Bizim kuşak, 50’li yılların karikatüristlerinin
çizdiği çay ile simite talim eden gazetecilere yetişmedi. Fakat onların karın
doyurma azıkları olan çay ve simit, gazeteciliğimizin o genç günlerinde güzel
bir keyfin hoş kokusunu hâlâ taşımaktalar.
Çünkü o zamanlar hemen bütün gazetelerin ana binaları
Cağaloğlu’nda idi.
Vapur ise en önemli ulaşım aracı...
Özellikle de sabahları Kadıköy-Sirkeci arasında 8.30
ve 9.15 vapurları gazetelerin yazı müdürlerinin, sekreterlerin, muhabir ve köşe
yazarlarının doğal buluşma mekânı...
Koltuğa bir gazete sıkıştırılır, elde sabah simitinin sıcak
kokusu ile vapurun burun ucuna yerleşilirdi.
Gazete manşetleri, hele bir gün önceden emek de
verilmişse, “tetkik” edilirken bir de çay söylendi mi varın artık o keyfin
damakta eriyen lezzetine...
Eldeki gazete, çayın yudumu ve Boğaz’ın serin rüzgârı
eşliğinde okunmaya çalışılırken, yandaki ya da karşıdaki gazetelerin başlıkları
da göz hapsine alınırdı.
Ayrıca bir “meşveret” mekânı idi vapurlar.
“Müdavimler”, bir önceki günün muhasebesini gönül
defterine düşerken, birbirlerine gelecek gün üzerine dilek ve temennilerini de
aktarırdı.
Bu muhabbetin kaymak tadını veren de yine çay ve
simitti...
O günler de bir günlermiş işte...
Uzunca bir aradan sonra, güneşli günlerin birinde yine
“vapur” tiryakisi oldum.
Fakat nerede o günlerin çayının koyu demi, nerede
simitlerin taze kokusu?
O sabah vapurları mutat seferlerini aksatmasa da, o
deme de, kokuya da lezzet katan arkadaşlar, şimdi kim bilir hangi bir kuytu
limanın ara sokağında?
Çayın yapay demi, simitin solgun kokusu bir yana, bir
“adet” sigara isteyecek kimse bile yok çiçeği solmuş o güvertede...
Kimi güzellikler işte böyle farkında olmadan çekip
gidiyor hayatımızdan.
Bugün, hayatımız da bu yüzden mi çayın demi ve simitin
kokusu misali yapay ve solgun acaba?
Sait Faik, sinemadan çıkmıştır.
Yağmur yağıyordur.
Canı yürümek ister, fakat bir şoför “Atikali” diye
seslenince, atlar taksiye Atikali’ye gider.
Annesini, arkadaşı Panco’yu, köpeği Arap’ı düşünerek
sokaklarda yürürken, bir evden deli gibi birisi fırlayıp paltosunun cebine
girer.
Adam “dost”unu öldürmüştür ve Sait Faik’ten kendisini
saklamasını istemektedir.
Ve “Öyle Bir Hikâye”de anlattığı üzre Sait Faik,
sonradan adının Hidayet olduğunu öğrendiği adamı, “Dikişlerinden yağmur girmiş,
sabahki yediği simitin susamları kokan cebi”nde saklayacaktır.
Oktay Akbal da “Hücrede Karmen” kitabında yer alan
“Sefertası” başlıklı hikâyesinde ilkokula giderken bir parça börek, üç tane
kuru köfte, bir elma ya da portakal bulunan sefertasını hiç mi hiç sevmediğini
belirterek iştahını daha çok “Barba” adlı fırıncının simitinin açtığını
anlatacaktır.
Orhan Veli, “Bayram” şiirinde savaşı durdurmak için
olsa, Harbiye Nezareti’ne gittiğini annesine bildirmemesi için kargalara horoz
şekeri yanında simit de ikram eder:
“Kargalar, sakın anneme söylemeyin!
Bugün toplar atılırken evden kaçıp
Harbiye Nezareti’ne gideceğim.
Söylemezseniz size macun alırım,
Simit alırım, horoz şekeri alırım;
Sizi kayık salıncağına bindiririm kargalar,
Bütün zıpzıplarımı size veririm.
Kargalar, ne olur anneme söylemeyin!”
A.Kadir’in “Beşiktaş Tramvayı” şiirinin yolcuları
arasında “Terzi Âdem, berber Ali, dikimhaneden Emine teyze, Makbule, üç sarışın
birader, Kapalıçarşı terlikçileri ile levent bir hizmet eriyle birlikte “bir
küçücük simitçi çocuk” da bulunacaktır.
Refik Durbaş da “Çaylar Şirketten” kitabında
İstanbul’da “sermayesi gurbet” olan bir delikanlıyı anlatırken “yüzünde pas
tutmuş sabahları poyraz renkli, can dokulu” üç liraya simit sattığı günlerine
de değinir:
“Yüzümde pas tutmuş sabah
köşebaşı rüzgâr ayaz
simit satarım susamlı
poyraz renkli can dokulu
şafaklardan daha beyaz
hasretimden daha kara
simit satarım susamlı
buyur tanesi üç lira
bana kalan yimbeş kuruş
anlamazım ne iştir bu”
05 EKİM 2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder