28 Temmuz 2016 Perşembe

KİM BU YAZAR “STEPNE?”

Ömür defterinin sayfalarını çeviriyorum. Salihli’de ortaokul öğrencisiyim. İstasyondan Kuruçeşme’ye inen caddenin başında, İnci Sineması’nın önüne düşüyor çocukluğumun fotografisi...
Bir elimde okulun kütüphanesine kayıtlı “Define Adası”, ötekinde sinemanın önündeki gazete bayiinden aldığım “Dolmuş” ve “Tef” dergileri...
Kitaptan çok, dergi okuma günleriydi o günler...
“Pekos Bil”, “1001 Roman”, “Mandrake”ler yanında haftalık formalar halinde yayımlanan “Estergon Kalesi” misali tarihi romanlar o yılların hayal dünyamızın süsleriydi.
Şimdi kim bilir hangi anının mahzenindedir “Dolmuş”ta Marcel Ayme’nin “Duvargeçen” ve “İğreti Suratı”nı resimleyen çizerin kimliği?
Ve kimdi her sayısında “Hababam Sınıfı” adı altında kaleme aldığı okul anılarıyla ilk gençliğimize gençliğini aşılayan “Stepne” nam yazar?
Çok sonraları, şiir yazmaya başladığım yıllarda öğrenecektim “Stepne”nin ardındaki kimliğin Rıfat Ilgaz adını taşıdığını...
O Rıfat Ilgaz ki, ellili yıllarda “Üsküdar’da Sabah Oldu” kitabından sonra şiire küstürülecek, 40 Kuşağı’nın “Fedailer Mangası”ndan biri olarak adı sakıncalıya çıktığı için kitapları yayımlanmayacak, kimliği “unutulmuşluk” dehlizine bırakılmak istenecektir.
Ama Rıfat Hoca, ölümünden iki yıl kadar önce konuştuğumuzda da “Şiirle başladığım için şiire sevgim hiçbir zaman eksilmedi” diyecektir.
 “Çünkü mizah bir tür değildir. Yani mizah, yazınsal bir tür değil. Bir çeşnidir. Bakış açısıdır. Mizah şiirde de olabilir, romanda da, tiyatroda da... Ama doğrudan doğruya mizah diye bir yazı türü yoktur” diye özetleyecektir mizah anlayışını da...
Mizahı yazınsal bir tür olarak görmeyen Rıfat Hoca, ünü kendisini de aşan bir kitabın, “Hababam Sınıfı”nın yazarı olarak yer alacaktır edebiyat tarihimizde...
“Hababam Sınıfı”nın hikayesi, Rıfat Ilgaz’ın yazarlık hayatının da bir hazin hikayesidir.
Adını kullanamadığı için, 1956’dan itibaren haftalık hikayelerini “Dolmuş” dergisinde sakıncalı olduğu için “Stepne” imzasıyla yayımlayacaktır. adı ancak 1959’da yapıtının kapağını süsleyecektir.
O günlerden kalan bir anı, “Hababam Sınıfı” öyküleri kadar anlamlıdır.
Hababam Sınıfı yazılarının bir bölümü daha sonra İlhan Selçuk’un önerisi ile kitap olarak 1959’da çıkacak, kapağını da Turhan Selçuk çizecektir.
Fakat Rıfat Ilgaz şair olarak anılmak istendiğinden kitabın yazarı kapakta “Stepne” olarak yer alacaktır.
Asıl neden ise Rıfat Ilgaz’ın polis tarafından aranması ve sabıkalı oluşudur.
Kitap hemen beş bin satar. Ilgaz’ın kazancı ise 250 liradır.
O yıllarda Babıali’de Kral Faruk adında, çok tanınan ve sevilen bir gazete dağıtıcısı vardır.
Kral Faruk, “Stepne”yi bir Rus yazar sanacak ve şöyle diyecektir Rıfat Ilgaz’a:
“Rusçan fena değil; doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!”
“Ben mi çevirmişim, hangi yazardan?” diyen Rıfat Ilgaz’a dağıtıcının yanıtı şu olacaktır:
“Hangi yazardan olacak, Stepne’den... Baktın birincisi iyi gitti, ardından ikinciyi de yetiştirdin...”
*
Rıfat Ilgaz, 1952’de yeniden çıkmaya başlayan Tan gazetesinde imzasız fıkralar yazmaya başlar. Bu yazıları 1960 yılına sürecektir.
O yıllarda Yaşar Nabi’nin çıkardığı “Varlık” dergisi de Tan’ın matbaasında basılmaktadır.
Bir gün dizgi ustası Şefik Usta gelir, “Bak Rıfat bey, Yaşar Nabi Nayır ne yapmış” der.
Bir Türkolog İsviçre’de çıkan bir dergiye Türk şiiri üzerine bir yazı yazmıştır. Sevdiği şairler arasında Rıfat Ilgaz’ın da adı vardır.
Fakat Yaşar Nabi, Rıfat Ilgaz’ın adını kurşun kalemle bastıra bastıra karalamıştır.
*
Rıfat Ilgaz da 1953 yılında yayımlanan “Devam”da yer alan sekiz bölümlük “Mangal” şiirinde Nuri İyem’le bir macerasını anlatır.
Recep Usta’nın Rumeli yapısı bir mangal vardır. Nuri İyem’in anası yakar mangalı... Mangal “kış gecelerinde tandır, yaz günlerinde ocak”tır.
Bir gün ana hasta olur, ama ilaç parası nerede? Nuri İyem de bir “mangal” resmi yapmıştır. Reçeteler kalınca ellerinde resmi pazara götürürler. Satamazlar, çünkü “mangal”ın resmi değil de kendisi para etmektedir...
Ve bakır fiyatına gider mangal...
Sonrasını Rıfat Ilgaz “Mangal” şiirinin 7. bölümünde şöyle özetleyecektir:

Reçeteler kalınca elimizde
Çektik duvardaki yağlı boyayı
Bir akşam üstü pazara

Baktılar bezine, çerçevesine,
“Para etmez!” dediler.
Beğendiler altın gibi rengini
Resmini değil, kendisini istediler;
“Olmaz!” diyemedik.
Çektik Çerkez kızı mangalı
Esir pazarına.

Bir göz bile atmadan biçimine
Sülün gibi endamına,
Vurdular kantara ince belinden
Halka halka küpelerinden;
Gitti bakırı fiyatına.

Kurtardık Ressam Nuri’yi derken
Kıydık Recep Usta’nın zanaatına.


28 TEMMUZ 2016, BirGün 

22 Temmuz 2016 Cuma

KUZGUNCUK’TA BİR KUZGUN…

Heykeltıraş Kuzgun Acar ile tasarımcı Mengü Ertel, Akademi’yi bitirdikten sonra birlikte askere gitmeye karar verirler. İkisinin de askerlik şubesi Beylerbeyi’dir.
İlhan Selçuk askere gideceklerini öğrenince “Şubede Kudret Albayı bulun” der, “size yardımcı olur.”
İlhan Selçuk’un babası Kudret Albaya kimsesiz çocukken sahip çıkmış, askeri okula sokmuştur.
Şubeye giderler. Albay dosyalarını getirtir ve gözlerinin önünde açar.
İçinden Güzel Sanatlar Akademisi antenli kâğıtlar çıkar. Akademi Müdürü Zeki Faik İzer, ikisini de “Komünist” diye ihbar etmiştir.
Kudret Albay, “Bu evrak yanlış gelmiş, bunun yeri burası değil” diyerek kâğıtları yırtar, atar.
Büyük bir sıkıntıdan kurtulmuşlardır.
Oysa olayın aslı şöyledir: Mengü Ertel bir gün okulun bahçesinde bir ağacın dalıyla oynarken Zeki Faik, “Ağacın dallarını kırıyorsun” diye müdahale etmiş, Ertel de karşılık verince aralarında tartışma çıkmıştır.
Ertel bundan dolayı “Kötü öğrenci” olacak ve bir süre de okulu bırakacaktır.
Acar ve Ertel askeri eğitim için Ankara’ya gönderilirler. Ankara’da Yedek Subay Okulu’nda talim ve dersler dışında, her dakika birliktedirler.
Bir ara uzun bir bayram tatili olur. Altı bin kişilik okul boşalmış, herkes memleketine gitmiştir.
Beşer liraları olsa onlar da tatili İstanbul’da geçireceklerdir. 60-70 kişiyle Ankara’yı beklerler. Bütün gün Ankara’da gezdikten sonra, akşam okula dönerler.
Tatilin bitmesine üç-beş gün kala, ceplerindeki son üç-beş kuruşu birleştirip o zamanki adıyla bir Tayyare Piyangosu bileti alırlar.
Çekiliş öğleden sonradır. Ertesi gün çekiliş listesine baktıklarında biletlerine 250 lira çıktığını göreceklerdir.
Askeri eğitim zor geldiğinden, Ertel ve birkaç arkadaşı bir araya gelerek “Ayyar Hamza” oyununu sahneye koymak isterler. Kuzgun Acar, askeri eğitimi ciddiye aldığından bu olaya katılmak istemez. Neredeyse kendisi kadar bir bazukayı taşıyordur. Sonunda bazukayı taşıyacak gücü kalmayan Acar’ı da tiyatroya almaya karar verirler.
Bu arada ışıkçı, dekorcu derken tiyatronun kadrosu oldukça şişmiş, bölük sorumlusu yüzbaşı da başka adam istememektedir.
Yüzbaşıyı Acar’ın İstanbul Ses Opereti’nin “baş süflörü” olduğuna inandırırlar. Ancak Acar, çok konuştuğu için tiyatrodan kovulacaktır.
1968 yılında bütün ülkede yaşanan üniversite işgalleri ve yaygınlaşan işçi-köylü eylemleriyle toplumsal yaşam çok canlıdır. Sanat, özellikle tiyatro büyük ölçüde siyasal bir boyut kazanmıştır.
Kuzgun Acar, bu ortamda heykel yapamamanın sıkıntısını yaşarken bir gün kendi deyişi ile “Nefis bir çocuk” diye nitelediği sinema yönetmeni Ali Özgentürk ile tanışacak ve önünde yeni bir alan açılacaktır: Tiyatro ve mask...
Özgentürk, o yıllarda sokaklarda gösteriler yapan “Devrim İçin Hareket Tiyatrosu”nu kurmuştur. Acar, daha sonra oyunların sahnelenmesine katılacak, maskları ve dekorları hazırlayacaktır.
O yıllarda yaptığı oldukça büyük bir maskı Özgentürk “Su da Yanar” filminde kullanacak, daha sonra koyacak bir yer bulamadığı için saklaması için bir arkadaşına verecek ve bir daha geri alamayacaktır.
Can Yücel, o da “Devrim için Hareket Tiyatrosu” oyuncuları arasındadır. 1969 “Kanlı Pazar” mitingine tiyatro oyuncuları da katılırken Ali Özgentürk davul çalacak, Can Yücel ise en önde şiir okuyarak yürüyecektir.
O günü Can Yücel şöyle anlatacaktır:
“Gösteri başlayınca Kuzgun hemen fotoğraf, film çekmeye başlamış. Yürüyüş başlayınca baktım Kuzgun otobüs durağının üzerinden yürüyüş kolunun fotoğrafını çekiyor. ‘İn aşağıya, Arap diye seni vururlar’ diye takıldım. (Kuzgun Acar Afrika kökenli idi.) Sonra Taksim’de kıyım başlayınca çektiği fotoğraflar tarihi belge oldu. Bu film sonra emniyete belge olarak verildi. Soruşturma açıldı. Hiçbir sonuç alınamadı.”
Ama bu filmin kopyası bulunamamıştır.
Benim anılarımda ise Kuzgun Acar, Galata Kulesi ile yer almaktadır. 70’li yılların başları olacak, Acar Galata Kulesi’nde bir meyhane açmıştı: Ceneviz Meyhanesi…
Sanırım o yılların hırçın şairi Günel Altıntaş ile gitmiştik. Karanlık, küçük bir meyhaneydi. O karanlıkta Kuzgun Acar’ın siması nasıldı, şimdi pek hatırlamıyorum.
1965’ten beri İstanbul’un her bir yanını tavaf ettiğim halde, o gün Galata Kulesi’ne ilk çıkışımdı ve ondan sonra da bir daha çıkmak mümkün olmayacaktır.
Bu yazının dibaçesini yine Can Yücel’in bir anısı ile bezeyelim:
“Yıllar önce, Kuzguncuk’a düşmüştü olumuz Kuzgun Acar’la. Kiliseleri, havraları, mor salkımlı Rum, Yahudi evlerini tavaf ettiydik. Sonra Yahudi maşatlığına çıkıp Burhan Oğuz üstadın da kitabında sözünü ettiği o yatay taşlar üzerindeki hayat ağacı kabartmalarını seyrettiydik. İndik aşağı, Barba Yani’nin meyhanesine kapağı attık. Uzun, öyle ferah, aynalarla kaplı, mezesiyle, ahengiyle tam bir Rum mekânıydı. Aynı yer şimdi marangozhane! Kuzgun’un keyfi yerindeydi, Kuzguncuk’u öve öve bitiremiyordu. Ben de bunun üstüne, ‘Kuzguna Kuzguncuk güzel gelirmiş’ dedim, pek güldüydü. Bir de Fenni’den (1745) ‘Sevahilname’sinden bir beyit okuduk, öyle öyle eyleştikti:

“Sandılar üzüm kızına (şaraba) geldi Araplar (onun için) yanıktırlar
Sofular zümresine uygun olalı Kuzguncuk)

20 TEMMUZ 2016, BirGün


16 Temmuz 2016 Cumartesi

ŞAİR MEKTUBUN VAR

40’lı yılların başları olmalı… Attilâ İlhan, ortaokul üçüncü sınıfa geçmiştir. Kendisini büyümüş hissetmektedir, kendi deyişi ile kızlarla ilgilenmeye de başlamıştır.
İlhan, ortaokul bitince İzmir Karşıyaka’da mahallesinde oturan bir kız keşfeder: Vacide…
Vacide Kız Muallim Mektebi’ne gidiyordur, Attilâ İlhan da İzmir Atatürk Lisesi’ne…
İlhan okula erken gitmektedir. Giderken de pencere önünde Vacide’yi görmekte ve onun hayaliyle şiirler yazmaktadır.
 Bir gün de mektup yazmaya karar verir ve yine mahalleden Melek adlı bir kızla göndermek ister. Ama daha sonra çekinecek ve mektubu Vacide’nin açık bırakılan penceresinden atacaktır.
İki gün sonra Vacide, İlhan mektubuna karşılık verecek ve aralarında bir arkadaşlık başlayacaktır.
İlhan bir yandan yeni keşfettiği Nâzım Hikmet’in şiirlerini okumakta, bir yandan da kırık notu olan matematik dersine çalışmaktadır.
Şubat ayının ortalarına doğru bir gün okulun müdür muavini sınıfa girecek ve “146 Attilâ, seni biri görmek istiyor” diyecektir.
Gelen polistir ve birkaç sonra da İlhan gözaltına alınır.
Bu arada Vacide de tutuklanır. İkisi de komünistlikle suçlanmaktadır.
Nedeni sonradan anlaşılır. İçinde bolca Nâzım Hikmet”in şiirlerinin yer aldığı mektupların birinde Vacide’ye “Bunları  okuduktan sonra yırt” diye yazmıştır.
Mahkeme sonunda aklanırlar, ama Attilâ İlhan’ın okulla ilişiği kesilecektir.
8-10 yıl kadar sonra bir mektup olayı da Ahmed Arif’in başından geçecektir.
Ahmed Arif, İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri Pamiro Togliatti’ye kendisi gibi mahkemeye düştüğü ve 70 yaşında hâlâ hapiste olduğu için saygı duymaktadır.
İstese yurt dışında paşalar gibi yaşabilir, ama Ahmed Arif gibi o da kendisini halkına adamıştır.
Ve bir gün faşistler Togliatti’yi vururlar.
Bunun üzerine Ahmed Arif bir şiire başlar, fakat şiir yarım kalacaktır.
Yıl 1947’dir, Arif  bir kahvede oturmaktadır. Ceketimi sandalyenin üstüne asmıştır. O sırada biri, Arif’in ceketinin cebinden yarım bıraktığı şiiri çalacak, daktiloda 80 kopyasını çıkaracaktır.
Ahmed Arif  bu olaya önem vermez, ama birkaç gün sonra bir arkadaşı gelip de “Senin bir şiirin 80 nüsha olarak Melahat’in evinde bulundu” deyince işin  bir başka boyutu anlaşılacaktır.
Melahat, Ahmed Arif’in felsefe doktorası yapan bir arkadaşıdır.
Ahmed Arif, haberi duyunca hemen Melahat’i bulur.
Melahat, “Vallahi bilmiyorum” diyecektir.
Aslında olay şöyle gelişmiştir:
Melahat’in evinde küçük bir oda vardır, hemen kapıya bitişik de bir masa, orada da bir radyo...
Ahmed Arif’in şiiri radyonun arkasına rulo olarak konmuştur ve gelen görevliler hiçbir yere bakmadan elleriyle koymuş gibi ruloyu oradan almışlardır.
Şiirlerin altında ne bir imza vardır, ne bir işaret...
Bu durumu öğrenen Ahmed Arif, tutuklanmayı göze alarak hemen polise gidecek ve şiirin kendisinin olduğunu söyleyecektir.
Ardından bir komiser Ahmed Arif’in ifadesini aldıktan sonra serbest bırakacaktır.
Peki, Melahat’a ne mi oldu diyeceksiniz?
O günlerde Melahat, Türkiye Gençler Derneği’nin Yönetim Kurulu üyesidir. Yönetim Kurulu’nda iki kız, iki de erkek vardır.
Bunlar tutuklanırlar.
Mahkemede şiir söz konusu bile edilmeyecektir, çünkü asıl amaç derneğin kapatılmasıdır.
Daha sonra dernek yöneticileri ittifakla fesih kararı alacak, dernek kapanınca da dava bitecektir.
Ama olan Ahmed Arif’in şiirine olacak ve Palmiro şiiri yazıldığı ilk haliyle kalacak, “Hasretimden Prangalar Eskittim” kitabında da yer almayacaktır.
İşte Ahmed Arif’in adını koymadığı o şiiri:

Palmiro, Palmiro şanlı işçi
Sıcak yaralarındaki barut kokusu
Kesik, anaların sütü
Ve kaçmıştır bebelerin uykusu
Korku katedrallerinde yarımadanın
Güngörmüş meydanları Roma’nın
Bizimledir
Mavi mavi eser deniz meltemi
Sicilya’nın güneşli kalçaları
Kartpostal dalgınlığında Napoli bahçeleri bizimle
Bizden yanadır hava
Bizden yanadır su
Bizden yanadır Sinyor de Gasperi’nin
Ve bütün sinyorların korkusu
Ürkmüştür manastır fareleri.

*
Victor Hugo’ya bir gün bir mektup gelir. Zarfın üzerinde “Fransa’nın bir numaralı şairine…” yazılıdır. Hugo, mektubu alır ve hemen Lamartine’e gider. “Bu herhalde size geldi” der, “yanlışlıkla bana getirmiş olacaklar.”
Lamartine kabul etmez, bir süre tartışırlar.
Sonunda birlikte mektubu açmaya karar verirler.
Mektup “Aziz Alfred” diye başlamaktadır. Yani Alfred de Musset’yedir.  


14 TEMMUZ 2016, BirGün

9 Temmuz 2016 Cumartesi

ŞİİRDE YANLIŞ VAR!

Yahya Kemal, “Siyasi ve Edebi Portreler”de Abdülhak Hamit’in şairliğinden çok, onu  “Şair-i Azam” diye selamlayan tutkunlarını eleştiri yağmuruna tutar. Çünkü “Hamit’e en büyük kötülüğü edenler ‘dini bütün’ hayranları olmuştur.”
Yahya Kemal’e gore Hamit hayranlarının yüzde doksan dokuzu “Finten”i ellerine alıp sonuna kadar okumamışlardır. Örneğin o yılların en çok okunan gazetesi “Tanin”de Hamit’in tefrika edilen “İlhan”, “Turhan” adlı tiyatro yapıtları da hayranlarının ilgisini çekememiştir.
Yahya Kemal, bu arada Hamit’in dil yanlışlarından söz eder.
1917 yılında bir gün Süleyman Nazif ile konuşurlarken Nazif çok sevdiği ve dilinden düşürmediği
Çındım semevâta hâk-ber-ser
İndim semevât ile beraber
beytini bir kez daha okur.
Yahya Kemal, Hamit’in bu en büyük hayranına, şakayla  “Bu iki mısrada Hamit bir dil hatâsını, ne kadar şiddetle, iki defa tekrar ediyor.” diyecektir.
Süleyman Nazif birdenbire durgunlaşır:
“Ne gi­bi?” deyince Yahya Kemal, “Semavat, (gökler) Arapça bir isimdir, semevat şeklinde hafifletilemez” karşılığını verecektir.
Süleyman Nazif bu kez şaşkınlık içindedir.
Yahya Kemal onun bu şaşkınlığını şöyle yorumlayacaktır:
“Çünkü çok iyi lisan ve kavâid (kurallar) bilirdi. Lakin o zamana kadar, belki otuz seneden beri binlerce defâ, zikrettiği bu iki mısrada, Hâmit Beye meftunluğunun (hayranlığının) hummalı şidde­tinden, lisan yanlışına dikkat etmeye vakit bulama­mıştı.”
Süleyman Nazif, birden “Vay canına! Nasıl olmuş da bu hata­ya dikkat etmemişim” deyince, Yahya Kemal devam eder:
“Hamit Bey:
Çıkdım eflâke hâk-ber-ser
İndim eflâk ile berâber (eflak: gökler)
demeliydi; mamafih bu takdirde, bu beyit ancak li­sanca doğru olur, şiir zevki bakımından yine iyi bir şey olmaz (İlhan Berk de 60’lı yıllarda “Gökyüzüne indim” mısraını yazacaktır.) Yâni zevksizce bir tumturak (gösteriş) olur.”
Yahya Kemal daha sonra kendi düşüncesini şöyle dile getirecektir:
“Fikrim­ce zikrettiğimiz meşhur beyitte semâvât yerine semevât demek olsa olsa vahim bir lisan hatasıdır. Lâkin asıl şiir bahsinde bu beyit tumturakın, hem de kaba saba tumturakın, uydurma büyüklüğün, sahte bir felsefe tablosunun ifadesidir. İyi bir şey olmaktan çok uzak­tır. Yenilik iddiasında olan Makber şairinin asıl noksa­nı da buradadır.”
Üniversite yaşamımda benim de Finten ile bir maceram olmuştur.
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı dersinde hocamız Mehmet Kaplan, 15 kadar kitabı içeren bir liste vermişti. Yarıyıl sonunda bu kitaplardan sınav yapacaktı.
Sinav günü geldi. Kaplan Finten’I soruyordu.
Ben sınav kâğıdına adımı soyadımı yazarak boş verdim.
Sınavdan sonra hoca beni çağırdı, odasında  sonradan adını öğreneceğim ve içten bir arkadaş olacağım Karadenizli bir öğrenci daha vardı.
Önce bana niye boş kâğıt verdiğimi sordu.
Finten’I okumadığımı, lisede öğrendiğim kulaktan dolma bilgiler yazacağıma, sınav kâğıdını boş verdiğimi söyledim. (Bu olayın üzerinden neredeyse elli yıl geçti, hâlâ Finten’I okumuş değilim, bundan sonra da okumaya niyetim yok.)
Bir şey söylemeden, yanımdaki arkadaşa döndü:
Sonra kâğıdı önüne uzattı.
Arkadaş, iki kâğıt doldurmuştu, iki kâğıt da sayfanın başından başlıyor, sonunda bitiyordu. Ama iki sayfada da  ne bir noktalama işareti, ne paragraf, ne büyük harf vardı.
Hoca ona da bunun nedeni  sordu.
Aldığı yanıt, “Paragrafa lüzum yoktur; noktası, virgule de kendi yerlerini bulurlar.”
Odadan nasıl çıktığımızı hatırlamıyorum.
Ahmet Muhip Dıranas da Yahya Kemal gibi oldukça geç kitap yayımlayan şairler skalasındandır.
Kitabı yoktur ama, Dıranas’ın “Fahriye Abla”, “Kar”, “Olvido” gibi şiirleri antolojiler, ders kitapları, hatta takvim yapraklarında yer alarak elden ele dolaşmakta, herkesin ezberinde bulunmaktadır.
Dıranas’ın en büyük yakınması ise bu şiirlerin sürekli olarak yanlış basılmasıdır.
Örneğin “Fahriye Abla” şiirinde şöyle bir mısra vardır:
“Yaz kış yeşil bir saksı pencerede.”
Oysa Dıranas’a göre bu mısra şöyle olmalıdır:
“Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede.”
“Kar” şiirindeki bir yanlışlık ise Dıranas’ı adeta deliye çevirecektir:
“Göğe uzanır tek ü tenha bir kamış.”
Bu konuda Erdal Öz’e şöyle yakınacaktır:
“Kim uydurdu bu ‘tek ü tenha’yı bilmiyorum. Çünkü doğrusu şöyle olacaktır:
Göğe uzanır tek, tenha bir kamış.”

