21 Ocak 2017 Cumartesi

BİR ESRARENGİZ “ŞAİRE”…

Gazeteci Orhan Karaveli’ye göre 1948 yılında Türkiye’nin şiir dünyasına bir bomba düşer: Râbia Hatun!
“Kâzım Taşkent’in kurduğu, ‘gagasının ucunda bir ikramiye evi taşıyan leylek’ amblemli çiçeği burnunda Yapı ve Kredi Bankası’nın bir kültür hizmeti olarak üç ayda bir yayımlanan ve dönemin iki seçkin aydını Vedat Nedim Tör ve Şevket Rado’nun yönettiği ‘ev dergisi’ Aile, altıncı sayısından itibaren birkaç kıtası, bir süredir elden ele dolaşan -derginin deyişiyle- bir “şaire”yi Türk kamuoyunun dikkatine” sunmaktadır.
Ayrıca “şaire”nin “Çok eski yüzyıllarda yaşadığı”, “muhtemelen Erzurumlu ve Azeri kökenli” olduğu, şiirlerinin bugüne kadar nasılsa gün yüzüne çıkmadığı özenle vurgulanarak…
Bir de ressam Agop Arad’a yaptırılmış, omuzlarına inen desenli başörtüsünün altından bol siyah saçları görünen, kalem kaşlı, uzunca burunlu, gülümseyen bir temsili resmiyle birlikte… (Görgü Tanığı, Doğan Kitap)
Ziya Osman, Refik Ahmet Sevengil, Cahit Sıtkı Tarancı, Salâh Birsel, Orhan Veli, Sabahattin Kudret gibi dönemin seçkin yazar ve şairlerinin yazdığı dergide Râbia Hatun’un dönemi ve olağanüstü kişiliği üzerine derin bilgiler, yorumlar yer almaktadır.
Özellikle Erzurum, hemen esrarengiz “şaire”yi bağrına basar. Râbia Hatun veya Râbia Sultan en eski Türk-Selçuklu kadın şairlerinden biridir. Çok iyi eğitim görmüştür. Artukoğulları’ndandır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı olduğu bile söylenmektedir.
Süleyman Nazif’in kardeşi Faik Âli’ye göre ise Râbia Hatun Erzurumlu değil Diyarbakırlıdır.
Kulaklarımızın anteninin yönünü yine Karaveli’ye çevirelim:
Yeni doğan kız çocuklarına, yurdun dört köşesinde “Râbia” adı verilmeye başlanır. Bâbıâli “matbaaları” çeşit çeşit, renk renk Râbia Hatun tasvirleri basmaya yetişemez olurlar. Özellikle doğu illerimizde caddelere, okullara Râbia Hatun’un adı verilir. Seminerler, folklor gösterileri düzenlenir, bu müstesna hatunun kimliği ve şair kişiliği uzmanlarca tartışmaya açılır.
Karaveli’nin Galatasaray Lisesi’nden hocası Nihad Sami Banarlı ise “Hürriyet” gazetesinin 12 ve 21 Haziran 1948 tarihli sayılarında yayımlanan yazılarında “dil, vezin, kafiye ve öteki bakımlardan böyle bir şairin XIII. yüzyılda değil, ancak XVIII. yüzyıl sonuyla XIX. yüzyılda yaşamış ve mutlaka tekke çevresinde yetişmiş, romantik ruhlu ve yarı ümmi biri olabileceğini” ve “onun aslında bozuk bir söyleyişle terennüm ettiği kıtaların, daha sonra, ‘bir başka cahilin elinde’ -belki de düzeltiyorum zanniyle- bu hale konulduğunu” ileri sürecektir.
Hürriyet'teki bu yazı üzerine Vedat Nedim Tör, Şevket Rado, Rıza Tevfik ve bir ölçüde Vâlâ Nurettin gibi Râbia Hatuncular, “şairin kimliğinin pek de önemli olmadığını”; kim yazmış olursa olsun bu şiirlerin “erişilmez birer süblimasyon şahikası” sayılması gerektiğini; zaten “hayatı malum sanatkârların, hayatı meçhul sanatkârların üstüne çıkamadığını”; şiirimizin en büyük iki üstadı “Yunus Emre ile Karacaoğlan’ın da iz bırakmadan çekip gittiklerini”; bu şiirlerde vezin, şekil, kafiye, dil ve mana yanlışları arayanların “tarih simsarları” olduğunu öne süreceklerdir.
Tartışmaya daha sonra çeşitli gazetelerde Sadun Galip, İsmail Habip, Nurullah Ataç, Mithat Cemal, Vâlâ Nurettin gibi ünlü kalemler de katılacaktır.
 Yahya Kemal ise bu olayı sahtekârlık olarak niteleyecek, Fuat Köprülü de “Vatan” gazetesindeki yazısında elde hiçbir tarihi belge yokken 700 yıl önce böyle birinin yaşadığını öne sürmenin “cüret” olduğunu belirtecektir.
Ve sonunda XIII. yüzyıla tarihlenen Râbia Hatun’un, aslında “Muhti” takma adıyla şiirler de yazan İsmail Hâmi Danişmend’in merhume eşi Nazan Hanım olduğu anlaşılacaktır.
O tarihlerde henüz 56 yaşında, itibarlı bir tarihçi olarak bilinen İsmail Hâmi Danişmend bir gazetenin sorularını şöyle yanıtlayacaktır:
“Evet! Râbia Hatun adında bir ‘şaire’ yoktur ve hiç olmamıştır.”
“Râbia Hatun diye biri olmadığına göre?”
“Efendim, bu şiirleri, yaşasaydı şimdi 38 yaşında olacak eşim Nazan Hanım yazmıştır.”
“O halde neden kendi ismiyle yayımlamadı?”
“Zevcem çok mütevazı bir insandı. ‘Şaire’ olduğunun duyulmasını bile istemezdi. Şiirlerinin esrarını kimseye söylemeyeyim diye bana yemin ettirmişti!”
Halit Fahri Ozansoy da “Edebiyatçılar Çevremde” (Dergâh Yayınları) kitabında Ercümend Ekrem Talu’yu anlatırken Râbia Hatun olayı üzerine şunları yazacaktır:
“Ercüment Ekrem bir gün Son Posta gazetesi idarehanesinde fıkrasını yazarken, kalemi elinden bırakmış ve hemen gençlerin çalıştıkları odadaki ara kapıyı açarak şöyle seslenmişti:
-Haberiniz olsun, ben bundan sonra ismimin sonundaki “mend” hecesini kaldırdım, sadece Ercü kaldım. İsmail Daniş’e o kadar bile benzemek istemem.
İsmail Daniş’e kızgınlığı, XII. yüzyıl şairesi diye ortaya bir Râbia Hatun ve şiirler atması, “Olmaz böyle şey, bu üslup o devrin dili değildir” itirazları üzerine rotayı değiştirerek şiirleri Rezan (Ozansoy, Nazan değil Rezan diyor) Hanım’a mal etmesi ve yine hücumlara uğrayınca şiirleri kendi üzerine almasındandı.
Diyebilirim ki, Ercümend Ekrem’i hiçbir olay bu kadar sinirlendirmemişti.

19 OCAK 2017, BirGün


Hiç yorum yok: