12 Ekim 2017 Perşembe

BABIÂLİ KİTAPÇILARI

Burhan Arpad, ki yaşamı Babıâli’de geçmiştir, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazısında, (13.01.1981) o tarihten yarım yüzyıl önceki Babıâli yokuşunun fotografisini çıkarmaktadır.
Arpad’a göre Cumhuriyet başlangıç yıllarının Babıâli kitapçılarından günümüze kadar kalabilmiş iki firma ve iki satış dükkânı vardır. Remzi Kitabevi ve ufak bir isim değişikliğiyle İnkılâp Kitabevi…
1920-30 arası “Babıâli kitapçıları”, yokuşun en altında Büyük Postane'den kıvrılan köşe başında Hüseyin Beyin İkbal Kütüphanesi’yle başlıyor.
Yokuşun sağında o günlerin kitapçılarını şöyle sıralanmaktadır: İkbal, İnkılâp, Çığır, Semih Lütfü, Tefeyyüz, Kanaat, Gayret, Ahmet Halit (önceleri Sûdi Kütüphanesi), Resimli Mecmua satış yeri (Sonraları Yedigün,) daha sonra Avni İnsel, Cumhuriyet, Remzi, Arif Bolat.
Yokuşun karşı kaldırımı aşağıda Milliyet gazetesi ve matbaası (sonraları Tan) ile başlıyor. Daha sonra o yapının altında Üniversite kitabevi açılacaktır.
Köşede Meserret oteli ve kıraathanesini biraz geçince Yeni Şark Kitabevi, daha sonra Cihan Kitabevi, onun yanında da Hilmi Kitabevi vardır.
Yine o sırada kısa bir süre çalışmış olan Ölmez Eserler Yayınevi, Türk kitapçılığında editörlük ve kitap satıcılığının ileri bir anlayışla ilk uygulandığı yerdir. Şimdi büyük bir iş hanı yükselen o günlerin tek katlı hanında küçücük bir oda, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınları için ilk adımın atıldığı yer olacaktır.
İkinci savaş yıllarında, Babıâli yokuşunda kitabevinden ayrı çalışan ilk yayınevleri görülmeye başlar. Varlık, Yüksel (Hamdi Varoğlu - Ö. Rıza Doğrul), Arpad, Nebioğlu, Batı (N. Z. Ekeren), Türkiye (Tahsin Demiray) ilk akla gelen ve bugün çoğu kapanmış olan yayınevleridir.
Yokuş’ta yer kalmadığı için dar ve dik Cağaloğlu yokuşunda küçük dükkânlar açılır ve hepsi de kitap basmaya başlamıştır. ABC, Yokuş, Marmara kitabevleri bunların başlıcalarıdır.
Tam köşe ağzında Naci Kasım ve kızlarının yönettiği Maarif Kitabevi bulunmaktadır.
İyi hikâyeci Adnan Özyalçıner’e göre “Babıâli bir bütündür”. Babıâli, Özyalçıner’in İstanbul Erkek Lisesi’nde öğrenciliğe başladığı yıl olan 1950’den 1955’lere, Cumhuriyet’te gazeteciliğe başladığı 1959’dan 1980’lere ve daha da sonralarına kadar yolu olacaktır. (Yok Olan İstanbul, Evrensel)
Özyalçıner’in Babıâli’de gözüne çarpan ilk kitapçı yokuşun hemen başındaki Semih Lütfi Kitabevi’dir. Suhulet Kütübhanesi ve matbaasının sahibi Leon Lütfi’dir. Sonradan Semih Lütfi adını alarak bu kitabevini açan Semih Bey 1940’lı yıllarda ölünce, dükkân karısı olan Ermeni Aznif Hanım’a kalacaktır.
Semih Lütfi’nin biraz üstünde Kanaat Kitabevi vardır. 1898’de Musevi İlyas Bayar’ın açtığı bu kitabevini oğlu Aslan Bayar yönetiyordur.
Kanaat Kitabevi’nin kaldırımından karşı kaldırıma bakıldığında Lütfi Erişçi’nin Üniversite Kitabevi’ni görülmektedir.
Hemen bitişiğinde üstü otel olan Meserret Kıraathanesi’dir. Karşı köşesi Tan Matbaası’dır. Kanaat Kitabevi’nin yanındaki küçük, dar dükkân Net Kitabevi’dir.
Net’in hemen yanında geniş vitriniyle Ahmet Halit Kitabevi vardır.
Ahmet Halit Kitabevi’nin dükkânını daha sonra Ece Ajandası’nı yayımlayan Afitap Kitabevi alacaktır.
Bu dükkânın bitişiğinde daha küçük bir kitapçı İnsel Kitabevi’dir.
Ara yerde Vakit Yurdu vardır. Bitişiği Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları’nın satıldığı dükkândır.
Milli Eğitim’in az üstünde İnkılâp Kitabevi’dır.
İnkılâp’ın iki dükkân ötesinde eski bir yayınevi olan Remzi Kitabevi bulunmaktaydı.
Arif Bolat Kitabevi geniş oylumuyla Cağaloğlu Yokuşu’nun başındadır. Onun yerini daha sonra Dergâh Kitabevi alacaktır.
Ankara Caddesi’nin karşı kaldırımında küçük bir dükkânda İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın kurduğu Hilmi Kitabevi bulunurdu.
Hilmi Kitabevi’nin az yukarısında Ramazan Arkın’ın kurduğu Arkın Kitabevi vardır.
Cağaloğlu yokuşunda küçük bir handa Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık Yayınevi yer almaktadır.
Hanın altındaki geniş dükkân Maarif Kitaphanesi’dir.
Son sözü yine Adnan Özyalçınar söylesin:
Babıâli artık tenhalaşmıştır. Kitapçıların yerini boy boy kırtasiyeciler almıştır. Onlar da bir zamanların vitrinler de sıra sıra boy gösteren Shafers, Parker, Pelikan, Monblance dolmakalemlerinin yerine plastik tükenmez kalemler satıyorlardır
.
12 EKİM 2017, BirGün





8 Ekim 2017 Pazar

ŞİİR DÜŞÜNDÜ, DÜŞLERİ ŞİİRDİ

Anılarımın “not” defterinde ne zaman Edip Cansever’in adını arasam, karşılığına “şiir ile düşündü, şiir ile yaşadı, düşlerinde hep şiir vardı” gibi cümleler düşüyor.
“Gül içinde sümbülün iç çekişi” de denebilir buna...
Ve “bazı olayların tarihçisi” olarak çok sesli bir şiirin yaratıcısı...
Memet Fuat, “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”nin “Giriş”inde Cansever’in şiirini şöyle değerlendirir:
“Özgünlüğü kendisinden esinlenenleri damgalayıp ‘taklitçi’ durumuna düşürecek boyutlardaydı. Bu yüzden tek kaldı. İkinci Yeni içindeki yeri, anlama verdiği önemle, Turgut Uyar’a yakındı. Anlatılamayan, anlatılmadan kalan şeyleri bulup çıkarmaya, anlatmaya çabaladı. Orta malı edilmemiş anlamları sadece insanın iç dünyasında değil, yaşamın çeşitli dış görünümlerinde de yakalamayı başardı.”
Cansever’in şiir kitapları hep kendi içlerinde bir tema bütünlüğü taşımalarıyla dikkat çekti. Şiiri “uzun” tutmaya eğilimliydi. Sözü, anlamın dar kalıplarına sıkıştırmadı.
“Tragedyalar”ın gün ışığına çıktığı günlerden kalan bu lezzet, son kitaplarından “Oteller Kenti”ne kadar varlığını sürdürdü. Güncellikten yola çıkarak güncelin sınırlarını genişletti. Duruşlardan durumlara geçişin sınırlarını zorladı.
Doğrudan bir söyleyiş yerine iç konuşmalarla, kendi kendine de sorular sorarak ve yargılayarak geçmişi, şimdiyi ve geleceği sorguladı.
Amacını şöyle açıklıyordu: “Şairin amacı bir şey’i güncelliğe getirmek değil, o şey’i güncellikten ayıklayarak genelleştirmek, bir bakıma evrenselleştirmektir.”
Bu bakımdan olağan durumların da şiiri değildi yazdıkları... “Çekildiği zaman fotoğraf olmamış, çekilmediği zaman fotoğraf olmuş bir fotoğraf” gibiydi kimi şiirleri...
İletişimsizlikle iç içe duran bir iletişimin şiiri... Çünkü geçmiş, silindikçe bugün ile donanmış; şimdi, gelecek ile süslenmişti.
Yaşamı boyunca “insan” çevresinde dönenen bir şiiri yazmayı amaçladı.
Tomris Uyar ile konuşmasında şöyle diyordu: “Gelişmeye inanmıyorum. Kendi adıma, bir eksen çevresinde şiirimi büyütmeye çalışıyorum. Gerçekte, sanatçıların çok derinlerden tutundukları bir ana damar vardır. Üstte kalan bazı değişimler silinip, yitip gidebilir. Önemli olan, o damarı çeşitlendirmektir.”
Şiirleri kadar, şiir üzerine yazdıkları ile de kuşağını ve sonrasını etkiledi.

SENİ SEVDİM, ŞİİRİNİ DEĞİL...

12 Eylül’ün azgın günlerinde askere alındım. O dönemde yazdığım şiirler, askerliğimin hemen bitiminde, Yazko Yayınları arasında “Nereye Uçar Gökyüzü” başlığı ile çıktı ve 1983’te de Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazandı.
O yıllarda ödül, Necatigil’in Beşiktaş’taki evinde ve ölüm tarihi olan 13 aralıkta veriliyordu. Aklımda kaldığına göre seçici kurulda Rauf Mutluay, Oktay Akbal, Fethi Naci, Edip Cansever, Hilmi Yavuz ve Doğan Hızlan vardı. Sanıyorum beni ödüle Rauf Mutluay önermişti.
Ödül sonrası sohbet ederken Cansever, “Seni insan olarak seviyorum, ama şiirin benim anlayışıma pek uymuyor. Bu yüzden oyumu sana vermedim.” diyecekti.
Böylesine de açık sözlü bir şairdi.

DERGİYE KATKI

Cemal Süreya’nın “Papirüs” dergisini çıkardığı 60’lı yılların sonları… Cemal Süreya “Papirüs”ün Cağaloğlu’ndaki idarehanesine, kapı önünde paspas olarak kullanılmak üzere evinden bir küçük halı parçası getirmiştir. Birkaç gün sonra Kapalıçarşı’da babasından kalma antikacılığı sürdüren Edip Cansever gelir “Papirüs”e... O küçük halı parçası da meğer bir değerli antikadır ve Cemal Süreya dahil, kimsenin bundan haberi yoktur.
Cansever, hemen o halı parçasını Kapalıçarşı’ya gönderir.
Halı parçasının parası “Papirüs”ün epeyce bir sayısının maliyetini karşılayacaktır.

“PETROL” NEYİN KİTABIDIR?

Şair Kemal Özer’in 60’lı yıllarda Beyazıt Beyaz Saray’da bir kitabevi vardır: Uğrak…
Kemal Özer o yıllarda Cumhuriyet gazetesinde de düzeltmen olarak çalışmaktadır. Gazeteye gittiği günlerde kitabevinde önce Süreyya Kanıpak (Berfe), sonra da ben çalışacaktım.
Özer ve çalışanları şair olduğu için şiir kitaplarına ayrı bir özen gösterirler, vitrini şiir kitaplarıyla bezerlerdi.
Edip Cansever’in 1959 yılında çıkan “Petrol” şiir kitabı da bir süre vitrinde kalır.
Ve bir gün bir okur gelecek, sevinçle “Petrol” kitabını alacaktır.
Ama birkaç gün geçince aynı okur tekrar gelerek “Ben bunu petrol üzerine bir kitap sanmıştım, bu meğer şiir kitabıymış” diyerek kitabı tezgâha bırakıp gidecektir.
  
HER ŞİİR BİR “ANLATMA”DIR

Bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. Uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir “anlatma” söz konusudur burada da. Ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir “anlatma” değilse nedir? Ekleyeyim: Sait Faik’in “Hişt Hişt” öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır. Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.
EDİP CANSEVER

HAYATININ AMACI ŞİİRDİ

*08 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu.
*1946’da İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamladı.
*Yüksek Ticaret Okulu’nu bitirmeden ayrıldı.
*1950’den sonra Kapalıçarşı’da turistik eşya ticareti yaptı.
*Halı konusunda uzmandı.
*1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı.
*İlk şiiri 01 Mart 1944’te “İstanbul” dergisinde yayınlandı.
*Arkadaşlarıyla sekiz sayı “Nokta” dergisini çıkardı (15.01.1951 -15.11.1951).
*28 Mayıs 1986’da İstanbul’da öldü.



SİMİTİN SOLGUN KOKUSU

Bizim kuşak, 50’li yılların karikatüristlerinin çizdiği çay ile simite talim eden gazetecilere yetişmedi. Fakat onların karın doyurma azıkları olan çay ve simit, gazeteciliğimizin o genç günlerinde güzel bir keyfin hoş kokusunu hâlâ taşımaktalar.
Çünkü o zamanlar hemen bütün gazetelerin ana binaları Cağaloğlu’nda idi.
Vapur ise en önemli ulaşım aracı...
Özellikle de sabahları Kadıköy-Sirkeci arasında 8.30 ve 9.15 vapurları gazetelerin yazı müdürlerinin, sekreterlerin, muhabir ve köşe yazarlarının doğal buluşma mekânı...
Koltuğa bir gazete sıkıştırılır, elde sabah simitinin sıcak kokusu ile vapurun burun ucuna yerleşilirdi.
Gazete manşetleri, hele bir gün önceden emek de verilmişse, “tetkik” edilirken bir de çay söylendi mi varın artık o keyfin damakta eriyen lezzetine...
Eldeki gazete, çayın yudumu ve Boğaz’ın serin rüzgârı eşliğinde okunmaya çalışılırken, yandaki ya da karşıdaki gazetelerin başlıkları da göz hapsine alınırdı.
Ayrıca bir “meşveret” mekânı idi vapurlar.
“Müdavimler”, bir önceki günün muhasebesini gönül defterine düşerken, birbirlerine gelecek gün üzerine dilek ve temennilerini de aktarırdı.
Bu muhabbetin kaymak tadını veren de yine çay ve simitti...
O günler de bir günlermiş işte...
Uzunca bir aradan sonra, güneşli günlerin birinde yine “vapur” tiryakisi oldum.
Fakat nerede o günlerin çayının koyu demi, nerede simitlerin taze kokusu?
O sabah vapurları mutat seferlerini aksatmasa da, o deme de, kokuya da lezzet katan arkadaşlar, şimdi kim bilir hangi bir kuytu limanın ara sokağında?
Çayın yapay demi, simitin solgun kokusu bir yana, bir “adet” sigara isteyecek kimse bile yok çiçeği solmuş o güvertede...
Kimi güzellikler işte böyle farkında olmadan çekip gidiyor hayatımızdan.
Bugün, hayatımız da bu yüzden mi çayın demi ve simitin kokusu misali yapay ve solgun acaba?
Sait Faik, sinemadan çıkmıştır.
Yağmur yağıyordur.
Canı yürümek ister, fakat bir şoför “Atikali” diye seslenince, atlar taksiye Atikali’ye gider.
Annesini, arkadaşı Panco’yu, köpeği Arap’ı düşünerek sokaklarda yürürken, bir evden deli gibi birisi fırlayıp paltosunun cebine girer.
Adam “dost”unu öldürmüştür ve Sait Faik’ten kendisini saklamasını istemektedir.
Ve “Öyle Bir Hikâye”de anlattığı üzre Sait Faik, sonradan adının Hidayet olduğunu öğrendiği adamı, “Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediği simitin susamları kokan cebi”nde saklayacaktır.
Oktay Akbal da “Hücrede Karmen” kitabında yer alan “Sefertası” başlıklı hikâyesinde ilkokula giderken bir parça börek, üç tane kuru köfte, bir elma ya da portakal bulunan sefertasını hiç mi hiç sevmediğini belirterek iştahını daha çok “Barba” adlı fırıncının simitinin açtığını anlatacaktır.
Orhan Veli, “Bayram” şiirinde savaşı durdurmak için olsa, Harbiye Nezareti’ne gittiğini annesine bildirmemesi için kargalara horoz şekeri yanında simit de ikram eder:

“Kargalar, sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye Nezareti’ne gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım,
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veririm.
Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!”

A.Kadir’in “Beşiktaş Tramvayı” şiirinin yolcuları arasında “Terzi Âdem, berber Ali, dikimhaneden Emine teyze, Makbule, üç sarışın birader, Kapalıçarşı terlikçileri ile levent bir hizmet eriyle birlikte “bir küçücük simitçi çocuk” da bulunacaktır.
Refik Durbaş da “Çaylar Şirketten” kitabında İstanbul’da “sermayesi gurbet” olan bir delikanlıyı anlatırken “yüzünde pas tutmuş sabahları poyraz renkli, can dokulu” üç liraya simit sattığı günlerine de değinir:

“Yüzümde pas tutmuş sabah
köşebaşı rüzgâr ayaz
simit satarım susamlı
poyraz renkli can dokulu
şafaklardan daha beyaz
hasretimden daha kara
simit satarım susamlı
buyur tanesi üç lira
bana kalan yimbeş kuruş
anlamazım ne iştir bu”

05 EKİM 2017, BirGün