07 TEMMUZ 2016, BirGün


5 Temmuz 2016 Salı

ACELE ROMAN YAZILIR

Mahmut Yesari, Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı “Akbaba” dergisinde yayımlanmaya başlanan bir romanını yarıda bırakmış, ortadan kaybolmuştur. Yusuf Ziya nerede olduğunu bilmi­yordur... Bütün dostlarına sorar, bütün meyhaneleri aratır, Yesari’den bir iz yoktur.
Çaresiz, iki sayı, konusunu bilmediği romana Yusuf Ziya devam edecektir.
Derken üstat çıkagelir.
Mazereti vardır: Âşık olmuştur!
Yusuf Ziya’ya göre güzel bir kadındır bu: “Rengi güzel, çizgisi güzel bir genç kadın!”
Yesari ile bu genç ve güzel kadın evlenecekler, bir süre sonra da boşanacaklardır.
Ayrılık Yesari’ye çok fena koymuştur, hangi âşığa koymaz ki?
Artık gündüzleri de içiyordur.
Cebinde küçük bir konyak şişesi vardır her zaman...
(Nerede şimdi o küçük kanyaklar? Ben dahi Adanalı sevgili arkadaşım Öder Bozok’un deyişiyle o “Cöp kanyağı”nı nice günler, pantolonomun arka cebimde taşımışımdır.)
Fakat Yesari, her zaman olduğu gibi daima uysal, daima tatlı sarhoştur. Arasıra ölçüyü kaçırınca, gücünü aşan bir öfkeyle:
“Bu surata bu kalp yakışır mı?” diye dert yanacaktır.
Yusuf Ziya bundan sonra yeni bir romana başlıyacağı zaman:
Mahmut” diyecektir, “önce konuyu anlat... Bir gün kaybolursan, zorluk çekmeyeyim!”
İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, ömrü boyunca figüranlık yapan bir dostu vardı. Gazetelere Yesari’nin yazılarını o götürür, parasını o getirir. Adamın iki derdi vardır: Biri, sahnede bir kere olsun konuşmak... öteki geçimine yar­dımcı bir ek iş bulmak!
Birincisi gerçekleşmez. Tiyatronun Genel Yönetmeni Muhsin Ertuğrul ona hiçbir oyunda rol vermeyecektir.
Ama ikinci dileği yerine gelir.
Yusuf Ziya’ya göre Yesari, o yıllarda Millî Emniyet Müdürü olan Aziz Hüdaî’ye rica etdecek, ona galiba ayda otuz liralık bir maaş bağlatacaktır.
Bir gün Yesari’ye rastlayan Emniyet Müdürü şöyle diyecektir:
“Senin aleyhindeki raporlar neredey­se tavana değecek... Sen Meserret kıraathanesinde tav­la oynarken fena zar atınca ağzını bozuyor, büyüklere küfrediyormuşsun... Çayı, kahveyi beğenmezsen yine öyle!”
Sonrasını Yesari şöyle anlatacaktır:
“Meğer bizimki, ayda otuz lirayı haketmek için her gün beni jurnal edermiş!”
Yusuf Ziya “Portreler” kitabında bir başka roman yazma hikâyesinden de söz eder.
Yusuf Ziya, bir akşam Laleli’deki apartmanında ziyaretine gittiği Ercüment Ekrem Talu’yu düşünceli görmüştür.
Aralarında şöyle konuşma geçer:
“Sorma başıma geleni Yusuf...”
“Hayrola Ercüment?”
“Ahmet Cevdet telefon etti demin...”
“Evet...”
“İkdam için bir romanın var mı? diye sordu...”
“Evet...”
“Ben de var, dedim...”
“Evet...”
“Ama yok! Birazdan, ilan etmeleri için adını söyliyeceğim... Ne yapsam, ne desem, bilmem...
“Kolay, bir isim buluruz...”
Biraz düşündüktn sonra, bir isim bulurlar: Kundakçı!...
Bu müthiş bir çapkının ro­manı olacaktır: En zarif sosyete hanımından en körpe mahalle kızına kadar her kalbe kundak sokan bir çap­kının romanı...
Bunu bulunca Ercüment Ekrem, büyük bir ciddiyetle  hemen telefona koşacak müjdeyi verecektir:
“Romanı yarından itibaren ilana başlayınız: Adı, Kundakçı... Ercüment Ekrem’in gazetemiz için titiz bir özen ile yıllarca çalışarak hazırladığı büyük aşk, ihtiras, macera romanı dersiniz... İlanlar bir hafta kadar sür­sün... Fotoğrafımı da gönderirim... Efendim?  Müsved­deler mi? Hepsi hazır, hepsi... Yalnız bir gözden geçi­reyim... Ufak tefek rötuşlar yaparım belki!”
Ve üç aydan faz­la süren bu “Kundakçı” romanı İkdam gazetesinin satışını arttıracaktır.
70’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde düzeltmen olarak çalışırken spor yazılarını genellikle Kemal Özer, haberleri Konur Ertop, başlıkları ve imzalı yazıları ben okur, Mustafa Baydar dinlerdi.
Düzeltme Servisi’nin ezeli ve ebedi şefi Adnan Özyalçıner de tefrikalardan sorumluydu.
1973 yılının nisan ayında Melih Cevdet Anday’ın romanı tefrika edilmeye başladı. 18 Nisan 1973’te Melih Cevdet ile romanı üzerine yaptığım röportaj Cumhuriyet’te yayımlanan ilk yazılarımdandır.
Yazı işlerinde bulunan romandan her gün 2-3 sayfa dizilmek üzere müreptiphaneye gönderilir, sermürettip Hüsnü Usta da bu iki sayfayı 5-6 parçaya bölerek dizgicilere dağıtırdı.
Bir gün baktık, 10-5 satırlık bu parçalardan biri kayıp.  İki bölüm arasında bir uyum sorunu var. Kimsenin aklına da Melih Cevdet’e sormak gelmiyor. Ayrıca sorulsa bile yanıtı geç alınacak, ama gazetenin de basılması gerekmekte…
Şefimiz Özyalçıner, “Ben çözerim” dedi ve hemen iki dakika içinde iki bölümü birbirine bağladı.
Melih Cevdet bile daha sonra, Özyalçıner’in romana yaptığı bu ekin farkında olmayacak ve “İsa’nın Güncesi” bu haliyle yayımlanacaktır.

30 HAZİRAN 2016, BirGün