30 Haziran 2012 Cumartesi

BARIŞ, SAVAŞIN NERESİNDE?


İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermek üzere olduğu günlerdir. Bir Alman savaş gemisi, savaşmakta olan bir Alman birliğinin yaralı erlerini kurtarma emrini alır. Amaçları onların Sovyetler Birliği kuvvetlerine tutsak olmalarını engellemektir. Ama hedefe ulaşabilme­leri oldukça zordur. Çünkü gidecekleri Baltık Denizi’nin doğusu Sovyetler’in egemenliği altındadır.
Alman savaş gemisi yoldayken bir telsiz emriyle Al­manların Batılı müttefiklere teslim olduğu haberi gelir. Artık, savaş bitmek üzeredir.
Şimdi Alman savaş gemisinin komutanı al­mış olduğu emri yerine mi getirecektir? Yoksa emre boş verip ülkesine geri dönerek kendi mürettebatını mı kurtar­acaktır?
Bu ikilem nasıl çözülecektir?
Siegfried Lenz, “Bir Savaş Sonu” adlı uzun öyküsün­de işte bu ikilemin nasıl çözümlendiğini anlatıyor.
Lenz, bu öyküsü nedeniyle bir savaş atmosferinde evrensel bir konuyu ir­deliyor: Dünyanın herhangi bir ülkesinde karanlık güç­ler iktidara el koyuyor. Sen bu iktidara karşısın. Hiç olmazsa yanında değilsin. Ülkende kalırsan düşüncenin diyetini yaşamınla öde­yeceksin. Ülke dışına çıkarsan yaşamının diyeti yine ölüm, yokluk, hasretlik.
İkisi de bir anlamda aynı ikilemin kapısını çalıyor.
Bir mayın tarama gemisinde yaşamının geçmişini, bu­gününü, geleceğini sorgulayan tayfadan yalnızca kap­tanı mı sorumlu?
Ya tayfa? Ya da tayfalar?
“Yetki” kimde olacak?
1988 yılında Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği’nin Barış Ödülü’ne layık gördüğü Lenz, törende yaptığı konuşmada yetki konusuna şöyle değiniyor: “Şu kadarı bana kesin görünüyor: Barışın söz konu­su olduğu yerde yetkisizlik yoktur. Bu alanda herkesin kendi düşü vardır, herkes ilgilidir bununla, barış için kay­gı duyan herkesin söze karışmaya hakkı vardır, önce­likle de acı çekmiş olanların, çünkü acılar, öyle sanıyo­rum ki, yeterince meşruluk getirir beraberinde. Devlet sanatının efendilerine tanımış yetkiyi de tartışacak de­ğiliz, ne var ki barış uğrunda bir girişimi de yalnız onla­ra tanıyacak değiliz.”
Lenz’in bu sözlerinden özellikle “barış için herkesin söze karışmaya hakkı vardır” cümlesinin altını çizmeli.
Ama dünyamızda “barış” üzerine uygulamalar öyle mi?
Dünyada nice aydın yalnızca barışsever olduğu için yaşamlarını kendilerine haram etmediler mi? Politikacıların değil, sanatçıların, özellikle sanatçıların ilgi odaklarının başında yer alması gerekmez mi barış konusunun?
Peki, edebiyat barışçıl mıdır? Yanıtını yine Lenz’den alalım:
“Hayır, değildir, gündemdeki gerçeklik ona başka bir çare tanımadığı içindir ki edebiyat, hep barışçıl olmamak zorunda kalmıştır. Edebiyatın barışçıl olmayan karakte­ri, çok açıktır ki, iktidarca zorla benimsetilmek istenen sükûneti rahatsız ettiği için, düzmece bir suskuyla uzlaşamadığı için, sesleri bastırılmış olanlar adına konuştu­ğu için, barışçıl değildir.”
Savaş ve barış...
Yine bir ikilem karşısında değil miyiz?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Gazetemizde Atilla Aşut’un “Dilin Kemiği” köşesinde yazdıklarını gazeteciliğe “musahhih” olarak başlamış ve uzun süre bu işi yapmış biri olarak ilgi ile okuyorum. Özellikle her gazetecinin kesip saklayacağı, zaman zaman tekrardan okuyacağı önemli bir uyarı demeti… Ama bugün yazım yanlışlarını yalnızca musahhihlere yüklemek mümkün mü? Bugün kaç gazetede musahhih bulunmakta? Olanlar da dün olduğu gibi, bugün de gazetecilik mesleğinin en alt skalasında yer almakta. Yaklaşık yirmi yıllık musahhihlik yaşamımda en az dört genel yayın, sekiz yazı işleri müdürü gördüm. Bir gün dahi ağızlarından “teşekkür” sözcüğünü duymadım. Şiirden uzak duran, tiyatroya gitmeyen, bırakın bir romanın sayfalarını karıştırmayı kendi yazısını dahi okumayan genel müdürlerin, özellikle muhabirlerin olduğu bir “medya”da, söyler misiniz düzeltmenler neyi düzeltecek? Bu konuda yazacaklarım bir kitap olur, ama kim okur, hangi yayıncı basar, o da ayrı bir konu…

DERE

Bir uzun deredir gökyüzü
uçurumların ikiz kardeşi
dağlar, ki gökyüzünden uzun
kaçağa düşen ömürler kısa

Bir uzun deredir gökyüzü
kar altında kartal yavrusu
yatar gecenin koynunda
gözlerinden çalınmış uykusu

Bir uzun deredir gökyüzü
saçı kınalı analara armağan
sılasında rehin kalmış gençliği
her yürekte ayrı bir şivan

28 HAZİRAN 2012, BİRGÜN

26 Haziran 2012 Salı

ANILAR DA SATIŞA SUNULDU


Valentino Vahit, Kuleli Lisesi’nde öğrencidir. Belkıs Safer ise Kandilli’nin en güzel kızı. Görür görmez birbirleri­ni severler. Vahit, Kuleli Lisesi’nden kaçıp Sevda Tepesi’nin yamacında her gün Belkıs’la buluşur. Asırlık çınar ağacının altında oturup aşklarını, sevdalarını anlatırlar Boğaz’ın mavi rüzgârına, çiçeklerin kokuları­na, kuşların kanat çırpışlarına.
Sözü uzatmaya gelmez. Belkıs’ın ailesi olayı duyar ve Vahit’e kızı “verimkâr” değillerdir artık…
Mecnun olup çöllere düşme, Ferhat olup dağları delme zamanı mıdır?
Ölüm ruhsat almıştır çünkü.
Yine çınarın altında buluştukları bir yaz günü, Belkıs birden Valentino Vahit’in belinden meçini çektiği gibi yü­rek damarına basacaktır.
Vay ki ne vay...
Can kuşu hemen orada havalanıvermiştir Belkıs’ın.
Sevdaya pusu kuranların canı cehenneme… Aşkın filizini tam yeşerecekken bıçak altına yatıran­ların canı cehenneme… Genç hayatlarına karanlığın kör kuyusunu mekân edenlerin canı cehenneme mi desin Valentino?
O da usulca çeker sevdiğinin kalbinden meçini ve aynı metanetle dayar yürek damarına. Sonra da sarar ka­nı kesilmiş kollarıyla sevgilisinin soğumuş bedenini...
Ne zaman bulurlar cesetlerini? Cenazeleri nasıl kaldırılır?
Bilinen şimdi, çamlar altındaki mezarlarıdır. Ve mezar taşlarındaki şu dört sözcük: “2 Temmuz 193l’de öldüler.”
Özetlemeye çalıştığım bu öyküyü 21 Nisan 1985’te Cumhuriyet’in pazar eki “Siyaset’85”de yazmıştım.
***
Bugün Sevda Tepesi denilen Kandilli’deki bu dağ yavrusu, iki zirveden meydana geliyor. Ta­mamı 57 dönüm...
Tepe yüz yıldır burayı mekân tutan Dirvana ailesinindi.
Yabancılara toprak satışının ilk örneğini oluşturan tepe, Bakanlar Kurulu kararı ve özel çıkartılan yasayla 1984’te o zaman “veliaht prens” olan Suudi Arabistan Kralı Abdullah’a satıldı.
Ve zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın desteğiyle sit alanı olan bölgeye da saray yapabilmesi için “Boğaziçi İmar Yasası”nda değişiklik yoluna gidildi.
Geçenlerde de “yeşil alan” olarak satın alınan ve 30 yıldır imar izni bekleyen araziye imar izni çıktı.
“Muhafaza” sözcüğü, Arapça “hıfz”dan gelen bir isim ve sözlüklerde iki anlamı bulunmakta:
1.Koruma, saklama, kayırma. 2.Bırakmama, değiştirmeme.
“Muhafazakâr” ise değişiklik istemeyen. Olageleni bırakmama taraflısı.
Dün de, bugün de iktidara sahip olanlara bakar mısınız?
Durmadan “muhafazakâr” bir yaşamın erdemlerinden söz ediyorlar. Sanat, bilim, yaşam olarak hayatı biçimlendiren ne varsa “muhafazakâr”lığın cenderesine sıkıştırmak istiyorlar.
Oysa “muhafaza” hiç mi hiç umurlarında değil.
Amaçları yalnızca “kâr” ile ilgilenmek.
Ülkede satılmadık hiçbir şey bırakmadılar, şimdi de sıra anılara geldi.
Anıları da sattıktan sonra neyi “muhafaza” edecekler acaba?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*2005’te bir araya gelen MSGSÜ’nün seksenli yıllar mezunlarından oluşan İDGSA 80 Grubu ve Derneği, “Anılarını Peşlerinden Sürükleyenlere’’ başlıklı 27. sergisi ile Bergama Kermesi’nde yer alacak.  Zorunlu göç konusunu irdeleyen sergi 25 Haziran - 1 Temmuz 2012 tarihleri arasında tarihi Bedesten binasında görülebilecek.
*Studio Rodeo’nun 2012 yıllığı için İstanbul’a çalışma ziyaretinde bulunan Charles Vess’in ilgili yapıtından büyük boyutlu röprodüksiyonlar, ÇEKÜL Evi sergi salonunda izlenebilecek. Studio Rodeo’nun “Çiztanbul” projesi kapsamında geçen yılın Mayıs ayında İstanbul’da bulunan Vess, İstanbul’u İstanbul yapan değerleri yerinde bizzat incelemişti. 20 Temmuza kadar gezilebilecek sergi, kitapta yer alan röprodüksiyonların yanı sıra, birçok fotoğrafı da içeriyor.

EYVAH

Ay üşüdü, şavkı düşünce
mahpushane avlusuna
feryada akan kan
kara karanlığa dayandı

Ulaşmak’çün şavkına ayın
Koğuşlarda yine düştü
her mahkûma bir yangın

Eyvah ki, ne eyvah
ay üşüdü, ölüm yandı

21 HAZİRAN 2012, BİRGÜN

17 Haziran 2012 Pazar

PİYER LOTİ KAHVESİ KİMİN?


Ülkede maraza çıkarmak için konu mu yok? Geçen haftadan beri de AKP Bitlis “meb’us”u bir zatın Eyüp’teki “Piyer Loti Tepesi”nin adının “İdris-i Bitlisi” olarak değiştirilmesi önerisi tartışılıyor.  
Doğrudur, edebiyatımızın şiiri ve kişiliği ile “erdem anıtı” Tevfik Fikret, Piyer Loti’yi Türkiye’yi ve Türkçeyi bilmeyen bir “şarlatan” olarak tanımlamıştır.  Loti’nin ünlü romanı “Aziyade”yi “Dilimizde böyle bir isim yok, ancak sözcük var, bunun yalnız ‘A’sı ziyade” (A’sı fazla) diyerek hicveder.   
Nâzım Hikmet’e göre de Loti, “Çürük  Fransız kumaşlarını / yüzde beş yüz ihtikârla şarka satan” bir “Fransız zabiti”dir.
Ama bu ülkede hiç kimse AKP’li “meb’us” gibi, Loti’nin “eşcinsel”liğini diline dolamamıştır. Çünkü bilim ve sanat adamları “kişisel tercih”leri ile değil, yaptıkları ve ürettikleri yapıtlar ile gündeme gelirler.
Üstelik bu “sade yurttaş”lar için de geçerlidir.
Herkesin kişisel tercihinden kime ne?
“Tepe”nin asıl özelliği, yıllardır orada bir “kahvehane”nin bulunmasından geliyor.
Hatta adı, “Piyer Loti Kahvesi” ile özdeşleşmiş durumda…
Peki, tarihsel belgelere göre nedir bu “kahve”nin geçmişi?
Mehmet Nuri Haskan iki ciltlik “Eyüp Tarihi”nde “kahve”nin tarihini şöyle özetliyor: (Türkiye Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı, 1993, s: 77)
“Piyer Loti Kahvesi İdrisköşkü’nde ve Balmumcu sokağı ile Karyağdı’nın birleştiği yerdedir.
Kahvenin ve yanındaki iki katlı ahşap binanın ilk sahibi Rabia Kadın olduğundan kahveye Rabia Kadın ya da Kadın Kahvehanesi denirdi. Rabi Hanım 1762’de vefat ediyor.
Kahveyi 1880 tarihlerinde, aynı zamanda mahallenin bekçisi de olan Ragıp Ağa işletiyor.
Ragıp Ağa’yı şöyle anlatıyor Reşat Ekrem Koçu:
“Ragıp Ağa o tarihlerde kırkını aşkın, başında ağabani sarıklı fes, beyaz ve kollu bir yelek giyer, beyaz şalvar üstünde beyaz Sakız kuşağı sarar, ayaklarında beyaz çorap, katır kundura. (...) Hoşsohbet, ehli dil, kaleder, geçen asrın büyük Fransız edibi ve ünlü Türk dostu Piyer Loti’nin gönlünü almasını bilmiş bir adamdı.”
Kahvehane daha sonra Râgıb Ağa’nın (fesleğen saksısı tabir edilen fesiyle ünlü) çırağı Seyfullah tarafından devralınıyor. (Jak Deleon: Anıtsal İstanbul, Remzi Kitabevi, 2009, s: 82)
Ondan da Kambur Halit, sonra Yakup, Yakup Ağa’nın ardından da kahveyi 1926’dan 1955’e, oğlu Kadri ile birlikte Haşim Dağdeviren işletecektir.
Kahvenin ve yanındaki binanın 1950’lerden sonraki sahibi Feshane Fabrikası İşletme Müdürü emekli binbaşı Sıtkı Bey olacaktır.
Haşim Dağdeviren ise Sıtkı Bey ile anlaşamadığından 1955’te Piyer Loti Kahvesi’ni terk edecek; 1964’te pek harap durumdayken Sabiha Tansuğ tarafından kiralanacaktır.
Jak Deleon’a göre, “Sabiha Tansuğ, kiraladıktan kısa süre sonra satın aldığı kahvehaneyi restore ettirerek bir divanhane mangalı ve fıskiyeli havuzla tezyin edecek, Piyer Loti’nin büstünü yaptırarak sundurma­ya yerleştirecektir. Loti’nin kullandığı söylenen mavi sırçadan kulp­suz kahve fincanının, şark kahvehanesi tarzında döşenen mekânda bir süre sergilendiği de anlatılır.
Yine Deleon’un yazdığına göre, Piyer Loti Kahvehanesi, 1979’da Nedim Altıntoprak tarafından satın alınmış ve sahibi bugü­ne kadar değişmemiştir.
Ve bir not daha: Bu arada da halk şairi Kahveci Bitlisli Ali Çamiç Ağa, Piyer Loti Kahvehanesi’nin yeniden doğuşunu dizeleriyle ölümsüzleş kılmıştır, ki o tepede “İdris-i Bitlisi”nin bir tas ayran içtiği bile meçhul. Bitlisli halk şairi Bitlisli Ali Çamiç ise hiç olmazsa şiirini yazmış…
Piyer Loti Kahvesi’nin Bitlis ile bağlantısı da bu olsa gerek…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Kırklareli Üniversitesi, çocuk edebiyatı kültürüne katkıları ve çocuk edebiyatı eserleri çerçevesinde Mustafa Ruhi Şirin’e fahri doktora verecek. 18 Haziran 2012 Pazartesi günü saat 15.00’te gerçekleşecek tören sonrasında Şirin, “Çocuklar ve Anayasa” üzerine bir konuşma yapacak.
*Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu Derneği’nin “ETMK Geçmişten Günümüze Beyoğlu’nda Tasarım Sergisi” geçen Salı günü Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde açıldı.
*Halkbank’ın Anadolu’nun kültürel mirasını belgelemek amacıyla 15 farklı bölgenin tarihi çarşılarına tanıklık eden “Çarşılarla Anadolu” başlıklı fotoğraf sergisi dün Kapalıçarşı’da açıldı.

KEDER

Suya su dedim, toprağa toprak
sevince sevinç, kedere keder
ne dedimse hayatıma yazdım

Sahi, sana ne dedim yalnızlığım?

14 HAZİRAN 2012, BİRGÜN

9 Haziran 2012 Cumartesi

KAVUĞUN KERAMETİ…


Raviyanı ahbar şöyle hikâyet eder ki, zamanın dehrinde İstanbul’da bir adam yaşar idi… Geçim sıkıntısına ne zaman derman bulunmuş… “Kredi kartı” şart değil ya, adamcağız da borç batağında boğulur olur… Bir kuruşunu dahi ödemesinin mümkünü yok.
Birileri adama akıl verir: “Eğer bir caminin top kandili altında kırk sabah namazı kılarsan borçlarından kurtulursun.”
Çaresizlik kör kuyuyu suyu eksilmeyen pınara çevirir.
Adam da tam otuz dokuz sabah mahalle camisinin top kandili altında namaza başlar…
Kırkıncı sabah aceleyle sokağa fırlar.
Ortalık daha alaca karanlık…
Koşa koşa camiye giderken bir adama çarpar.
Bu sırada başındaki kavuğu yere düşer, o telaş içinde yerde ne bulduysa başına geçirir.
Hemen camiye girer, sabah namazında saf tutar.
Namaz bitince tanrı ne verecek diye bir köşede oturup beklemeye alır bedenini…
Bundan sonra olanlar olacaktır.
Camide namaza gelen ne kadar tanrının kulu varsa ellerinde avuçlarında bulunan paraları adamın önüne bırakacaklardır.
Adam, neye uğradığını şaşırmıştır.
Sonunda caminin kayyum başı gelir.
“Kardeşim” der, “haydi paralarını al da git. Tanrıdan dileğin oldu, daha ne istiyorsun?”
Ve ardından ekler:
“Yalnız şu başının kabını değiştir. Başına Müslümanlara özgü olan bir sarık ya da kavuk geçir.”
Adam, önce bir şey anlamaz bu sözlerden…
Sonra elini başına atınca ne görsün?
Başında bir papaz serpuşu bulunmakta…
Meğer sabahın erinde yolda çarptığı adam bir papaz imiş…
Onun da serpuşu düşmüş, bizimki ise kendi kavuğu yerine onun serpuşunu geçirmiş başına…
Camide bulunan topluluk da bir papazın Müslüman olduğunu sanarak açmış kesenin ağzını…
Durumu kavrayan borçlu vatandaş ellerini açarak Tanrıya seslenir:
“Ey tanrım! Veriyorsun, veriyorsun ama, adamın başına da papazın serpuşunu geriyorsun!”
Bu öyküyü ben uydurmadım. Öykü, “İstanbul Ansiklopedisi Yayınları” arasında çıkan ve üstat Reşat Ekrem Koçu’nun “Geçen asrı aydınlatan kıymetli vesikalardan bir eser” olarak tanımladığı “Aşçıdede Halil İbrahim”in “Hatıralar” yapıtından…
Haklısınız, diyeceksiniz ki bu öykünün günümüzle ne ilgisi var?
Elbette THY grevi, kürtaj tartışmaları, öğrenci eylemleri, HES protestoları, içeride kelepçeli, dışarıda tasmalı gazeteciler, derin devlet yüzey siyaset, Kürt sorunu, hele hele “muhazakâr sanat” ile hiçbir ilgisi, ilintisi yok…
Adamın derdi anlaşıldı, kerameti kavuğunda imiş…
Ama düşünüyorum, düşünüyorum da bizim başımıza bu kavuğu kim geçirdi?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Başbakan, ülkede nereye gitse en az 100-200 proje ve tesisin açılışını yapıyor. Geçen hafta gittiği Diyarbakır’da da 256 proje ile 39 tesisin açılışında bulundu. Muhalif medya, konumu gereği AKP’nin iyi, güzel, doğru icraatlarını yazmaz diyelim, peki “yandaş” ve “candaş” medyada bu proje ve tesislerin adlarını bilen var mı? Mesela en son, Diyarbakır’da yapılan tesislerin ne olduğu, nerede olduğu meraka değmez mi? 
*Mimarlık alanına ve kente ilişkin birikimlerin mimarlık ortamı ve kentlilerle paylaşılması ve mimarlık kültürünün yaygınlaşması amacıyla yıllardır çeşitli yayınlar yapan Mimarlar Odası Ankara Şubesi, 8 - 9 haziranda bir “Mimarlık Yayınları Fuarı” düzenliyor. Kızılay Konur Sokakta açılacak fuarda Şube tarafından yürütülen projelerin somut ürünleri yanı sıra kent kitapları gibi farklı içerikte birçok yayın da bulunmakta...

ECEL

Kimse bilmesin benden başka
nerede nasıl niye öldüğümü

Ecel, hiç arkadaşım olmadı çünkü

07 HAZİRAN 2012, BİRGÜN