25 Ekim 2012 Perşembe

POLİTİKACILAR NE OKUYOR?


NOTOS Öykü dergisi kapsamlı dosyalar ve elbette nitelikli öyküler yanında Türk ve dünya yazınından da haberler veriyor.
Z.Heyzen Ateş’in hazırladığı bir habere göre, ABD Başkanlık seçimlerinin yaklaştığı şu günlerde bir internet sitesi politikacıların gözde kitaplarıyla ilgili bir liste hazırlıyor.
Bugün de merak ediliyor, Obama üniversite yıllarındaki gibi hâlâ şiir okuyor mu?
Hillary Clinton’un kütüphanesinin başköşesinde hangi kitaplar yer alıyor?
Verilen yanıtlardan kimileri, gerekçeleri ile şöyle:
Hillary Clinton: (Luisa May Alcott-Küçük Kadınlar) “Benim kuşağımdan olan ve büyürken bu romanı okuyan pek çok kadın gibi ben de kendimi Jo’nun ailesinin üyelerinden biri gibi hissederdim.”
Barrack Obama: (Toni Morrison-Süleyman’ın Şarkısı) Ayrıca Ralph Waldo Emerson, Mark Twain ve Abraham Lincoln da Obama’nın gözde yazarlarından…
Bill Clinton: (Marcus Aurelius-Düşünceler) “Marcus Aurelius’u özel kılan ruhani biri olması ve dengenin önemini bilmesiydi. İçinde yaşadığımız çağda bunu kavramak çok önemli. Mutlak güce sahip imparatorlardan Aurelius, kitabında asla yapmayacağı şeylerden söz eder. Güçlü biriyseniz ne yapmadığınız ne yaptığınız kadar önemlidir. Felsefi ve polisiye kitaplara merakı bilinen ABD eski başkanının gözde kitapları arasında  H.G.Wells’in “Görünmez Adam” ı ile Shakespeare’in “Macbeth”i de yer almakta…
George W.Bush’un kitap okuduğuyla ilgili ciddi kuşkular bulansa da kendisi sık sık okumayı ne kadar çok sevdiğinden söz ediyor. Örnek olarak da Amerikalıların düşünce biçimini analiz eden bir kitabın adını veriyor. Çocukken de “Aç Tırtıl”ı okuduğunu söylemiş, ama daha sonra kitabın kendisi yirmili yaşlardayken yayınlandığı anlaşılmıştır.
Peki, bizim politikacılarımız arasında böyle bir anket yapılsa nasıl bir sonuç çıkar?
Kestirmeden yanıt vermek gerekirse…
Kitabı silahtan daha tehlikeli gören anlayış içindeki kimi politikacılara elbette “silah” mutlaka daha cazip gelecektir.
Elbette bugün Sırrı Süreyya Önder, Fikri Sağlar, bir zamanlar şiir de yazan Mehmet Ocaktan, konuşmalarını edebi metinlerle bezeyen Muharrem İnce gibilere değil sözüm…
12 Eylül’ün cumhurbaşkanı Turgut Özal, hiç olmazsa “Ret Kit” okuyordu.
Diyeceksiniz ki, kitap okumanın ne gereği var?
Zaten milletin canına okunuyor…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

& Türk Hava Yolları uçaklarında Birgün, Sözcü, Yurt, Aydınlık gazeteleri okunmak için yolculara verilmiyor. Yani, adı geçen gazetelere bir akreditasyonu da THY uyguluyor. Savaş karşıtı, modacı Barbaros Şansal, her uçağa bindiğinde havaalanında bu gazetelerden ne kadarını bulursa yolculara dağıtıyor. Tek kişilik bu eylem denizde bir damla olarak görülebilir, ama bugün bunlara da ihtiyacımız yok mu?
& Seksenli yılların başlarında “Dağlar Kızı Reyhan” şarkısıyla ünlenen Zeliha Özgen, dört milyon lira tutarındaki mal varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlamış. Türkan Saylan hoca kim bilir ne kadar mutlu olmuştur…
 & Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, içeriği açısından dünyadaki tek örnek olan Yannick ve Ben Jakober Vakfı Çocuk Portreleri Koleksiyonu’ndan bir seçki sunuyor. “Altın Çocuklar” başlıklı sergide yer alan 57 çocuk portresi, çeşitli ülkelerden soylu ve aristokrat çocukları betimlerken, Avrupa’nın siyasi tarihine, aristokrasi geleneklerine, inançlarına ve moda akımlarına ışık tutuyor ve bu portreler aracılığıyla bir anlamda Avrupa portre geleneğine de bir bakış sunuyor. 

25 EKİM 2012, BİRGÜN

18 Ekim 2012 Perşembe

ŞİMDİ ANILARI ANONS EDİYORUZ


Geçmiş zaman, yirmi yıl çalıştığım Cumhuriyet gazetesinden ayrıldıktan sonra işsiz kaldığım günler. Bir büyük gazete için röportaj yapmam önerildi. İlik kanseri bir genç kadın, ölümün eşiğinde…
Röportaj bir hafta sürecekti.
Sürdü de…
Fakat yazılanlara ilgi çok büyüktü, kalemimden adeta gözyaşı damlıyordu.
Yazı müdürü “Bir hafta daha devam edebilir mi?” dedi.
Neden olmasın…
Röportaj bir hafta daha devam etti.
Genel yayın müdürünün çok hoşuna gitmiş, o da “Herhalde daha devam edebilir” diyesi oldu.
“Evet” dedim, “daha genç kadının rüyalarını yazmadım.”
Ama tadında bıraktık röportajı.
Ne zaman “özelleştirme” adı altında ülkede neresi satışa çıkarılsa bu anım geliyor aklıma.
Öyle ya, sata sata bir rüyalarımız kaldı, bir de anılarımız.
Gerçi anılarımız da topyekûn satışa çıkarılmıyor değil.
Mesela “Kanal İstanbul” bir rüya idi, ne oldu?
Devletin kullandığı vasıtalar satılacaktı, ne oldu?
Lojmanlar yıkılacaktı, bir miktarı dışında, ne oldu?
Ya satılığa çıkarılan anılar?
Bunlara şimdi de İstanbul Radyoevi’nin Harbiye’deki binası katıldı.
Günlerdir 6 Mayıs 1927’de programlı radyo yayınına geçen İstanbul Radyosu’nun 1945’te inşa edilen anıtsal binası tartışmaların odak noktasında.
Binanın Birleşmiş Milletler’e devredileceği haberlerinin ağırlık kazanması üzerine yüzlerce kişi bunun bir “kültür katliamı” olduğu gerekçesiyle harekete geçmiş bulunuyor.
2005 yılında ise TRT İstanbul Radyo binasının yıkılıp yerine otel yapılacağı gündeme gelmişti. Bu iddia sonucunda kamu çalışanları o zaman da bir eylem yapmış ve binanın yıkılması engellenmişti.
19 Kasım 1949’dan bu yana yayında olan bina sadece kapsamlı radyo stüdyolarını değil büyük bir kültür ve tarih mirasını da içinde barındırıyor çünkü.
Radyo, o zamandan nice anıları anteninde taşıyarak günümüze geldi ve bugün ise yayında olanlarının sayısı bilinmiyor.
Ayhan Dinç, Özden Çankaya ve Nail Ekici radyonun neredeyse üç çeyrek yüzyıla ulaşan tarihini anılar ve yaşantılarla da bezeyerek “İstanbul Radyosu” başlığı altında bir kitapta toplamışlardı.
Kitapta kimlerin anıları bulunmuyor ki?
Şimdi bu anılardan bir demet sunmak istiyorum:
MESUT CEMİL: “Yaptığımız enteresan naklen yayınlardan biri 1934-35 yıllarında oynayan ve Schubert’in “Bitmemiş Senfoni” eserinden mülhem aynı isimli filmin radyo ile naklidir. Ben bir locaya mikrofonu yakama takarak oturuvermiştim. Filmi anlatarak müziğini dinletmiştim.”
Prof.Dr. NEVZAT ATLIĞ: 1959 yılının son ayları. Atlığ, Baki Süha Edipoğlu ile “Bestekârları Tanıyalım” adında bir program hazırlar. Program radyoya yayımlanırken dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar da stüdyoya gelir ve programda anons edilir.
Bu arada 1960 ihtilali olmuş ve Celal Bayar Yassıada’ya gönderilmiştir. Atlığ, evinde radyo dinlemektedir. Birden, bakar ki Edipoğlu ile yaptığı program radyoda çalmakta ve Ediboğlu’nun anonsu: Sayın Reisicumhurumuz Celal Bayar da aramızda... Tabii ortalık birbirine girecek, hatta olay bir sabotaj telakki edilecektir.
IRMAK TÜLBENTÇİ: Feridun Fazıl Tülbentçi, uzun yıllarını radyoya vermiş bir edebiyat adamı. Radyoda uzun süre “Geçmişte Bugün” başlığıyla bir program hazırlıyor. Oğlu Irmak Tülbentçi, babasıyla ilgili bir anısını naklediyor:
“Geçmişte Bugün programının yayınlandığı yıllarda, onu çok takdir eden devrin ünlü paşalarından birisi, Feridun Fazıl Tülbentçi’yi şahsen tanımak istemiş. Çalıştığı yere gelmiş. Kendisinin çok genç olduğunu görünce çok şaşırmış. ‘Keşke sizi görmeseydim de radyoda dinlemeye devam etseydim’ demiş. Meğer paşa, tarihi konuşmalar yazan babamı sakalı göbeğinde bir pir-i fani olduğunu zannedermiş.”
CELAL ŞAHİN: “Benim en ünlü ve çok sevilen taklitlerimden biri de rahmetli spor spikeri Eşref Şefik Bey’in güreş anlatmaları ve radyo spor programında canlı yayında dinleyici mektuplarına verdiği cevaplardır.
Bir gün program için Radyoevi’ne geldim. Baktım, siyatik ağrıları tutan Eşref Şefik hoca bastonuyla dolaşıyor. Yanına yaklaştım. ‘Geçmiş olsun hocam’ dedim. Yüzüme dik dik baktı: ‘Merak etme, malzemene bir şey olmaz’ dedi.”
Bir binayla birlikte bu anıları da satılığa çıkardığımızın farkında mıyız acaba?

18 EKİM 2012, BİRGÜN

11 Ekim 2012 Perşembe

SAVAŞ İSTEMİYORUM


Aşağıdaki şiiri, 07 Ekim 2001 tarihinde, akşam haberlerini izlerken saat 17.15’te yazdım ve bugüne kadar hiçbir sözcüğüne dokunmadım. O dakikada kalemimin ucuna ne geldiyse onu kâğıda döktüm. Neredeyse 11 yıl olmuş…
07 Ekim 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin o zamanki başkanı George Bush, “terörle mücadele politikası” kapsamında 11 Eylül saldırısını gerekçe göstererek Afganistan’a savaş açmıştı.
Bu olay, televizyonlardan “son dakika” haberi olarak bütün dünyaya duyuruldu.
Bu, dünyada yapılan ilk savaş değildi elbette.
Savaşlar bugün de sürüyor.
Suriye’deki iş savaş nedeniyle ülkemiz de bu cehenneme sürüklenmek isteniyor.
Böyle olunca da aşağıdaki şiir güncelliğini hiç yitirmeyecek.
Bir daha böyle şiirlerin yazılmadığı, barış ortamında kardeşlik türkülerinin söylendiği bir dünya özlemi ile ne yazık ki, bu şiiri bir kez daha yayınlamak istiyorum.

ŞİİR HAKLIDIR, ŞAİR DE...

Televizyonun kumandasını kırdım
birinci sayfalarını da yırttım bütün gazetelerin

Savaşa tanık olmak istemiyorum

Göklerin yüzü yıldızların ışığıyla donatılmışken
kara karanlığın koynundayken yerlerin yüzü
napalm ve öfke, atom ve kin, ölüm ve bomba
yeryüzü ve gökyüzüne yağarken televizyon ekranlarından
“Sevgili seyircisi” olmak istemiyorum televizyonların

Naklen yayında canlı bomba olmak istemiyorum

Çocuklar, yaşları bedenlerinden büyük
bedenleri yaşadıklarından küçük çocuklar
mermiler mermiler oyarken
ilikleri kurumuş kemiklerini
kamera olmak istemiyorum

Fotoğraf makinesi olmak istemiyorum

O kadınlar ki, yatağın da esrarı olmaktan çıktı ruhun da
ama, esrarı en çok kim bilebilir onlardan daha fazla
acıyı ve sevinci, ilki ve sonsuzluğu, ölümü ve hayatı
napalm öfkesini, bomba kinini kusarken
kim, nasıl söyleyebilir savaşa alışmıştır diye kadınlar?

“Savaşı okuyan uzman” olmak istemiyorum

Döviz, borsa, faiz ve altın ne olacak
hayatları merminin hızından kısa çocuklar
ölümleri bombanın sesinden uzun kadınlar
kadınlar ve çocuklar ne olacak
“Gelişmelerle karşınızda” olmak istemiyorum

“Beni izlemeye devam edin” olmak istemiyorum

Ne demişti şair:
- Şiir unutmaz, “canlı yayın” yapsa da ölüm
çünkü haktır ve haklıdır şiir
akıllı silah, televizyonda “görüntü”,
gazetede “kaliteli haber” olmak istemiyorum

