambasının yanmadığı, kaldırımları kara bir karanlığın taşlarıyla döşeli, gökyüzünün başını alıp başka bir evrende yuva kurduğu bir kentin giriş kapısında duruyor otobüs…
 Balıkesir olabilir mi burası?
 Neden olmasın?
 Ama kime sormalı adını ve soyadını bu kara karanlıkta?
 Zamanın kalp atışlarının durduğu bir an…
 Sürücü el frenini çekiyor.
 Birden seksen göz kapağı açılıveriyor aydınlığın sevinciyle...
 Gelen kim, gelecek kim?
 Bir başka sürücü…
 Nöbet değişimi...
 Yolun değil, yolculuğun nöbet değişimi...
 Yeni sürücü, elinde gecenin karanlığında bir kor halinde parlayan sigarasıyla biniyor otobüse.
 Otobüsü İzmir’den beri getiren sürücü, yedek sürücü koltuğuna geçiyor. Muavin, bagajın yan bölmesine, bundan sonraki yolculukta uykunun çıplak memelerinden emmek üzere...
 Yeni sürücü, sigarayı dudağına yapıştırıyor ve sol eliyle direksiyonu kavradıktan sonra sağ eliyle kontak anahtarını çeviriyor.
 Yeniden hareket zamanı...
 Yayından boşalmış bir ok misali fırlıyor gecenin koynundan otobüs.
 Kırk yolcunun seksen gözü yeniden kepenklerini indiriyor.
 Ah uyku, sen munis annesisin geçmiş ve gelecek zamanın ve yorgun bedenlerin.
 Senin kollarının arasında büyür.
 Şimdinin hüznü...
 Geçmişin kederi...
 Geleceğin sevinci...
 Kara karanlığı aydınlatan şimdi yalnızca sürücünün sigara alevi...
 Bursa’yı, Yalova’yı geçen otobüste hiç bitmeyen, içildikçe büyüyen sigaranın alevi… Yalova’yı geçer geçmez duruyor birden otobüs.
 Sürücü, sigarasından bir nefes çekiyor ve parmaklarının arasında bir kül halinde kalıyor o hiç bitmeyen sigara.
 Sigaranın uzun, o upuzun dumanında önce teker teker yolcular, ardından otobüsün beyaz, o bembeyaz bedeni kaybolup gidiyor.
 Ve birden bembeyaz bir aydınlığa kesiyor bütün bir yeryüzü ve gökyüzü ile dünya; geçmişi, şimdisi ve geleceği ile zaman; hüzünleri ve sevinçleriyle bütün insanlar...
 Aydınlanıyor İstanbul...
***
Uyku, en güzel hazinesidir ihtiyarlığın; yalnızca anılarla zenginleşir rüyalar çünkü…
ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*16. yüzyıl İtalya’sının üç büyük ustası Michelangelo, Leonardo ve Raphael’in bilim ve sanatta bıraktıkları izleri gözler önüne seren “The Great Masters” sergisi yarın Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde açılıyor. Vestel’in ana sponsorluğunda, ARTER Tasarım ve Mimar Sinan Üniversitesi tarafından düzenlenen ve 31 temmuza kadar ziyarete açık olacak sergi, Türkiye’nin ilk gerçek interaktif sanat sergisi olma özelliğini taşımakta…
*Orhan Kemal Kültür Merkezi tarafından düzenlenen gerçekçi edebiyatımızın büyük ustası Orhan Kemal’i anma ve “Heyulanın Dönüşü” adlı yapıtıyla bu yıl 41.Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan Yiğit Bener’in ödül töreni yarın saat 10.30’da Beyazıt’taki Orhan Kemal Kütüphanesi konferans salonunda…
*Kırmızı Yayınları’nın desteği ile düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü, 2 haziran cumartesi günü saat 19.30’da Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda yapılacak törenle bu yıl ödülü kazanan Tozan Alkan’a verilecek. Törende ayrıca Fazıl Say, Behçet Aysan, Metin Altıok ve Aziz Nesin’in şiirlerinden bestelediği “Ses” adlı yapıtını seslendirecek.

UYKU

Uykunun merhametine
misafirim ol bu gece

Gurbetine uyandır beni
hasretine uyansın gece

31 MAYIS 2012, BİRGÜN

29 Mayıs 2012 Salı

TİYATRONUN DEVLET İLE SINAVI…


Cemal Süreya, “Yazarın Devletle İlişkisi”ni kaleme aldığı yazısında şu saptamalarda bulunur (Papirüs dergisi, sayı: 37):
1940’dan sonra devlet yazardan uzaklaşırken yazar da dev­let yöneticilerinden uzak durmaya çalışmıştır.
Cumhuriyet’in 1923-1940 yılları arasındaki ilk döneminde devletle devletin devrimci niteliğini olduğu kadarıyla üstlenen yazar, karşılıklı bir güven ve ilişki içinde bulunmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’na kadar ün yapmış yazarlar büyük burjuvaziden, varlıklı ailelerden gelirken 1950’den sonra beliren yazar ise işçi, köylü ya da küçük bur­juva çocuğudur.
Tiyatro da yazarı, oyuncusu, sahne önü ve arkası çalışanı ile elbet bu konumun dışında değildir.
Yazarları kovuşturmaya uğramış, turneleri yasaklanmış, sansür karabasanı onların da yaşamlarını kanatlarını altında tutmaya çalışmıştır.
Birçok tiyatrocunun anıları böylesi kara-mizah örülü anılarla bezenmiştir ki, tiyatro tarihi açısından günümüze ışık tutmaktadırlar.
“İstanbul Tiyatrosu”nun neredeyse bütün oyunlarını yazan Yusuf Sururi, Atatürk’ün de seyrettiği “Emir” operetinin de yazarıdır. Opereti çok beğenen Mustafa Kemal, Anadolu’da oynanması için emir de vermiştir.
Tiyatro, Malatya’ya gider. Tıklım tıklım dolu salon, ilk bölümden sonra alkışlarla inlemektedir.
Kısa bir aradan sonra bir barda geçen ikinci bölüm başlar.
Ama perde açılır açılmaz bir başkomiser sahneye fırlayacaktır:
“Tamam, artık oyun devam edemez! Herkes evine!”
Nedeni sorulunca şöyle yanıtlayacaktır:
“Malatya’da bar açmak yasaktır!”
Bir polis öyküsü de Müşfik Kenter’in başından geçer.
Kenterler, Necati Cumalı’nın “Nalınlar” oyununu oynamaktadırlar.
Bergama’da turneye giderler.
Müşfik Kenter, rol gereği sahnedekilere ayna tutup kaçmaktadır. Yine aynayı tutar, tam kaçmak isterken bir polis yakasına yapışır:
“Ne arıyorsun burada?”
“Tiyatrodanım ben, oyuncuyum.”
Polis, dinlememekte, Müşfik Kenter’i karakola götürmek istemektedir.
“Oyuncuysan, sahnede olacaksın” der, “ne işin var burada?”
Müşfik Kenter, araya seyircilerin girmesiyle “Zehir Hafiye”den kurtulacaktır.
Müjdat Gezen de Ulvi Uraz Tiyatrosu ile Adana’da Refik Erduran’ın “Kartal Tekmesi”nde oynamaktadır.
Oyunun ortalarında, seyircilerin arasında bir trafik polisi belirir. Elinde bir buket çiçekle sahnenin önüne gelir.
Oyun bir ara durur. Polis, buketi Ulvi Uraz’a uzattıktan sonra şöyle diyecektir:
“Sayın emniyet amirim görevde olduğu için gelemedi ve bu çiçekleri gönderdi.”
Gerçekten de güler misiniz, ağlar mısınız?
Devlet, geçmiş dönemlerde sanattan, sanatçıdan uzak duruyordu. Kimi tiyatroları yasaklasa bile nadiren olsa da çiçek gönderdiği oluyordu. Ama hiçbir zaman tiyatroları “toptan” kapatmaya yeltenmemişti.
“İleri demokrasi”de bunu da gördük işte…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Sanatçılar sadece sanatçı olduklarından cezaevine atılmış, işkence görmüş, sürgün edilmiş bu ülkede. Nedir bu aydın düşmanlığı anlamak mümkün değil. Milliyetçi-muhafazakâr görüşlerin hepsinde bu var. ‘Bizden değilsen, beni alkışlamıyorsan’ çek git diyor. Seni engellerim, yasaklarım diyor. Hâlâ insanların üzerine korku saldıkları için her şey otosansürlü bir şekilde ortaya çıkıyor. Onun için her alanda faşizan bir baskı var. (Uçan Süpürge Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alan Füsun Demirel’in konuşmasından…)
*Bursa’da yayınlanan aylık şiir ve eleştiri dergisi “Akapalta”nın mayıs, 149. sayısında kırktan fazla şairin şiir ve yazıları bulunmakta… Dergi, şair ve yazarların bağışladıkları telifler ve sürekli katkılarıyla yayınlanmakta…  

MEÇHUL

Hasretine bağışladım ömrümü
gurbetine geldim, sılana
iki kaşının arasında uyumaya
sana özge ne varsa, bana hicran
bana, seni görmek ne meçhul
ömrümü yakmaya sana geldim

Ömrümün nişanesi sana geldim

24 MAYIS 2012, BİRGÜN

19 Mayıs 2012 Cumartesi

BAŞBAKAN TİYATRODAN NE ANLAR?


“Ülkemizi büyük yapan mucizenin tiyatro oldu­ğunu söylersem şaşmayınız...
Tiyatro, müzik ve bunları topluca içine alan kültür me­selelerine hususi bir dikkat sarfeder.
Milletimizin her ferdinin bugünkü hayat şartları içinde iktisadi sahada yapmak zorunda kaldığı mücade­leden fikir münakaşasına hemen hemen hiç zaman ayırmadığını çok iyi biliyoruz.
Ancak, bu görüş bizi hiçbir vakit günlük, maddi ihtiyaçlar karşısında yenilip fik­ri ve manevi meseleleri ihmale götürmemelidir.
İnsan topluluğunu ahlak bakımından en çok sarsıntıya uğratan şey iktisadi buhranlardır.
İşte bil­hassa böyle zamanlarda, fikre ve dolayısıyla fikri en kudretli şekilde ifade eden tiyatroya büyük önem ve yer vermek lazımdır.
Klasik eserlere yer vermeyen bir tiyatroyu nasıl düşünemezsek, zamanımızın meselelerini ele almaktan kaçı­nan bir tiyatroyu da düşünemeyiz.
Tiyatroda hudut sa­dece tabii ahlak kaideleridir.
Biz konusu dikte edilen siyasi tiyatroyu reddediyoruz.
Ti­yatroda bir piyesin oynatılması “emir” veya “yasak” edi­lemez.
Böylesi bizim fikir hürriyeti anlayışımıza tama­men zıttır.
Tiyatronun zamanımızdaki vazifesi, günlük hayat mü­cadelesinde yorgun düşüp maneviyatları bozulan insan­lara yeniden yaşama isteği vermek veya bunun aksine rahat hayat şartları içinde uyuşmuş olanları sarsıp uyandırmaktır.
Tiyatronun cemiyet içindeki büyük vazifelerini kabul edince bundan bizlere doğacak olan borçları kabullenmemiz gerekir.
Bunların en başta geleni de tiyatroyu yaşatmaktır.”

***             

Almanların eski Başbakanlarından Konrad Adenauer’in yukarıdaki sözleri Muhsin Ertuğrul’un 1 Şubat 1964 yılında yayınlanan “Türk Tiyatrosu” dergisinin 354. sayısından…
Ülkemizde bugün tiyatro denince ilk akla gelen sanat adamlarından Muhsin Ertuğrul, kendi düşüncesini şöyle açıklıyor aynı yazıda:
“Biz bir ruh kalkınmasının ancak bütün güzel sanatları bir çatı altında toplayan tiyatro yoluyla gerçekleşeceğine inanıyoruz.”
Ve ekliyor:
“Kafaları işlemeye müsait olmayanların tek uğraşma konusu elbet ayak ve postal olacaktır.”
Hal böyle olunca tiyatro üzerine tartışmanın ne anlamı var?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* Her yıl genç opera sanatçılarının yoğun ilgisine sahne olan Siemens Opera Yarışması, 14. yılında bir kez daha sanatseverler ile buluşuyor. Ön elemelerinin 5, 6, 7 Haziran’da yapılacağı yarışmanın ödül töreni ve gala gecesi ise 08 Haziran Cuma akşamı gerçekleşecek…
* Bütün sinema sevenlerin ve filmcilerin, “Kültürler Arası Diyalog” temalı kısa filmlerini beyaz perdeye taşımalarını hedefleyen “Crossroads 7. Uluslararası Kısa Film Festivali”ne son başvuru tarihi 1 Kasım 2012 olarak belirlendi. Adaylar başvuru ile ilgili ayrıntılı bilgiye www.jciistanbulcrossroads.com adresinden ulaşabilecekler.

SERAP

Bekledim bunca yıl gençliğimi
misafir olasın diye ömrüme

Adaşım idi mehtap
yoldaşım, adın gibi serap

İhtiyar çağımda şimdi
hangi bahtiyar iklime
misafir edeyim seni?

17 MAYIS 2012, BİRGÜN

15 Mayıs 2012 Salı

BİR ATA KRALI CÜNEYT TÜREL…


Çocukluğu Yavuz Sultan Selim, Kumrulu sokakta geçmiştir. O sırada ağabeyi Metin Türel, Galatasaray lisesinde yatılı okumaktadır. Babası ise onu Robert Kolej’e vermek istemektedir, fakat iki çocuğu paralı okulda okutacak kadar maddi durumu iyi değildir. Zaten o da itiraz eder, “Ben paralı okulda okumam” diye…
Vefa lisesinde öğrenimine başlar. O sıralar hayli haylaz bir çocuktur. Kendi deyişi ile “Olmadık kepazelikler yapar” ve babası okuldan alarak Eskişehir’e dayısının yanına sürgüne yollar.
Eskişehir’de birden akıllı, uslu bir çocuk olacaktır, daha sonraki yaşamındaki gibi…
Ve babası da armağan olarak ertesi yıl onu İstanbul lisesine yazdıracaktır.
Tiyatro yaşamı da İstanbul lisesinde başlar Molier’in “Zor Nikâh” oyunuyla… Oyunda bir profesörü canlandırdığı için de adı okulda “Profesör” olarak kalacaktır.
Bütün bunlar geçenlerde yitirdiğimiz Cüneyt Türel’in çocukluğunun kısa bir özeti olarak okunabilir.
Hastalarına “neşter” ile değil, gönül güzelliğiyle sağlık aşılayan Kalp ve Damar Cerrahı Doktoru Prof. Nevzat Doğan, ki benim de dört damarımı ince bir operasyonla değiştirmiştir, ölümünden çok kısa bir süre önce Cüneyt Türel ile bir konuşma yapıyor. Eşi Ferhan Doğan da Türel’in son fotoğraflarını çekiyor ve konuşma geçenlerde İstanbul Liseliler Derneği’nin üç ayda bir yayınladığı “Sarı-Siyah” dergisinde yayınlandı.
Söyleşi Türel’in kamuoyunca pek bilinmeyen yönlerine değindiği için ayrıca önemli…
İstanbul lisesinde daha sonra bir “radyo tiyatrosu” yapar. Grundig marka bir teybe Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” oyununu okur ve konferans salonunda bütün öğrencilere dinletir.
Bu arada sporla da ilgilenir. Basketbol oynamaya çalışır, ama beceremez. Taraftarı olduğu İstanbulspor kümeden düşünce, onun bir rengini muhafaza etmek için Beşiktaş’ı tutmaya başlar.
Tiyatroda profesyonel yaşamı “Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu”nda başlar. Onu ilk keşfeden de Tuncel Kurtiz’dir. Lisenin son günleridir, Kurtiz okulun demir parmaklıklarından aşırarak Gülriz Sururi ile Engin Cezzar’ın önüne atar. İlk oyunu Leonid Andreyev’in “Aklın Oyunu”nda çok küçük bir roldür.
Tiyatro yaşamında her zaman en öndedir. Sinema ve seslendirmeyi daha çok geçinmek için yapar. Sinemada Fikret Hakan, Kadir İnanır, en çok da Tarık Akan’ı seslendirir.
Üniversitede deneysel sosyoloji okur. Zaman zaman “Keşke sosyolog olsaydım” diye düşündüğü olmuştur. Hocası Cahit Tanyol’dur, üniversitede kalmak istemektedir. Fakat hocası öyle zor sorular sorar ki, o da kırılır ve vazgeçer.
 Shakespeare’in “III.Richard” oyununda Richard, Türel’in en çok oynamak istediği roldür.
Oyunun başlangıcındaki dizeler de Türel’e bir veda armağanı olsun…
“Şimdi zor zamanlarımızın kışıdır
Muhteşem York güneşi tarafından ortaya çıkarılmıştır
Evimin üzerinden geçen bütün bulutlar
Okyanusun derin koynuna gömülmekte.”

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* Geliri grevdeki “Hey Tekstil” işçilerine verilecek Red Fotoğraf Grubu’nun “Göz-El Emek Yorum Fotoğrafları Sergisi”, Türkiye Yazarlar Sendikası sergi salonunda 18 mayısa kadar görülebilir.
* Füruzan, Sabit Fikir - İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen “Sözünü Sakınmadan” söyleşisinde 15 mayısta Semih Gümüş ile Ömer Türkeş’in sorularını yanıtlayacak.
* Ruhi Su Kültür ve Sanat Derneği  -  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen etkinlikte bugün saat 20.00’de Ruhi Su Dostlar Korosu eski şeflerinden Emin İgüs’e eşlik edecek.

10 MAYIS 2012, BİRGÜN

3 Mayıs 2012 Perşembe

NÂZIM HİKMET’İN SON YAZISI…


Bir şairin yayınlanan ilk şiiri, romancı ya da hikâyecinin ilk cümlesi merak edilir, hatırlanır. “İlk”ler, yazanları kadar okurlar ve edebiyat tarihçileri için de önemlidir çünkü… Ayrıca o ilk dize ya da satırlar yazanın geleceğinin habercisidirler bir anlamda…
Yazarların ölmeden önce söyledikleri son sözleri de aynı merak çemberinde yer alır. “Son sözler” üzerine nice kitaplar da derlenmiştir. En bilineni mesela, Goethe’nin son nefesini verirken söylediği “Biraz daha ışık” sözü değil midir?
Şairlerin, yazarların ölmeden önce “son” yazdıkları mı?
Bilinmezliğin ufkunda dağılan son ışıklar misalidir onlar. Merak dehlizinde yitip gitmeye hükümlüdürler aydınlığa çıkarılana kadar…
“Sözcükler” dergisi bu ay çıkan 37. sayısında Nâzım Hikmet’in ölümünden iki gün önce, 1 Haziran 1963 tarihinde kaleme aldığı son yazısı yer almakta: “Yeni Dünyanın Destanına Önsöz”…
Yazının ortaya çıkışının ilginç bir öyküsü var.
Araştırmacı M.Melih Güneş, Moskova’da geçen şubat ayında 1964 tarihli, Naum Mar adında bir Rus gazetecinin çeşitli uluslardan önde gelen elli toplumsal figürle yaptığı konuşmaları içeren bir yapıta ulaşır. Kitabın “önsöz”ünün altında ise bir tarih ile hiç de yabancısı olmadığımız bir imza bulunmaktadır: “1 Haziran 1963, Nâzım Hikmet”…
 M.Melih Güneş, “önsöz”ü Türkçeye çevirmek için Moskova Devlet Pedagoji Üniversitesi’nde doktora yapan Mustafa Yılmaz’a iletir. Yılmaz, çeviriyi bitireceği sırada bir başka gelişme yaşanır. Güneş, Rusya Edebiyat ve Sanat Devlet Arşivi’ndeki Rusça belgeler arasında Nâzım Hikmet’le ilgili bir başka yazıyı araştırırken, üzerinde şairin el yazısı notlarıyla daktilosundan çıkma bu “son” yazının Türkçe müsveddesinin varlığını keşfedecektir.
Peki, ne anlatıyor Nâzım Hikmet “Yeni Dünyanın Destanına Önsöz”de?
Özünde bu, bir kitap tanıtım yazısı… Nâzım Hikmet, Mar’ın kitabı üzerine düşüncelerini aktarırken gazete yazarlığının da bir sanat olduğunu vurguluyor, bu arada Türk edebiyatı hakkındaki düşüncelerini satır aralarına yerleştiriyor: “Türk okurlar Doğu Anadolu’yu, Kürdistan’ı, en seçkin çağdaş Türk yazarlarından biri olan Yaşar Kemal’in röportajları sayesinde öğrendi. Onun röportajları gerçek yaşamı yansıtan film karelerinden ibaret değildir sadece, aynı zamanda sanat değeri yüksek birer tablo gibidir.”
 Nâzım Hikmet’in bütün yapıtları içinde “son” vasiyeti niyetine okunup saklanacak bir belge niteliğindeki “önsöz”, büyük şairin denemeci-eleştirmen yansıtmakta da ayrıca…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Arkadaşlığımız 60’lı yılların sonunda, Edebiyat Fakültesi’nde onun Sosyoloji, benim Türk Dili ve Edebiyatı koridorlarındaki günlere dayanmakta. Güleryüzlü, arkadaş canlısı, dostluklara değer veren, çevresine neşe saçan bir sanat adamıydı. Şiiri, en has şairler kadar sevdi, sesiyle can verdi şiirlere. 70 yıllık ömrünün yarısından çoğu tiyatro sahnelerinde harcadı. Yeteneğini sinemada da kanıtladı. Kalp ameliyatımın sonrasında, 1884 Vakfı’nın Barış Manço Kültür Merkezi’nde düzenlediği gecede Tilbe Saran ile şiirlerimi seslendirmişti. Cüneyt Türel’di adı. 1 mayısta mide kanserine yenik düştü. Başta Tilbe Saran olmak üzere ailesine, dostlarına, arkadaşlarına başsağlığı diliyorum. Cenazesi bugün Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde düzenlenecek törenin ardından alkışlarla yolcu edilecek. Yolu da yaşamı misali aydınlık olacaktır mutlaka…      
*Ressam Gürol Sözen’in “kuş”ları konu alan “Martıların İstanbulu. Ahh! Bir de Güvercinler” başlıklı sergisi 19 mayısta Almelek Sanat Galerisi’nde açılıyor.
*Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde bugün ve yarın “LIT CRI’12” adıyla düzenlenen uluslararası konferansta “21. Yüzyıl ve Dünya Edebiyatı” tartışılacak...

UFUK

Bu yaz rüzgâr tatile çıkmadı
o kadar berrak ve yakındı şafak
kederini ufkundan damıtarak
kendi rüzgârında konakladı

03 MAYIS 2012, BİRGÜN