27 Eylül 2012 Perşembe

TAHTEREVALLİ


Nâzım Hikmet, Orhan Selim takma adıyla 16 Haziran 1935 tarihli “Akşam” gazetesinde çıkan “Tahterevalli” başlıklı yazısında ülkenin durumunu özetlerken günümüze de ışık tutuyor.
Nâzım Hikmet, “Küçükken tahterevalliye binmişsinizdir.” diyor ve ekliyor:
 “İki ucundan biri inince öbürü kalkan bu nesne yalnız tahtadan olmaz. Tahterevalli temeli ve prensibi üzerine bütün bir filozofi, görüş sistemi kuran saçı sakalına karışmış bilginler bile vardır. Benim ne saçım sakalıma karışıktır, ne de tahterevallizm teorisinin güdücülerindenim. Yalnız şu son günlerde bir ucu inince öbür ucu kalkan birçok tahterevalli­ler görüyorum.”
Ardından tahteveralliden kimi örnekler veriyor:
“Her yerde boyuna yapı yapılıyor. Yağmurdan sonra mantar gibi yapılar yükseliyor. Yükseledursunlar, ancak burada da tahtere­valli gösteriyor kendini. Çimento ucuzladı, demir pahalılaşmış.”
Bugün de demirin, çimentonun fiyatını bilmem, ama kentsel dönüşüm adı altında fakir fukaranın elinden kondusu binası alınıyor, müteahhitler tahteverallinin üstüne kuruluyor.
“Edebiyat aldı yürüdü. Piyasada ozandan geçilmiyor. Edebi­yat ucuzladı; tahterevallinin bir ucu indi, fakat kitap pahalılaştı, tahterevallinin yükseldi öbür ucu.”
Bugün de edebiyatın yürüyüşü pek durmuş gibi değil. Postmodern edebiyat çıkalı beri de epey ucuzlamış görünüyor. Şairleri tenzih ederim, ama ucuz, magazin edebiyatı piyasada pek revaçta. Ayrıca üstadın zamanında kitabın pahalı olmasından şekva var idi. Şimdi ise kitap silahla eşdeğer tutulmakta…
Şeker ucuzladı, buğday pahalılaştı.”
Bugün ise zammın adı “ayarlama” oldu. Tahteveralli bir ucu bir türlü yukarıdan inmiyor “ayarlama” nedeniyle. Pahalılık öteki uçta almış başını gidiyor yukarılara doğru.

UCUZ NE KALDI?
Başka örnek mi istersiniz?
Öğrenci harçları ucuzladı, kayıt paraları pahalılaştı.
Tekel ucuzdu, özelleştirildi rakı pahalılaştı.
Sendikalar kapatıldı, emek ucuzladı, sermaye pahalılaştı.
Söyler misiniz pahalılaşmayan ne kaldı?
Nâzım Hikmet, “Daha sayayım mı?” dedikten sonra son noktayı koyuyor:
“Bir tanesi daha geliyor aklıma, onu da söylemeden edemeyeceğim:
Çizmeler ucuzladı, çizmeden yukarı çıkmak pahalılaştı.”
Yani anlayacağınız, ülkenin hali, tahterevalli…

ÇİZMEDEN YUKARISI
Peki, bu “çizmeden yukarı” sözü nereden kaynaklandı?
Nâzım Hikmet, yine Orhan Selim adıyla dört gün sonra “Tan” gazetesindeki yazısında da bu deyimi açıklıyor:
“Ressam, ayağı çizmeli bir adam resmi yapmış. Bir kundura boyacısı bu resmi görmüş ve çizmedeki pırıltıların yanlış olduğunu ressama söylemiş. Ressam, boyacının kritiğini doğru bulmuş ve pırıltıları düzeltmiş. Bunun üzerine boyacı, “İyi ama” demiş, “pantolonlardaki kırışıklar da yanlış.” Ressam kızmış birdenbire:
-Yoo! diye haykırmış, çizmeden yukarı çıkma.”
Elbet, bu olayın tahteveralli ve ülkenin durumu ile bir ilgisi yok!

27 EYLÜL 2012, BİRGÜN

24 Eylül 2012 Pazartesi

YUMURTAYA ZAM, GENÇLİĞE NİZAM!



Orhan Kemal’in yumurta ile ülfetini bilmiyorum. Ama üstat, lacivert elbisenin altına “yumurta topuk” ayakkabı giymeyi pek severdi. Yakın arkadaşları Yelfe İhsan ile Muzaffer Buyrukçu dışında Bıyık Talat da Orhan abi misali giyinirdi.

Benim yumurtaya ülfetim ise böbrek yetmezliğinden dolayı yasak olduğu için başladı.

Üç yıldır çektiğim böbrek yetersizliği nedeniyle gittiğim diyaliz merkezinin diyetisyeni sabah kahvaltısında bir kibrit kutusu beyazpeynir, beş adet zeytin, bir yumurtanın beyazı ile bir su bardağı çay öneriyor.

Üç yıldır da bu diyeti uygulamaya çalışıyorum.

Bir süre önce de yumurtayı diyetten azat etti.

Artık sarısı dahil haftada iki yumurta yiyebilirmişim…

 

KAHVALTIDA YARIM YUMURTA

12 Eylül döneminde yirmi ay er olarak askerliğimi yaparken rakı, beyazpeynir ve denizden sonra en çok özlediğim de yumurta idi.

Kışlada pazartesi ve cuma sabahları kahvaltı verilirdi erata. Menü de aynı şimdi benim bugün uyguladığım diyet rejimi gibi.

Dört kişilik masada her ere bir kibrit kutusu kadar beyazpeynir, beş adet zeytin, bir yumurta ve bir maşrapa karavana çayı…

Ancak bölük komutanı Yalçın yüzbaşı nöbetçi ise bu kahvaltı gerçekleştirildi. Onun olmadığı günlerde dört kişiye bir yumurta düşerdi.

Zeytin çekirdekleri biriktirilip tespih yapılırdı, ama o tek yumurtanın sırrına kimse erişememişti. O zamanlar protesto eylemlerinde yumurta atmak gibi olay da yoktu.

Kimi “münafık”lar yumurtaları astsubayların çaldığını falan rivayet ederlerdi, ki ne münasebet?

Sıkı bir yönetimde böyle bir iş mümkün mü?

Bense yumurtaların acil durumlar için depoya kaldırıldığını söylemeye çalışırdım. Öyle ya, bütün ülkede sıkıyönetim var, üstelik kimin aklına ve haddine gelecek Kenan Evren ve generallerine yumurta atmak?

Bugün, savcılardan bize yirmi ay boyunca bildirilerini her akşam işkence yaparcasına okutturan Evren ve arkadaşlarından bu yumurtaların hesabını sormasını da isterim doğrusu… 

Bütün bunlar otuz yılın ardında kaldı.

Ama bugün “özellikle küçük çocukların en önemli besin maddeleri arasında yer alan yumurtanın fiyatının okulların açılmasıyla tavan yapmasına” ne demeli?

Gazetelerde yer alan haberlere göre üç hafta önce toptan fiyatı tanede 12 kuruş olan yumurta, 24 kuruşa çıkmış; 30’luk kolinin ise perakendede 10 lirayı aşmış...

Bu da yumurtaya yüzde yüz zam anlamına geliyor.

Yumurta Üreticileri Birliği (Yum-Bir) Başkanı Derya Pala ise okulların açılmasının ve havaların soğumasının aynı döneme denk geldiğini, bunun da iç piyasada talebi artırdığını söylemiş…

Bence Pala’nın zam gerekçesi hiç de inandırıcı değil.

 

MAAŞTA BİR DELİK DAHA

Yumurta zammı ile birlikte elbette başta pasta, kek olmak üzere yumurta ile yapılan yiyeceklerin fiyatı da artacaktır.

Bu, benim diyet listem gereği emeklilik maaşımda bir delik daha açılacak demektir.

Küçükleri bir yana bırakın, üniversiteler de açıldı. Yumurtaya zam da gençliğin protesto eylemlerinin habercisi olmalı…

Öğretim harçlarıyla boğuşan hangi genç, üç kuruş olan cep harçlığına kıyacak da zamlı yumurtayla protesto eylemi yapacak?

Bence zammın asıl gerekçesi de bu, gençlik eylemlerinin böylece önünü kesmek yani…

Gençliği ne kadar susturabilirlerse; o da ayrı bir konu…

  

20 EYLÜL 2012, BİRGÜN

13 Eylül 2012 Perşembe

TEMBELLİK KEYFİ Mİ?


İlk “kuruş”umu Erzurum’dan İzmir’e geldiğimiz yıl, İkinci Karantina’da yaptığım telden bir arabayı yukarı mahallede bir çocuğa satarak kazanmıştım.
Biraz büyüyünce gündüzleri yaptığım uçurtmaları yine mahallenin çocuklarına, geceleri de babamın okuduğu gazeteleri undan tutkallarla yapıştırarak ürettiğim kesekâğıtlarını mahalle bakkalı Necati Bey ile manavına satarak kuruşları kuruşlara ekledim.
Şimdinin çocuklarına tuhaf gelecek, o zamanlar “kuruş” diye bir para birimi vardı; bir ara tedavüle sokuldu gerçi, fakat ara ki bulasın…
O zamanlar bırakın avroyu; ne doları bilirdik, ne markı...
Ve “kuruş”tan önce de kenarı tırtıllı “para”lar...
Yüz “para”, iki buçuk kuruştu.
Annem yüz para verirdi, bakkaldan yumurta ile ucu kırmızı “sigara” sakızlarından alırdım.
“Yüz para”ların ayrı bir özelliği daha vardı: “Otomatik” elektrik sigortasının olmadığı o zamanlarda “sigorta”ya destek olmak...
Elektrik sigortasına İzmir'de “asfalya” denirdi. Faz yüksek gelirse sigorta, yani asfalya atardı. Asfalya da parmak kadar bir porselen. Bir elektrik kablosundan iki-üç tel çekilir, bu porselenin altına ve üstüne gelecek sarılırdı. Sonra da bu porselen, pirinç bir muhafazaya alınarak yuvasına takılırdı.
İşte bu sırada, porselen ile muhafaza arasında bir boşluk olursa, o boşluk “yüz para” ile doldurulurdu.
Çocukluğumda hatırlıyorum, tedavülden kalkmış olsa da, birçok evin “asfalya”sında o “yüz para”lar hâlâ yaşamaktaydı.
Ne günlermiş ama...
Şimdiki yaşımı söylemek istemiyorum, fakat kaba bir hesapla demek ki yarım yüzyılı aşkın süredir çalışmaktayım.
Kuruşları liralara ekleyemediğim için de bugün emekli maaşım dışında, bankada tek kuruşum olmadığı gibi yılbaşında ÇEKÜL vasıtasıyla gelen çam fidanı armağanlarından başka tek dikili ağacım da yok.
Âşık Veysel’in dediği gibi “İki kapılı bir handa/gidiyorum gündüz gece.”
Bu yüzden de artık kaç kapısı olduğu pek ilgilendirmese de bu “han”da biraz değil, “azılı” bir tembellik yapmak istiyorum.
Tek düşüncem, buzdolabını Allah ne verdiyse, bir dilim kuru ekmek ve beyaz peynirle doldurup aylarca bir eve kapanmak...
Bakkala gazete almak için bile adım atmamak....
Bütün gün sırt üstü mü, yan gelerek mi olur, yatmak, yatmak ve yatmak...
İsterse telefon çalışmasın, sular akmasın, kaloriferler yanmasın, hiçbir şey umurumda değil.
Yeter ki, sabah karanlığında bir lokma ekmek adına yollara düşmeyeyim.
Akşam alacasında trafiğin cenderesinde canım erimesin.
Ünlü “Cyrano de Bergerac” oyununun yazarı Fransız şair Edmond Rostand’ın yaşamında en kızdığı şey, çalışırken birilerinin onu ziyaret etmesiymiş...
Sonunda şöyle bir çözüm bulmuş...
Bu oyununu yazana kadar banyodan çıkmayacak...
Böylece bütün gününü banyoda geçirmeye başlamış, ta ki oyununa son noktayı koyana kadar...
Bense yalan söylemekten burnum “Cyrano”nun burnuna benzese de “tembellik” banyomdan çıkmak istemiyorum.
Rostand, evinin bir odasını banyo haline getirmiş, ben bütün bir evi, daha doğrusu yaşadığım bütün mekânı bir “banyo” haline getirmek istiyorum.
Başka türlü nasıl çıkar tembelliğin keyfi?
Melih Cevdet Anday, bir şiirinde şöyle diyor:

“Bir misafirliğe gitsem
Bana temiz bir yatak yapsalar
Her şeyi, adımı bile unutup
Uyusam.”

Ben misafirliğe de gitmek istemediğim gibi, misafirin gelmesine de karşı duruyorum.
Tembellik yatağımın rehaveti bütün dertlerimden azade kılmaya yeter beni demek istiyorum ama...
Diyemiyorum, çünkü ülke her gün şehit  ve savaş haberleri ile  yoğrulurken; siyasetçilerin incir çekirdeğini doldurmayan boş atışmalarına tanık olunurken; ülkenin yer altı, yer üstü kaynakları yalan dolanla soyulup kadın cinayetleri, çocuk istirmarları ile boğuşurken; yazan, konuşan, düşünenlerin ağzına kilit vurulmuşken tembellik yapmak ne mümkün?
Bütün bu ezaya cefaya katlanmak için bu halk ne yaptı?
Yine de düşünmekten edemiyorum; sahi altmış küsur yıldır kaç yaşında bir çocuğum ben?
Yıllar demir almışken çocukluğunun limanından, çocukluğunu özleyen...

13 EYLÜL 2012, BİRGÜN

8 Eylül 2012 Cumartesi

SIĞACIK’TA BİR SANAT EVİ



On yıldan fazlasını geçirdiğim İzmir’de Seferihisar bana Hindistan kadar uzaktı. En yakın tatil yöresi İnciraltı idi o zamanlar. Mahalleli pazar günleri, çoluk çocuk kamyonlara, minibüslere doluşur Gümüldür’ün yolunu tutardı. 

Şiire başladığım lise yıllarında Seferihisar’a uğramadan Ulamış köyünü görmüştüm. Buna da Ödemişli şair, son yıllarını Almanya’da geçiren ve orada ölen Fethi Savaşçı neden olmuştu. Fethi Savaşçı, Özkan Mert, Cemal Nalçacı, Emin Ersoy, ben ve daha birkaç arkadaş gitmiştik; Ulamış’ta yaşayan hikâyeci M.Necati Özsu’yu görmeye… 

Özsu, 60’lı yılların sonunda “Saban” adlı bir dergi çıkarmıştı. Sanırım dünyada ve ülkemizde köyde çıkan ilk dergiydi. Dönemin birçok yazar ve şairi “Saban” katkıda bulunmuştu. Bu da Seferihisar’ın çok kültürlülüğünün bir göstergesi olmalı… 

Özsu, köyde hem bakkallık, hem berberlik yapıyordu küçük bir dükkânda. “Saban” zamanında çıkan edebiyat dergilerini de bir kenara yığmış, kimiyle usturasını temizliyor, kimine şekerli leblebi sarıyordu. 

Biz gençler için hazine idi. İlk kez gördüğümüz Şairler Yaprağı, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, a gibi dergileri aramızda paylaşmıştık. 

Birkaç yıl önce de Seferihisar’ın beş kilometre batısındaki Sığacık’a düştü yolum. 

Kaleiçi’ni dolaştım. 

Tek katlı, iki katlı evler… Birçoğu kerpiç dokulu ve içlerinde avlular var. İki katlılar cumbalı ve tahta panjurlu. Merdivenler ve kapılar ahşap… 

Sığacıklılar evlerinde yaptıkları el işi ürünleri, börek, çörekleri pazar günleri kurulan pazarda satıyorlarmış, ben rastlayamadım 

Kaleiçi önündeki deniz kıyısında demli iki bardak çay içtim. 

Hani Yaşar Kemal der ya, “Karıncanın su içtiği” diye… 

Ortalıkta öyle bir sessizlik var. Bir karınca deniz kıyısına inse yalnızca ayak seslerini duyuyorsunuz, bir arı çiçeğe konsa vızıltısını… 

Egzos hariç bütün kokuların tadına bakmanız mümkün. 

Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in Sığacık’ta bir “Sanat Evi” kurma projesini öğrenince bütün bunlar düştü aklımın mahzenine… 

Kurulacak “Uluslararası Yaratıcı Yazarlık Merkezi”nde dizi, roman, kitap, reklam yazarları yetiştirilecek… 

Madem uluslararası olacak merkezin “yazar” yetiştirme işlevi yanında başka ülkelerin yazar ve şairlerine kucak açmasını dilerim. 

Geçmişte Türkiye Yazarlar Sendikası’nın böyle bir girişimi olmuştu İsveç Yazarlar Birliği ile… Oktay Akbal’ın başkanlığındaki sendika, benim de içinde bulunduğum yönetim kurulu üyeleri Sezer Duru, Demirtaş Ceyhun, Cengiz Bektaş ile Stockholm’e gitmiş, İsveç Yazarlar Birliği Başkanı Peter Curman ile görüşmeler yapmıştık. İsveçli yazarların maddi katkısıyla İstanbul’da bir yazarlar evi açılacak, altı ay boyunca buradan İsveç’e, İsveç’ten İstanbul’a yazarlar ve şairler gelerek kültürel ve sanatsal işbirliğinde bulunacaklardı. Mimar-şair Cengiz Bektaş yapının projesini hazırlamış, bir maketini de İsveçlilere sunmuştu. Dönemin siyasal iktidarı projeye ilgi göstermeyince de rafa kalktı. 

Daha sonra İsveçliler Rodos’ta bir “çevirmenler evi” kurdu Yunanlılarla işbirliği yaparak. 

Böyle bir projenin Sığacık’ta gündeme gelmesine inanmak isterim. Çok kültürlü Seferihisar’a da dünya kültür, sanat ve edebiyatı ile böylesi bir iletişim kurmak yaraşır diye düşünüyorum. 

Elbet Seferihisarlı M.Necati Özsu’yu da unutmayarak. 



BAHÇE 



Nice aşkların depreminden 

sel felaketinden, yangınından, 

afetinden sakındın da ömrünü 

Şair, çocukluğunun hangi bahçesine 

gömdün ilk aşkının anılarını? 



Hangi sevgilin bilecek, ihtiyar 

ve bahtiyar çağında şimdi 

aşkının açık ve gizli anlamını? 



O bahçede diken kimdi, gül kim 

avut avutabilirsen artık anılarını… 



06 EYLÜL 2012, BİRGÜN