“Haber” de “Haberci” de olmak istemiyorum

Savaş istemiyorum

07 Ekim 2001 PAZAR, 19.15

11 EKİM 2012, BİRGÜN

5 Ekim 2012 Cuma

SEMAVERDEKİ ÇAY


Demirtaş Ceyhun “Yaşasın Aziz Nesin” kitabında, Aziz Nesin’in “çay”a düşkünlüğünü anlatır:
“Aziz Bey, dehşetli düşkündür çaya. Dehşet bir çay tiryakisidir. 60’lı yıllarda sigaraya da öylesine düşkündü. Günde en az üç paket Gelincik içerdi. Biri bitmeden birini tazelerdi sigaranın. Bildiğim kadarıyla doktorlar filan da yasaklamadan, kendi isteğiyle şıp diye kesti bıraktı sigarayı. Yıllar var, bir tanecik olsun içmez. Ama çay… Şeker çayın tadını bozuyor diye, şeker de koymaz içine. Çalışırken de çaydanlık kaynar durur ocakta. Akşama kadar bilmem kaç bardak şekersiz çay içer.”
Rahmetli babam da iflah olmaz bir çay tiryakisi idi. Ama çayı şekersiz değil de, Erzurum usulü kırtlama içerdi. Kaya şekerini bir kerpetenle yeşil mercimek büyüklüğünde parçalara böler, bir parça şekerle iki üç bardak içerdi. Şeker bulamadığı zamanlarda ise kuru incir ve üzümle içtiğini bilirim.

ÇAYIN DEMİ SEMAVERDE
Benim çay kontenjanım ise sabah ve akşamüstü olmak üzere ikişerden dört bardakla sınırlı, hem de öyle “sallama” değil, hakiki dem olarak…
Çayın demi denince “semaver”i unutmamalı…
Çünkü çayın demi en hakiki olarak semaverde çıkar.
Erzurum’daki çocukluğumda da evde çay semaverde demlenir, yemekler “kuzine” sobalarda yapılırdı.
1954’te Erzurum’dan ana yurdu İzmir’e göçerken; zamanlar Erzurum-İzmir arası dört gün, dört gece ve Eskişehir’de bir trenden bir başkasına aktarma olurdu. O hay huy içinde bizim semaver de kayıplara karışmıştı.
Babam kırk yıl o semaverin anılarıyla yaşamıştı.
Aziz Nesin’in çay tiryakiliğinde semaverin de büyük bir etkisi olmalı, ki büyük bir semaver koleksiyonu vardı.
Bir Samsun gezisinde bütün bir gün bir Rus yapımı semaverin peşine düştüğünün yakından tanığıyım.
Şimdi diyeceksiniz ki nereden çıktı bu semaver tantanası?
Bedri Rahmi Eyuboğlu, Tan gazetesinin 21 Haziran 1936 tarihli sayısında 18 Haziran 1936’da ölen Maksim Gorki”yi anlatırken semaverden de söz ediyor.
Bir yazarın ardından yazıların en güzellerinden bir örnek…
Eyuboğlu, yazısına okuduğu bütün Rus romanlarında semavere rastladığından söz ederek başlıyor ve devam ediyor:
“Fakat Maksim Gorki’den okuduğum tek bir roman olan ‘Ana’daki kadar keyifli keyifli kaynayan semaveri ötekilerde bulamadım. ‘Ana’yı okuyalı yedi sekiz sene oldu. Fakat bana öyle geliyor ki, Maksim Gorki’nin kahramanlarına bütün sayfalarda fıkır fıkır kaynayan bir semaver tempo tutuyordu.”
Devam ediyor Eyuboğlu:
“Bu semaver mukaddes bir ateş gibi mütemadiyen kaynıyor. Ve bütün kahramanlarının gözünde tüten bu semaverden Gorki nihayet kendi eliyle güzel demlenmiş ve enfes rengine güç ad bulunan çayı sunuyor.”
 Bir zamanlar Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısının girişindeki sabahçı kahvesinde buluşan neyzenler çaya daha iyi tat versin diye demliğe bir paket “Bafra” sigarası tütünü atarlarmış…

ÇAYLAR ŞİRKETTENDİ…
Benim bir şiir kitabımın adı “Çaylar Şirketten”dir. Sevgili arkadaşım Erdoğan Tokatlı filmini de yapmıştır.
Bugün Tokatlı da aramızda değil.
Otobüs şirketleri “çaylar şirketten” sözünü tedavülden kaldırdı, artık otobüs içinde kâğıt bardaklarda çay servisi yapıyorlar.
Semaverler de sessizce çıkıp gitti hayatımızdan…
Şimdi “çay makineleri” revaçta…
Ülkenin durumunu soracak olursanız, aynen bir “semaver”…
Yoksul semaverini yakacak odun kömürünü bulamıyor. Çünkü içine ne kadar “hükümet yardımı” bulgur, makarna, buzdolabı atsanız da kömürün yerini tutmadığı için semaver alev alamıyor.
Sırtını hükümete dayayanlar ise elektrikli çay makinesi kullanmakta sanki. Elektriğinin parasını da bir biçimde vergi idi, teşvik idi, yandaş-dindaş idi, sıcak-soğuk para idi, yoksulun emeğinden çıkarıyorlar nasıl olsa… 
Siz yine de buyurun bir eski zaman neyzeninin semaverde demlediği ve Maksim Gorki’nin sunduğu çay servisine…

04 EKİM 2012, BİRGÜN