Valentino
Vahit, Kuleli Lisesi’nde öğrencidir. Belkıs Safer ise Kandilli’nin en güzel
kızı. Görür görmez birbirlerini severler. Vahit, Kuleli Lisesi’nden kaçıp
Sevda Tepesi’nin yamacında her gün Belkıs’la buluşur. Asırlık çınar ağacının
altında oturup aşklarını, sevdalarını anlatırlar Boğaz’ın mavi rüzgârına,
çiçeklerin kokularına, kuşların kanat çırpışlarına.
Sözü
uzatmaya gelmez. Belkıs’ın ailesi olayı duyar ve Vahit’e kızı “verimkâr”
değillerdir artık…
Mecnun
olup çöllere düşme, Ferhat olup dağları delme zamanı mıdır?
Ölüm
ruhsat almıştır çünkü.
Yine
çınarın altında buluştukları bir yaz günü, Belkıs birden Valentino Vahit’in
belinden meçini çektiği gibi yürek damarına basacaktır.
Vay
ki ne vay...
Can
kuşu hemen orada havalanıvermiştir Belkıs’ın.
Sevdaya
pusu kuranların canı cehenneme… Aşkın filizini tam yeşerecekken bıçak altına
yatıranların canı cehenneme… Genç hayatlarına karanlığın kör kuyusunu mekân
edenlerin canı cehenneme mi desin Valentino?
O
da usulca çeker sevdiğinin kalbinden meçini ve aynı metanetle dayar yürek
damarına. Sonra da sarar kanı kesilmiş kollarıyla sevgilisinin soğumuş
bedenini...
Ne
zaman bulurlar cesetlerini? Cenazeleri nasıl kaldırılır?
Bilinen
şimdi, çamlar altındaki mezarlarıdır. Ve mezar taşlarındaki şu dört sözcük: “2
Temmuz 193l’de öldüler.”
Özetlemeye
çalıştığım bu öyküyü 21 Nisan 1985’te Cumhuriyet’in pazar eki “Siyaset’85”de
yazmıştım.
***
Bugün
Sevda Tepesi denilen Kandilli’deki bu dağ yavrusu, iki zirveden meydana
geliyor. Tamamı 57 dönüm...
Tepe
yüz yıldır burayı mekân tutan Dirvana ailesinindi.
Yabancılara
toprak satışının ilk örneğini oluşturan tepe, Bakanlar Kurulu kararı ve özel
çıkartılan yasayla 1984’te o zaman “veliaht prens” olan
Suudi
Arabistan
Kralı Abdullah’a satıldı.
Ve
zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın desteğiyle sit alanı olan bölgeye da saray
yapabilmesi için “Boğaziçi İmar Yasası”nda değişiklik yoluna gidildi.
Geçenlerde
de “yeşil alan” olarak satın alınan ve 30 yıldır imar izni bekleyen araziye
imar izni çıktı.
“Muhafaza”
sözcüğü, Arapça “hıfz”dan gelen bir isim ve sözlüklerde iki anlamı bulunmakta:
1.Koruma,
saklama, kayırma. 2.Bırakmama, değiştirmeme.
“Muhafazakâr”
ise değişiklik istemeyen. Olageleni bırakmama taraflısı.
Dün
de, bugün de iktidara sahip olanlara bakar mısınız?
Durmadan
“muhafazakâr” bir yaşamın erdemlerinden söz ediyorlar. Sanat, bilim, yaşam
olarak hayatı biçimlendiren ne varsa “muhafazakâr”lığın cenderesine sıkıştırmak
istiyorlar.
Oysa
“muhafaza” hiç mi hiç umurlarında değil.
Amaçları
yalnızca “kâr” ile ilgilenmek.
Ülkede
satılmadık hiçbir şey bırakmadılar, şimdi de sıra anılara geldi.
Anıları
da sattıktan sonra neyi “muhafaza” edecekler acaba?
ŞAİRİN NOT
DEFTERİ
*2005’te
bir araya gelen MSGSÜ’nün seksenli yıllar mezunlarından oluşan İDGSA 80 Grubu
ve Derneği, “Anılarını Peşlerinden Sürükleyenlere’’ başlıklı 27. sergisi ile
Bergama Kermesi’nde yer alacak. Zorunlu
göç konusunu irdeleyen sergi 25 Haziran - 1 Temmuz 2012 tarihleri arasında
tarihi Bedesten binasında görülebilecek.
*Studio
Rodeo’nun 2012 yıllığı için İstanbul’a çalışma ziyaretinde bulunan Charles
Vess’in ilgili yapıtından büyük boyutlu röprodüksiyonlar, ÇEKÜL Evi sergi
salonunda izlenebilecek. Studio Rodeo’nun “Çiztanbul” projesi kapsamında geçen
yılın Mayıs ayında İstanbul’da bulunan Vess, İstanbul’u İstanbul yapan
değerleri yerinde bizzat incelemişti. 20 Temmuza kadar gezilebilecek sergi,
kitapta yer alan röprodüksiyonların yanı sıra, birçok fotoğrafı da içeriyor.
EYVAH
Ay
üşüdü, şavkı düşünce
mahpushane
avlusuna
feryada
akan kan
kara
karanlığa dayandı
Ulaşmak’çün
şavkına ayın
Koğuşlarda
yine düştü
her
mahkûma bir yangın
Eyvah
ki, ne eyvah
ay
üşüdü, ölüm yandı
21
HAZİRAN 2012, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder