Gazeteci
Orhan Karaveli’ye göre 1948 yılında Türkiye’nin şiir dünyasına bir bomba düşer:
Râbia Hatun!
“Kâzım
Taşkent’in kurduğu, ‘gagasının ucunda bir ikramiye evi taşıyan leylek’ amblemli
çiçeği burnunda Yapı ve Kredi Bankası’nın bir kültür hizmeti olarak üç ayda bir
yayımlanan ve dönemin iki seçkin aydını Vedat Nedim Tör ve Şevket Rado’nun
yönettiği ‘ev dergisi’ Aile, altıncı sayısından itibaren birkaç kıtası, bir
süredir elden ele dolaşan -derginin deyişiyle- bir “şaire”yi Türk kamuoyunun
dikkatine” sunmaktadır.
Ayrıca
“şaire”nin “Çok eski yüzyıllarda yaşadığı”, “muhtemelen Erzurumlu ve Azeri
kökenli” olduğu, şiirlerinin bugüne kadar nasılsa gün yüzüne çıkmadığı özenle
vurgulanarak…
Bir de ressam
Agop Arad’a yaptırılmış, omuzlarına inen desenli başörtüsünün altından bol
siyah saçları görünen, kalem kaşlı, uzunca burunlu, gülümseyen bir temsili resmiyle
birlikte… (Görgü Tanığı, Doğan Kitap)
Ziya Osman,
Refik Ahmet Sevengil, Cahit Sıtkı Tarancı, Salâh Birsel, Orhan Veli, Sabahattin
Kudret gibi dönemin seçkin yazar ve şairlerinin yazdığı dergide Râbia Hatun’un
dönemi ve olağanüstü kişiliği üzerine derin bilgiler, yorumlar yer almaktadır.
Özellikle
Erzurum, hemen esrarengiz “şaire”yi bağrına basar. Râbia Hatun veya Râbia
Sultan en eski Türk-Selçuklu kadın şairlerinden biridir. Çok iyi eğitim
görmüştür. Artukoğulları’ndandır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı olduğu bile
söylenmektedir.
Süleyman
Nazif’in kardeşi Faik Âli’ye göre ise Râbia Hatun Erzurumlu değil Diyarbakırlıdır.
Kulaklarımızın
anteninin yönünü yine Karaveli’ye çevirelim:
Yeni doğan
kız çocuklarına, yurdun dört köşesinde “Râbia” adı verilmeye başlanır. Bâbıâli
“matbaaları” çeşit çeşit, renk renk Râbia Hatun tasvirleri basmaya yetişemez
olurlar. Özellikle doğu illerimizde caddelere, okullara Râbia Hatun’un adı
verilir. Seminerler, folklor gösterileri düzenlenir, bu müstesna hatunun
kimliği ve şair kişiliği uzmanlarca tartışmaya açılır.
Karaveli’nin
Galatasaray Lisesi’nden hocası Nihad Sami Banarlı ise “Hürriyet” gazetesinin 12
ve 21 Haziran 1948 tarihli sayılarında yayımlanan yazılarında “dil, vezin,
kafiye ve öteki bakımlardan böyle bir şairin XIII. yüzyılda değil, ancak XVIII.
yüzyıl sonuyla XIX. yüzyılda yaşamış ve mutlaka tekke çevresinde yetişmiş, romantik
ruhlu ve yarı ümmi biri olabileceğini” ve “onun aslında bozuk bir söyleyişle
terennüm ettiği kıtaların, daha sonra, ‘bir başka cahilin elinde’ -belki de
düzeltiyorum zanniyle- bu hale konulduğunu” ileri sürecektir.
Hürriyet'teki
bu yazı üzerine Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Rıza Tevfik ve bir ölçüde Vâlâ
Nurettin gibi Râbia Hatuncular, “şairin kimliğinin pek de önemli olmadığını”;
kim yazmış olursa olsun bu şiirlerin “erişilmez birer süblimasyon şahikası”
sayılması gerektiğini; zaten “hayatı malum sanatkârların, hayatı meçhul sanatkârların
üstüne çıkamadığını”; şiirimizin en büyük iki üstadı “Yunus Emre ile
Karacaoğlan’ın da iz bırakmadan çekip gittiklerini”; bu şiirlerde vezin, şekil,
kafiye, dil ve mana yanlışları arayanların “tarih simsarları” olduğunu öne
süreceklerdir.
Tartışmaya
daha sonra çeşitli gazetelerde Sadun Galip, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Mithat
Cemal, Vâlâ Nurettin gibi ünlü kalemler de katılacaktır.
Yahya Kemal ise bu olayı sahtekârlık olarak
niteleyecek, Fuat Köprülü de “Vatan” gazetesindeki yazısında elde hiçbir tarihi
belge yokken 700 yıl önce böyle birinin yaşadığını öne sürmenin “cüret”
olduğunu belirtecektir.
Ve sonunda
XIII. yüzyıla tarihlenen Râbia Hatun’un, aslında “Muhti” takma adıyla şiirler
de yazan İsmail Hâmi Danişmend’in merhume eşi Nazan Hanım olduğu anlaşılacaktır.
O
tarihlerde henüz 56 yaşında, itibarlı bir tarihçi olarak bilinen İsmail Hâmi
Danişmend bir gazetenin sorularını şöyle yanıtlayacaktır:
“Evet!
Râbia Hatun adında bir ‘şaire’ yoktur ve hiç olmamıştır.”
“Râbia Hatun
diye biri olmadığına göre?”
“Efendim,
bu şiirleri, yaşasaydı şimdi 38 yaşında olacak eşim Nazan Hanım yazmıştır.”
“O halde
neden kendi ismiyle yayımlamadı?”
“Zevcem
çok mütevazı bir insandı. ‘Şaire’ olduğunun duyulmasını bile istemezdi.
Şiirlerinin esrarını kimseye söylemeyeyim diye bana yemin ettirmişti!”
Halit
Fahri Ozansoy da “Edebiyatçılar Çevremde” (Dergâh Yayınları) kitabında Ercümend
Ekrem Talu’yu anlatırken Râbia Hatun olayı üzerine şunları yazacaktır:
“Ercüment
Ekrem bir gün Son Posta gazetesi idarehanesinde fıkrasını yazarken, kalemi
elinden bırakmış ve hemen gençlerin çalıştıkları odadaki ara kapıyı açarak
şöyle seslenmişti:
-Haberiniz
olsun, ben bundan sonra ismimin sonundaki “mend” hecesini kaldırdım, sadece
Ercü kaldım. İsmail Daniş’e o kadar bile benzemek istemem.
İsmail
Daniş’e kızgınlığı, XII. yüzyıl şairesi diye ortaya bir Râbia Hatun ve şiirler
atması, “Olmaz böyle şey, bu üslup o devrin dili değildir” itirazları üzerine
rotayı değiştirerek şiirleri Rezan (Ozansoy, Nazan değil Rezan diyor) Hanım’a
mal etmesi ve yine hücumlara uğrayınca şiirleri kendi üzerine almasındandı.
Diyebilirim
ki, Ercümend Ekrem’i hiçbir olay bu kadar sinirlendirmemişti.
19 OCAK
2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder