30 Ocak 2014 Perşembe

ŞAİRLERDE SINIF AYRIMI YOKTUR!

1001 Gece Denemeleri’ni şiirleriyle nakışlayan Sâlah Birsel’in “Dünya İşleri”ni 60’lı yılların başında, İzmir Kemeraltı’nda bir kaldırım kitapçısından bir kibrit kutusu fiyatına almıştım.
1947 tarihli “Dünya İşleri”, Birsel’in ilkgençliğinde yazıp da yayımlamadığı romanından sonra okuruyla buluşan ilk şiir kitabıydı.
Bir konuşmamızda bu kitabın ilginç öyküsünü anlatmıştı.
Birsel ile Burhan Arpad, o yıllarda “AB Neşriyatı” adıyla bir yayınevi kurmuşlardır. Çok geçmeden aralarına İhsan Devrim de katılır ve Cağaloğlu’nda ABC adında bir kitabevi açarlar. Yayın da yapmaktadırlar. Bu işi iki yıl kadar sürdürürler. Anadolu kitapçılardan o zamanın parası on bin lira kadar alacakları vardır; paranın büyük bölümünü alamayınca kitabevini kapatmak zorunda kalırlar. Kitabevini satmaya karar verirler ama, satıştan önce Tan olayı patlak verir ve gazete yakılırken ABC Kitabevi de yağmalanacaktır.
“Dünya İşleri” işte bu “AB Neşriyatı” arasında yayımlanır.
Kitap tam 666 adet basılmıştır, çünkü o zaman bir top kâğıttan bu kadar kitap çıkmaktadır.
Sonrasında kitabevi yağmalanınca kitabın parasının bir kısmı Anadolu kitapçılarında kalacak, gerisi de yağmaya kurban gidecektir.
 Geçenlerde yitirdiğimiz sevgili şair arkadaşım Adnan Azar’ın ilk kitabı “Unutmak Suları”nın da ilginç bir öyküsü vardır.
80’li yılların başında yine şair arkadaşım Yaşar Miraç, “Yeni Türkü” adıyla bir yayınevi kurmuştu.
Aynı adla bir de dergi çıkarıyordu.
Miraç, aynı zamanda günümüzün ünlü müzik grubu “Yeni Türkü”nün de isim babasıdır.
“Yeni Türkü” Miraç’ın genç şair arkadaşlarının kitaplarını basıyordu. O yıllarda benim “Yeni Bir Defter Şiirler Meçhul Bir Aşk” kitabım da “Yeni Türkü” yayınları arasında çıkmıştır.
Miraç, mesela hastane hemşirelerini örgütlemişti, onlardan röntgenlerin arkasına konulan renkli kâğıtları alır; bu kâğıtlara el kadar, 16 sayfalık minik kitaplar basardı.
Ahmet Erhan’ın, Turgay Fişekçi’nin kitapları bunların arasındaydı.
Kâğıdına göre kitapların kapağının da, iç baskısının da kiminin rengi sarı, kiminin turuncu, kimininki de yeşildi.
Miraç, ayrıca bu kitapları çiçeklerle bezediği hasır sepetlere, dizi halinde doldurur; Bâbıâli’de gazeteleri dolaşarak satmaya çalışırdı.
O ara, Adnan Azar’ın “Unutmak Suları” ve daha başka birkaç kitap için değişik bir kapak düzeni düşünür.
Kitapların kapağı “basma” olacak, fakat her kitap kapağı için “basma”yı kendi zevki için şairin kendisi alacaktır.
Azar, olayı annesine anlatır.
Bir asilzade olan annesi hemen karşı çıkar:
“Oğlum, ilk kitabın çıkacak, kapağı basma mı olur? Hemen gidip Vakko’dan ipek alacağız.”
Azar, annesini ikna edemez.
Hemen Vakko’ya giderler, ipek kumaşlarda basmanın allı-güllü albenisi yoktur ama; Azar da annesini kırmak istememektedir.
Acaba kitabın kapağında basma yerine ipek kullanılamaz mı?
Sevgili Yaşar Miraç’ın tepkisi net olacaktır:
“Şairler arasında sınıf ayrımı yoktur!”

30 OCAK 2014, BİRGÜN


27 Ocak 2014 Pazartesi

GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞTÜ

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na Karaman’da “kutu” içinde armağan edilince “elma” da siyasi literatürümüze girmiş oldu.
Türkiye’de il sayısı 67’den seksenlere çıkınca Iğdır’dan Yalova’ya 15 kadar kasabadan kente dönüşen dolaşmış, yeni “kent”lerin sorunları ile ilgisi bir dizi yazı hazırlamıştım.
İş beklentisi olan kentlerde en büyük sorun işsizlik ve pahalılıktı.
Kasaba, kent olunca yeni devlet daireleri açılacak ve oranın gençleri iş bulabilecekti.  
Fakat öyle olmadı, çünkü devlet dairesi, belediye gibi yerlerde yeni kentin geçleri değil, dışarıdan gelenler işe alınmaktaydı.
İkinci sorun da yeni “memur”ların gelişiyle kentte ev kiraları olağanüstü artmıştı.
Bu kentlerin içinde Karaman’ın ayrı bir yeri vardı.
Karaman’ın gurbetçi “Alaman”ları, büyük yatırımlar yapmışlardı. Yeni ve yaşanabilir evler çoğunluktaydı.
İkincisi, “elma” üretimi en çok yapılan ürünlerin başında geliyordu.
İç piyasaya verilmeyip yurt dışına ihraç edilen elmalar Karaman’ı çevreleyen bahçelerde yetişmekteydi ve bu yüzden her mevsim elma kokmakta idi bütün kent.
O günlerde Karamanspor’un sarı-kırmızı renklerinin de Karaman elmasından alındığı söyleniyordu.
Kılıçdaroğlu’na kutu içinde elma verilirken “Karaman Elmas”ı denmesi de bu nedenle olsa gerek.
Mitolojide olsun, sağlık bakımından olsun, Kutsal Kitaplarda yer bulması olsun “elma” insan yaşamında önemli bir yer tutmaktadır.
Mesela kalp ve böbrek rahatsızlığı çeken benim için yasak olmayan tek meyva elmadır.
Özellikle sarı renkli ayva, muz, portakal misali meyveler yasakken elma istenildiği kadar tüketilebilir.
Elmanın bir özelliği de günahı sembolize etmesidir.
Kutsal Kitaplara göre Tanrı, Adem'i yarattıktan sonra ona destek olması ve çoğalmaları için Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratmıştır. Havva aslında Adem'in bir parçasıdır. Onlar birbirini bütünler. Şeytan ise onların cennetten kovulması için Havva'ya yaklaşır, bir elma verir. Havva bu elmayı hem Adem'e yedirir hem kendi yer. Ve bu sayede cennetten yeryüzüne gönderilirler.
Bizim masallar da genellikle “gökten üç elma düştü, ne muradı varsa onun başına” diye sona ermez mi?
Yazıya “siyasal” bir girişle başladık, yine “siyasal” bir vurguyla hitama erdirelim.
Bugünlerde de ülkenin üzerine gökten üç değil, 4-5-6, ardı arkası kesilmeden yolsuzluk, rüşvet elmaları yağıyor.
Kiminin sapında kul hakkı yiyenin, kiminin yaprağında günah işleyenin adı yazmakta…
Cemal Süreya’nın yayımlanan ilk şiirinin adı “Elma”dır. Şair, şiirin son dizesinde “Adımın bir harfini atıyorum” der ve ondan sonra “Süreyya” değil, “Süreya”yı kullanır yazı ve şiirlerinde…
“Temiz toplum” için bugün de kimi adları ve adımları atmak gerekmiyor mu?

23 OCAK 2014, BİRGÜN


20 Ocak 2014 Pazartesi

HUKUK BUDUR

Fatih Sultan Mehmet, sütunları keserek alçak yaptığı için bir caminin mimarına kızar.
Mimar da “İstanbul’da deprem çok olur, bu nedenle Ayasofya’dan alçak yaptım” diye yanıt verir ve özür diler.
Fakat Fatih, yine de mimarın ellerini bileklerinden kestirir.
Bunun üzerine mimar, Fatih’ten şikâyetçi olur ve dava eder.
Kadı, yani zamanın yargıcı Fatih’e haber gönderir, mahkemeye gelmesi için…
Fatih feracesi giyer, kemerine de bir topuz saklar.
Kadı, önce mimarı dinler.
Fatih’e söz gelince, “Emir İslam hukukudur” der.
Kadı, “Beyim, şöhret âfettir. Caminin alçak olması ibadete engel değildir. Senin
taşın cevahir dahi olsa kıymeti yine taştır. Ama bu adamın hukuka uygun olmayarak ellerini kestirmişsin. Bu adam artık çalışamaz. Artık ona bakmak sana
borçtur, mimar dava etse senin de ellerin kesilir,” diye hükmünü verir.
Fatih, “Devlet hazinesinden maaş bağlayalım,” derse de Kadı, “Hayır, devlet hazinesinden olmaz. Suç sizindir. Şahsi paranızdan vereceksiniz, diye karşı gelir.
Fatih, Peki, malımdan günde bir akçe vereyim, hakkını helal eylesin,” deyince, mimar razı olur.
Helalleşir ve anlaşırlar.
Dava da böylece bitmiş olur
Sonrasında kadı ayağa kalkarak Fatih’e saygısını sunar.
Fatih bu kez, “Bu padişahtır diye bana saygı gösterseydin şu topuz ile seni azarlardım,” diye eteğinin altındaki topuzu işaret eder.
Kadı da, “Eğer hukukun hükmüne rıza göstermeseydin şu ejderhaya seni öldürtürdüm,” diyerek seccadenin altındaki ejderhayı gösterecektir.
Kendilerini Osmanlı’nın mihmanı sayanlar bu hikâyeden ders çıkarırlar mı?
Sanmıyorum.
Bugün herkes kendi hukukunu hukuk, kendi taşını cevahir sansa da “Kadı”nın da dediği gibi, herkesin hukuku birdir, ister padişah, ister sıradan bir yurttaş olsun; taş cevahir de olsa sonuçta değeri yine taştır.

ADNAN DA GİTTİ

Geçen yaz Silivri’de sevgili arkadaşımız Ahmet Erhan adına açılan parkta birlikte olmuştuk. İhsan Tevfik bu mutlu günün fotoğraflarını çekmişti. Şubat ayında yine Silivri’de buluşmak üzere söz kesmiştik. Olmadı, ecel erken geldi. Ahmet gibi o da genç yaşında aramızdan ayrıldı. Şimdi birlikteler. Adnan Azar, sevgili şair arkadaşım, ömrünü “Ömrüm” şiirinde şöyle özetlemişti. Toprağı bol olsun, sevenlerine sabırlar.  

ben bir gün aşkı seçerim 

sonra gelir bir gün yoksayma provaları
sonra gelir bir gün unutuşun hecesi 

sonra bir gün adını sorarım sana
sonra bir gün kimnasılnedennezaman
sonra bir gün bir akşamı uzun kılarım 

dağılsın ömrüm”

16 OCAK 2014, BİRGÜN


4 Ocak 2014 Cumartesi

BORU VE KUTU

Seksenli yılların sonuna doğru Cumhuriyet gazetesinin Düzeltme Servisi bir edebiyat mahfeli idi.
İki masanın çevresini “edebi ve ebedi şef”imiz 50 kuşağının önemli öykücüsü Adnan Özyalçıner, şair Kemal Özer, eleştirmen Konur Ertop, edebiyat tarihçisi Atilla Özkırımlı ve bendeniz oluşturmaktaydı.
Her gün bir de “misafir”imiz vardı: Gazetenin arka sayfasına karikatür, kimi haber ve yazılara vinyetler çizen bir çizer...
Masalardan birinin çekmecesi bu arkadaşa tahsis edilmişti.
Çekmecede bir küçük hokka çini mürekkebi ile birkaç kalem bulunurdu.
Çizer arkadaş, sessizce masanın bir kenarına ilişir, işini yaptıktan sonra yine sessizce gazeteden ayrılırdı.
O yılların Bâbıâli’nde gazeteler, dergiler, yayınevleri birbirine komşu. Çizer arkadaş da “parça başı” çalışıyor.
Bu nedenle de düzenli bir maaşı yoktu.
“Parça başı” aldığı işlerden aldığı paraları, evde kartondan bir boru yapmış, onun içine koyuyor.
Sabah evden çıkarken, eline ne kadar gelirse o parayı alıyor.
Kimi zaman morali bozuk gelirdi gazeteye.
“Üstat, nedir derdin?” derdim.
“Borunun ucu görünüyor, içinde para kalmamış” diye yanıtlardı.
Sonrasında ben de kendime göre bir yöntem buldum.
Gece eve gelince cebimde ne kadar bozuk para varsa, bir ayakkabı kutusunun içine atıyorum. Özellikle de ay sonlarında cebimde para tükendikçe ya da gereksinim duyduğumda elimi kutuya atıyor, o günü kurtarıyorum.
12 Eylül darbesi olunca gizli bir “vicdani redci” olarak yirmi yıl kadar kaçtığım askerlikten yakayı ele verdim.
Yirmi ay askerliğim boyunca da o ayakkabı kutusunu unuttum.
Fakat askerlik dönüşü o kutuda kalan “dana gözü” beş liraların, madeni iki buçuklukların, bir liraların tümü tedavülden kalkmıştı.
Kuruşların zaten esamisi okunmuyordu.
Ama otuz küsur yıldır o paralar, fotoğrafta görüldüğü gibi, o ayakkabı kutusunda duruyor.
Bilseydim o kutunun içini Dolar, Euro filan ile doldururdum.
Hiç olmazsa benim değil, ama kutunun bir şöhreti olurdu bugün.
Şimdi bu paraları kutusuyla birlikte balkonundan kutu göstererek Akhisar’da Başbakan’ı protesto eden Nurhan Gül’e armağan etmek istiyorum.
Benim işime yaramayan paraların, 690 lira emekli maaşı ile yaşamaya çalışan Nurhan Hanımın da yarasına merhem olamayacağını biliyorum.
Ama benim kutumun, onun karakolda kendisiyle birlikte tutuklu muamelesi gören ayakkabı kutusuyla bir “hatıra yoldaşlığı” bulunabilir belki...
Sonuçta “boru” değil, ikisi de “kutu” aslında...
 
02 OCAK 2014, BİRGÜN