29 Eylül 2016 Perşembe

MİRASI, YAŞADIĞI VE YAZDIKLARI

26 Ekim 1967 tarihli günlüğüne şöyle bir not düşmüş:
“Öldüğüm zaman, benim için şöyle söylemelerini isterim: O, kalp gibi bir insandı; doğduğu andan öldüğü ana kadar hiç durup dinlenmeden çalıştı.”
Hayatı boyunca bakkallıktan gazete bayiliğine birçok iş yapmasına rağmen profesyonel anlamda iki mesleği olmuştu: Biri askerlik, öteki yazarlık...
Aziz Nesin’in seksen yıllık hayatı ibret alınacak derslerle doludur.
1944’te mizah yazarlığı ile başlamış gazeteciliğe. Ölümüne kadar 50 yıllık yazı yaşamında yüze yakın kitap yazdığı düşünülürse, yılda neredeyse iki kitap yazan bir yazı işçisi...
1948 yılında “Azizname” başlığıyla bir taşlama kitabı yayımlanır.
Kitabın baş tarafında şöyle bir dörtlük yer almaktadır:

“Zannetme ki dâim bîşekcesine
Siz her anırdıkça huu çeker millet
Alkış beklerken siz eşşekçesine
Verir hakkınızı yuu çeker millet.”

Ve zamanın basın savcısı Hicabi Dinç, Nesin’in bu dörtlükte hükümeti aşağıladığını iddia ederek dava açar.
İşin ucunda tutuklanmak vardır.
Polis, Nesin’i aramaktadır.
Ama o, geçim sıkıntısı içindedir, iki çocuğunun bakımı gerekmektedir.
Bu sorunları giderdikten sonra teslim olmayı düşünür.
Polis ise altı ay kadar Nesin’i arayacak, fakat bulamayacaktır.
Çünkü kaçak gezdiği günleri İstanbul’un genel kitaplıklarında mizah konusunda çalışarak geçirmiştir.
Polisin ise kitaplıklara bakmak, nereden aklına gelsin?
Orhan Kemal de polis tarafından aranacağı günlerde o zamanlar üç film oynatan bir sinemaya sabah girecek, gece yarısı çıkacaktır.
Yusuf Ziya Ortaç’ın “Bizim Yokuş” kitabında Aziz Nesin ile ilgili anlattığı bir olay vardır ki, tam onun hikâyelerine konu olacak niteliktedir.
Bir kış günü Aziz Nesin, Yusuf Ziya’nın çıkardığı “Akbaba” dergisine uğrar.
İşsiz ve biraz da yılgındır.
Yusuf Ziya, “Akbaba”da yazmasını ister.
Nesin, ise takma adla yazma taraftarıdır.
Sonuçta anlaşırlar ve odası hazırlanır, artık “Akbaba”da çalışacaktır.
Daha sonra “İlk işim İstanbul Valisi’ne telefon etmek oldu” diyor Yusuf Ziya.
Ve önce zamanın valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın onayını alıyor, ardından dönemin başbakanı Adnan Menderes’in...
Aziz Nesin, işte böylece elli bir yıl ya polisin kaçamağında ya da kendinden habersiz vali ve başbakanlardan alınan izinle durmadan üreten bir yazı işçisi idi.
Kendine inanmanın ve güvenmenin abidesi...
Rauf Mutluay’ın şu saptaması ne kadar doğrudur:
“Çağdaş Türkiye’nin bütün toplumsal görüntüleri, en iyi Aziz Nesin’in eseri toplamında izlenebilir.”
Hayatı, eserleriyle böylesine örtüşen kaç yazarımız var?

29 EYLÜL 2016, BirGün


22 Eylül 2016 Perşembe

HİLESİZ KUMAR MI OLUR?

Abdülhamit’in jurnalcilerinden biri de “Malumat” gazetesinin sahibi Baba Tahir’dir.
Zaman zaman arkadaşlarını da jurnalleyen Baba Tahir, bir gün kumarhaneleri haraca bağlamak amacıyla kumarbazları gammazlayacak, jurnalinin altına da Ahmet Rasim’in imzasını atacaktır.
Fakat bunu öğrenen Tırnakçı Rifat, Kumaş Faik, Çerkez Hurşit gibi zamanın kumarbazları, canını almak için Ahmet Rasim’i İstanbul’da köşe bucak aramaya çıkarlar.
Salâh Birsel, “Amerikalı Tolstoy” başlıklı denemesinde, bundan sonra Ahmet Rasim’in hafiyeler ile macerasını şöyle dökecektir sözcüklerin ambarına:
“Bu olaydan sonra hafiyeler Ahmet Rasim’in ardını bırakmaz olurlar. O nereye, onlardan ikisi, üçü de oraya. ‘Şehir Mektupçusu’ onların kötülüğünden kurtulmak için her gün, sabahın köründe meyhaneye, küp dibine damlar. Önünde bir kadeh rakı, akşamı eder. Hafiyeler gelir, kapıyı aralarlar, birilerini arıyormuşçasına içeri bakarlar. Ahmet Rasim’i demleniyor sanarak giderler. Sonunda Ahmet Rasim’in gece gündüz rakıdan baş kaldırmayan bir ayyaş olduğuna vararak Yıldız’a o yolda jurnal sunarlar. Nedir, ‘Şehir Mektupçusu’, bir gün bu hafiyelere şaşırtmaca da verir. Galata rıhtımında kendisini izleyen görevlilerin önünde, iskeleye yeni yanaşan bir çifteye atlar, pazarlık mazarlık etmeden oradan uzaklaşır. Hafiyeler de ne yapacaklarını şaşırırlar.”
Salâh Birsel, “Kahveler Kitabı”nda ise Sait Faik’in gençliği ile ilgili bir kumar olayını anlatır:
“Şerif Hulusi, Şehzadebaşı’nda bulunan bir “Halk Kıraathane”sinden söz eder.
Uzun, karşılıklı iki duvarı aynalı olan kıraathanenin peykelerinde oturanlar kendilerini her gün aynada seyreder, her gün biraz daha eridikleri kuruntusuna kapılırlarmış...
Dört, beş basamakla çıkılan sofanın sağında kahve ocağı, solunda ayakyolu, ortasında büyük bir briç masası vardır.
Briç masasında operetçi Muhlis Sabahattin başı çeker...
Bir kış günü pokerci Abdullah Bey, yanında uzun boylu bir gençle gelir.
Bu genç, Sait Faik’tir.
Az sonra Şekip Tunç’un kardeşi Münip Bey de damlar kahveye.
Pencere yanındaki bir masada dört kişi pokere otururlar.
Şerif Hulusi oynamaz.
Ama Sait’in yanında onları seyretmektedir.
İyi kâğıt geldiği vakit Sait gizlice Şerif Hulusi’nin bacağını çimdikler.
Sait hem poker oynamakta, hem de arada bir cebinden bir stafilina (bir çeşit rakı) şişesi çıkarıp dikmektedir.
O akşam Sait çok ütülür.
Bir ara Şerif Hulusi’nin kulağına:
“O yandaki hergele ile öteki, kâğıt düzüyorlar!”
Turlara gelindiğinde Sait adamakıllı içeri girmiştir.
Bir ara şöyle bir kıpırdanır.
Münip Beyin bileğini yakalar, sonra da suratına da tokatı şaplatır:
“Seni eşşoğlu eşşek! Kâğıt düzmek ha!”
Sait bir yumruk daha atar.
Tokat üzerine ayağa kalkmış olan Münip Bey yeniden iskemlesine yıkılır.
Kahvede bir suskunluk.
Sait yaptığından utanmıştır.
Dağılan saçlarını düzelttikten sonra sofaya doğru ağır ağır ilerler.
Muhlis Sabahattin’in önünden geçerken selam verir, kendisini özürlü göstermek için de:
“Onun yaptığını size yapsalar yutar mıydınız?”
Muhlis Sabahattin elindeki kâğıtları masanın üstüne bırakmıştır.
Öfkesi nedeniyle gözünden düşen monoklunu yeniden sol gözüne yerleştirir:
“Ulan hıyar, hilesiz kumar olur mu?”
Sonra masaya bıraktığı kâğıtları yeniden alır, sağ eliyle dayandığı bastonunu iki kez yere vurur:
“Pas!”
1930 yıllarıdır bu...”

22 EYLÜL 2016, BirGün


15 Eylül 2016 Perşembe

ŞAİR EVLENİYOR

İnceliklerin şairi Behçet Necatigil, Zonguldak’taki öğretmenliğine zoraki olarak bir süre devam ettikten sonra, 1943 yılının mart ayında İstanbul’a, Pertevniyal Lisesi’ne atanır.
Bir süre sonra da evlenmeyi düşünür.
Kızı Ayşe Sarısayın, “Çok Şey Yarım Hâlâ” kitabında babasının aşklarından da söz eder.
Şair, Ankara’da yedek subaylık temel eğitimini yaparken Zonguldak’tan tanıdığı bir kızla karşılaşacaktır. Kız da Necatigil’e yakınlık gösterecek ve birkaç kez buluşacaklardır.
Necatigil askerliğini bitirip İstanbul’a döndükten sonra da arkadaşlıkları devam edecektir.
Fakat ilişkileri evlilik ile sonuçlanacağı sırada, kız ani bir kararla evlenmekten vazgeçecektir. Bir mühendise  gönlünü kaptıran kız,  Amerika’ya gidecektir.
Bu, şairin ilk aşk acısıdır.
Ardından Beşiktaş’ta  bir bankada çalışan bir kızla arkadaşlığı olacaktır.
Evlenmeye karar vermişlerdir, ama kızın ailesi şairin hastalığı nedeniyle karşı çıkacak, Necatigil aşk acısını bir daha yaşayacaktır. (Şair çocukluğundan beri ‘adenit tüberküloz’ hastalığını çekmektedir.)
1948 yılında Sarıyer Ortaokulu’da Huriye Hanımla tanışır.
Huriye Hanım, Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciyken bir yandan da Sarıyer Ortaokulu’nda öğretmenlik yapmaktadır.
İkinci dönemde bir öğretmen arkadaşları okuldan ayrılınca bir kadro boşalır.
Necatigil ise Kabataş Lisesi’nde çalışmaktadır.
Maarif Müdürü, Necatigil’in önceden öğretmenidir. Şairden yıl sonuna kadar derslere girmesini ister.
Necatigil okulda öğretmenliğe başlar.
Bir gün okul müdürü Huriye Hanımı odasına çağıracak ve Necatigil ile tanıştıracaktır.
Bir okul gezisinde Huriye Hanımın elinde çevresi danteli mendili görünce, önce eline alıp bir süre bakacak, sonra “Çevre” şiirini yazarak müstakbel eşine verecektir:

“Yarin mendili nakışlı
 Okşadım ellerimle.
Göz göz üzerimde
Çevrenin bakışı.

Çevre ateş içinde
Daralmakta çember.
Biz yanarsak beraber yanarız
Seninle, beraber.

Çevre tortop
Vurur sırtıma sırtıma.
Yüksek dağların orada
Çevre yok.”

Sonrası bilinen evlilik hikâyesi…
Kız naz edecek, ailesi vermek istemeyecek, şair direnecek ve mutlu son:
Bir ömür birliktelik…
Ressam, mimar Cihat Burak ise aşk acısını yüreğinde duyan, ama bunu umursayan bir sanatçıdır.
Burak, 13 Şubat 1991’de Fenerbahçe’de Feriha Büyükünal’ın “Üniversite âşık oldunuz mu?” sorusunu şöyle yanıtlayacaktır:
“Üniversite yıllarında pek vaktimiz yoktu. Orada bir kızla aramızda aşk maşk oldu. Çoktandır görmüyorum, sarışın mavi mavi gözleri vardı. Akademide güzel kızlar çoktu. Bebeko, Sofo falan…”
Burak, Ankara’da Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışırken “Başıma bir takım işler geldi” diyerek evliliği üzerine şunları söyleyecektir:
“A ile başlayan bir kadın adı. Bir sene bile sürmedi. Daha evvel bir beraberliğimiz oldu da, sonra evlenme ile neticelendi bu iş. Evlenmeyle neticelenince ben gene sıkıldım, mecburi hizmet gibi oldu, ondan sonra pılımı pırtımı topladım. Paris’e doğru firar…”
Burak’ın evlilik sonrasını da Fahir Aksoy, “Kürdün Meyhanesi” kitabında anlatacaktır:
“Bir türlü anlaşamadığı karısından bütün uğraşlara rağmen ayrılamamıştı. Karısı karşı koyuyor, boşanmak istemiyordu. Cihat, ayrılma işini başaramayınca bakanlıktan istifa etmiş, kimseye haber vermeden, adres bırakmadan Paris’e gitmişti. Yıllarca izledikten sonra karısı izini bulmuş, Paris’te de yakasına yapışmıştı. Gene habersizce Paris’ten ayrılarak Bursa’ya yerleşen Cihat’ı karısı gene buldu.”
Ve sekiz yıl süren bu koşuşturma İstanbul’da anlaşmalı bir ayrılıkla son bulacaktır.


15 EYLÜL 2016, BirGün     

8 Eylül 2016 Perşembe

HARBİDEN BİR "ROMAN" KİTABI...

HARBİDEN BİR “ROMAN” KİTABI…

Cemal Süreya’nın deyişiyle “Afrika Aslan”ı, biz arkadaşları arasında “Hoca” olarak bilinen İlhami Bekir Tez’in hayatının büyük bir bölümü otel odalarından geçmiştir. (Ey okur, sabır göster, Hoca niçin ve neden otel odalarını seçmiştir, elbet sırası gelince anlatılacaktır.)
Sinema yönetmeni Ali Özgentürk, Hoca’nın dostları arasında birinci sırayı hak eden Ali Özgentürk benim de kadim bir arkadaşımdır. (Ki zaman zaman Hoca, Özgentürk’ün evinde de kalmıştır.)
60’lı, 70’li yıllarda ömrümüz Kadıköy meyhanelerinde geçiyordu, bir “şiir tarikatı” misali…
Özgentürk, Hoca’nın çevresinde olan Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Can Yücel, Selahattin Hilav, Süreyya Berfe, Eray Canberk, ben ve daha başkaları yanında tek sinemacı idi.    
Özgentürk, sinemacı olarak benim de küçük bir rolüm olduğu “At” filminde Hoca’nın hayatının bir anını perdeye taşımıştır. İlhami Bekir, “Forma” adını verdiği cep kitabı boyutundaki 16-20 kitapçıkları üç kuruş beş paraya kahvehanelerde, meyhanelerde, Şehir Hatları vapurlarında satardı. “At” filminde de Hoca, beyazperdede hayat-ı hakikiyeden bir numune olarak yansımıştır, ki “At” filmi gösterildikçe Hoca’ın sûreti de yaşayacaktır.  
(Okurun dikkatini bir daha çekmek isterim: “At” filmi 1985 yılında 1. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde bütün zamanlarda verilen en büyük para ödülünü de kazanacaktır.)  
Özgentürk’ün “watsap”tan (O’nun var, benim yok) naklen bildirdiğine göre İlhami Bekir, eski güzellik kraliçelerinden bir hanımla evlidir.
Kadıköy Altıyol’da oturmaktadırlar.
İki kızları vardır.
Eşi, bir gün “Ayağın kokuyor” deyince Hoca yalnızca ceketini alıp evden ayrılacak, Kadıköy Postanesi’nin arka sokağındaki Elif Otel’e yerleşecektir.
Ve kızlarını bir daha görmeyecektir.
Özgentürk, yaklaşık 50 yıl sonra Hoca’nın kızları Dilek Tez ile Fatoş Işıl’ı bulur. Biri Nejat Eczacıbaşı’nın özel sekreteri, öteki Metin Erksan’nın eşidir.
Moda’daki Koço Lokantası’da buluşurlar, o gün İlhami Bekir de davetlidir.
Özgentürk, Hoca’ya kızları “Arkadaşlarım” diye tanıştıracaktır.
Hoca, “Çok güzeller” deyince kızlar ağlamaya başlar.
“Niye ağlıyorlar?”
“Senin gibi bir şairi görünce heyecanlandılar.”
Sonunda kızlar babalarına sarılacaklardır.
O günden sonra kızlar babalarını yalnız bırakmayacaklar, evlerine almak istediklerinde ise Hoca, otel hayatını terk etmeyecektir.
İlk şiiri 1924 yılında “Milli Mecmua”da çıkan ve şair olarak ün yapan Hoca’nın iki de romanı vardır:
Biri “Taşlı Tarladaki Ev”, öteki “Herhangi Bir Roman Kitabı…”
İlhami Bekir, Nisan 1971’de May Yayınları arasında çıkan “Şiirler” kitabında bu iki romanı hakkında şu bilgiyi paylaşır okurlarıyla:
“Taşlı Tarladaki Ev, 1938’lerde ‘Yeni Adam’da tefrika edilen, 1944’te kitap haline getirilen bu eser, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk sansür edilmiş romandır. Kitap, şimdi avukatlık yapmakta olduğunu duyduğum, zamanın savcısı bay Hicabi Dinç tarafından sansür edilmiş ve orijinalliğinden, bütünlüğünden çok şey yitirmiştir.”
“Herhangi Bir Roman Kitabı (1965). Bu romanda araya serpiştirilmiş şiirler de vardır. Bunlardan ‘Cezayir’ adlısı bazı dostların dilindedir. Neylersiniz ki, bu kitabı okumuş olanların sayısı da birkaç yüzü geçmiyor.”
Ey okur, müjdeler olsun. Bu iki roman, şimdi Yapı Kredi Yayınları arasında yeniden basılmış bulunuyor.
Fiyatı da bir paket sigaranın fiyatından daha ucuz, 12 RTE lira…
Sözü şimdi Hoca’ya bırakmanın zamanı gelmiştir.
“Taşlı Tarladaki Ev”in yazılış nedenini de Hoca anlatsın…
O zamanlar, Erenköy’de, Etem Efendi Caddesi’ndeki Kantarcı Sokak’ta, semtin en ünlü köşklerinden birindeki, duvara yapışık tek katlı taş müştemilat odalarından birinde oturuyordum. Oku­lumuzdan yarım saat uzaktaydı. Büyük, çok büyük bir bahçesi, bahçenin asırlık çamları, bostan kuyuları, artık yok olmuş meyve­likleri, hâlâ izi bulunan bağı, sayısız, sık, çeşit çeşit ağaçları vardı ve bahçe bir koru, bir küçük orman gibi idi.
Yıl sanırım 1929 idi. Bir gün burada beni Nâzım Hikmet ziyaret etti ve üç gün sonra dedi ki:
- Bir arkadaşımız var. Onu sana konuk edeceğiz. Polisçe aranı­yor. Bir odada oturursunuz. Birlikte yer içersiniz. Bahçede abdeste geceleri çıkar. Ona hiç soru sorma, adını da. Ne anlatırsa onu din­lemekle yetin. Seveceksin- . O da Darülmuallim’in mezunu.
- Peki gelsin! dedim.
Ve geldi.
Genç, sevimli, çöpsüz üzüm bir insandım. Bahçenin öbür ucundaki ana köşkte kiracılar ve bu kiracıların kız, dul, evli kimi kimseleri vardı. Ve adı galiba Sadiye olan çok genç dul bir hanım vardı ki, bana karşı derince bir ilgi duyardı. Ama ben onunla hiç ilgilenmiyordum. Zaten hiç de evlenmek niyetinde değildim. Bir acayip gençtim işte.
Sadiye bir gün konuğumu görmüş. Ah bu kadın kini, ah...
- İlhami Bey odasında bir kaçak saklıyor. Onu polise haber vereceğim.
Durum kritikti. Konuğuma olduğu gibi anlattım ve dedim ki:
- İster kal, ister git artık...
Ve sevgili konuğum o gün kalktı gitti. Bir daha da görmedim.
Haftasında Nâzım’a onu sordum. Nâzım şöyle cevap verdi:
 - O mu? İntihar etti o.
Çok sonra anladım. O intihar etmiş değildi. Öyle gerekmiş ve Nâzım bana öyle demişti. Ama ben inanmıştım. Bu çok sevdiğim insana candan acımış, üzülmüştüm.
İşte ‘Taşlı Tarladaki Ev’ romanı bu adamın anısıyla, onun için yazılmıştı. Altı ayda yazdım ve bitirdim.”
Hoca’nın arşivinde bulunan bir el yazısında ise bu romanın yazımıyla şu ilginç anekdot yer almaktadır:
“- O mu?” dedi, “intihar etti.”
Şair dostum bana yalan söylemişti. Çünkü konuğum meslektaşım o günden sonra 45 yıl daha yaşadı.
O, daha bir iki yıl önce ölmüş olan Yakup Demir (Zeki Baştımar) idi ve bana Taşlı Tarladaki Ev romanımı o ilham etmişti. Bu romanı onun için yazmıştım.”
"Taşlı Tarladaki Ev" ve "Herhangi Bir Roman Kitabı"nı okuyunca keşke İlhami Bekir Tez roman yazmayı sürdürse, imzasını yeni romanlara da atsaydı diye düşünüyor insan...

08 EYLÜL 2016, BirGün


1 Eylül 2016 Perşembe

ŞİİR YAZ, SANA BAKARIM...

“Horozdan korkan” şair-ressam Metin Eloğlu, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın düzenlediği “Şairlerin Seçtikleri” şiir antolojisinde ömrünün fotografisi şöyle çıkarır:
“Soyadı: Eloğlu
Adı: Mehmet Metin
Baba Adı: Hasan -ölü-
Ana Adı: Fatma Nahide -ölü-
Doğum Yeri: İstanbul
Doğum Tarihi: 11 Mart 1927
Dini: Yok
İşi: Sanatçı
Medeni Hali: Evli
Boy, Göz, Renk: Fotoğrafta”
Yapıtlarında Metin Eloğlu dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgungil, Nil Meteoğlu imzalarını kullandığı da bilinir.
Sıkı bir içkici olduğu da kabul edilmektedir.
Nasıl olmasın?
Eloğlu olarak takma adlarıyla içkiye otursa daha ilk elde bir büyük rakı şişesinin dibi görünecektir.
Eloğlu da içkisini yanında taşıyan şair erbabındandır.
70’li yılların başları…
Ankara’da Türk Dil Kurumu Kurultayı var.
Eloğlu, eleştirmen bir arkadaşıyla Ankara’ya gidecektir “Mavi Tren”le…
Gece boyunca trende içerler.
Sabaha karşı Ankara’ya inerler.
Kurultay’a daha vakit vardır.
Eloğlu, o yıllar sanatçıların uğrak yeri, Sakarya’daki “Piknik’e uğrayalım” der.
Fakat Piknik’te sabah temizliği yapan bir çalışandan başka kimse yoktur.
Eloğlu “Azizim” der, “bize iki sade kahve ve iki de kanyak…”
Adam, “Dolap kapalı bey” der, “size içki veremem.”
Eloğlu, “O zaman sen kahveleri yap” der demez, çantasını açar, bir cep kanyağı çıkarır.
“Her zaman tedbirli olmak gerekir” diyerek içmeye başlarlar.
(Ben içkiye meyyal olduğum zamanlarda çantamda ‘zaten çanta taşımak gibi bir alışkanlığım yok’ içki taşımazdım. Adını sevgiyle andığım Adanalı arkadaşım Öder Bozok, cep kanyağını belinde taşırdı. Ama meyhaneden çıkarken bir kadeh rakı ceketimin iç cebimde olurdu her zaman, “yolluk” olarak değil de “yol”da içmek için.)
Metin Eloğlu bir ara İzmir’e yerleşmiştir.
O yıllarda Attilâ İlhan da “Demokrat İzmir” gazetesinde genel yayın yönetmenidir.
O zamanın gazetelerinde “Gazete ressamlığı” diye bir iş vardı.  Görevleri gazeteye girecek resimleri rötuşlayarak baskıya hazır hale getirmekti.
Mesela “Cumhuriyet” gazetesinin iki ressamı vardı: Biri Elif Naci arşivden sorumluydu, öteki Agop Arad gazetenin ressamı…
Aslında gerçekten de bir ressamdı. Desenleri, 50’li yılların nice şiir kitapların içini ve kapağını da süslemiştir.
Arad, eski bir resmi alır, yıpranmış yerlerini beyaz üstübeçle onararak kullanılır duruma getirirdi.
Eloğlu da “Demokrat İzmir”de böyle bir görevle çalışmakta…
Fakat bir süre sonra gazetede dizgi yanlışlarının çoğaldığı görülecektir.
Attilâ İlhan önce bu işe bir anlam veremez, ama sonradan anlaşılır ki bütün düzeltmenler içkili…
Çünkü Eloğlu’nun çalışma odası ile düzeltmenlerin odası yan yanadır ve birlikte içki içilmektedir.
İlhan, Eloğlu’nun odasındaki dolapları açınca içlerinin boş içki şişeleriyle dolu olduğunu görecek ve hemen işine son verecektir.
Gelelim Can Yücel ile dostluğuna…
Can Yücel, yılın oku 1956’yı vurduğunda, üç çocuğunun annesi Güler ile tanışır.
Evliliklerinin birinci yılında Londra’ya düşer yolları.
BBC’nin Türkçe Yayınlar Bölümü’nde spikerlik yapacaktır.
Spikerlik, Nâzım Hikmet’in ölümüne kadar sürer.
3 Haziran 1963’te Nâzım ölümünü BBC’de okumak ona nasip olacaktır.
Ve Nâzım’dan ayrılmanın acısını sunturlu bir küfürle süslediğinden o an işine son verilir BBC’de.
Türkiye’ye dönerler ailecek. Marmaris’te rehberlik, turizm müdürlüğü yapar, eşi Güler ise öğretmenlik.
Ama palmiyelerin kesilmesine karşı durduğu için işine son verilir.
İstanbul’da “Yeni Sabah”ta çalışmaya başlar.
En iyi arkadaşından biri Metin Eloğlu’dur.
Beyoğlu Bursa sokakta bir ev tutarlar.
Eloğlu’nun zaten parası yok, o ise pek bir şey kazanamamakta.
Yine de Eloğlu’na “Sen çalışma şiir yaz, ben sana bakacağım” der.
Bir süre sonra evde şiirden çok içki şişesi birikmeye başlar.
Ama Can Yücel’in annesi olaya el koyacak, ikisini de sefaletten kurtaracaktır.

 01 EYLÜL 2016, BirGün