Onu, Asmalımescit’te Refik’in meyhanesinde görürdüm
çoğu zaman. Şimdiki değil, eski Refik.
Günümüzün o ünlü meyhanesi “Yakup” nerede o zamanlar?
Yakup, o günlerde amcası Refik’in yanında garson…
Kapıdan girildiğinde, tam karşıda, en dipte bir
yuvarlak masa vardı.
Edip Cansever, genellikle o masada otururdu. Zaman
zaman Hayalet Oğuz da yanında…
Bazen de karşı masayı heykeltıraş, güzel insan Gürdal
Duyar mekân tutar, eline geçirdiği bir peçete ya da kâğıt parçasına, çoğunlukla
tükenmez kalemle uzaktan, meyhane müşterilerinin portrelerini çizerdi. Sonra da
gecenin bir vaktinde karanlığa yol alırken, usulca masanın kenarına çizdiği
desenleri bırakırdı. Sevgili Duyar, benim de nice böyle portremi çizmiştir
benden habersiz, ki hâlâ saklarım.
(80’li yılların sonlarına kadar, çevresinde
yönetmenler Atıf Yılmaz, Tarık Akan, Zeki Ökten, Şeref Gören, Ali Özgentürk, Erol
Özkök, ressam Alaattin Aksoy, film yapımcısı Şeref Gür gibi sinemacılarla zaman
zaman benim de katıldığım bir yuvarlak masa da ünlü “Papirüs” barda vardı. Daha
sonra bu sinemacılar, masaları olmasa da “Çiçek Bar”ın dip köşesinde
toplanacaklardı.)
Refik’teki o yuvarlak masanın bir fotografisi de
ressam Komet’in (Gürkan Coşkun) anılarında saklıdır.
Komet, özellikle 60’yıllarda ABD’nin 6. Filosu
İstanbul’a geldiğinde leylek taklidi yaparak ABD askerlerinin keplerini kapar
ve soluğu Refik’te alırdı.
Yine böyle bir akşam, elinde bir ABD askerinin kepiyle
Refik’ten içeri girdi ve tabii ardından da o zamanın “Furuko” tabir edilen toplum
polisleri…
Mevsim kış, ben de henüz meyhaneye girmişim ve
pardesümü asmak üzereyim.
Komet’in telaşlı halini görünce, pardesümü asmadım.
Komet, hemen o anda arkama saklandı. Yani bir anlamda
Komet’i pardesümün kanatları arasına aldım.
Polisler, masaların arasında şöyle bir dolaştıktan
sonra çıkıp gitmişlerdi.
Peki, nasıl bir insandı Hayalet Oğuz?
Bir deri, bir kemik bir adem…
Üfürsen yıkılacak gibi…
Gözlerini hiç görmedim desem, yalan olmaz. Çünkü
gündüzleri Krepen Pasajı’nda, geceleri Asmalımescit’te daima gözünde kapkara
gözlüklerle dolaşırdı.
“Mutti” adını verdiği Tezer Özlü’nün
deyişiyle “Herhalde “kelebek gibi” yürüyüşü ve gece yaşamını çok sevişi
nedeniyle ‘Hayalet’ adı takılmıştı ona.”
Alnı açık, saçları dağınık…
Koltuğunun altında dergiler, kitaplar…
Sezer Duru ile Orhan Duru, birlikte kaleme aldıkları
“O’Pera’daki Hayalet” (Yapı Kredi Yayınları) kitabında onun fotografisini şöyle
çıkarırlar:
“Gerçek adı Oğuz Haluk Alplaçin idi. 1929 yılında
doğdu, 17 Eylül 1975’te öldü. Diyarbakırlı bir aileden geliyordu. Babası doktor
Kâzım Alplaçin’in Tevfik Rüştü Aras’ın yakın bir akrabasıyla yaptığı evlilikten
dünyaya geldi. Ancak annesi kısa süre sonra babasını terk etti. Oğlunu da bir
daha görmedi. Ankara’da Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. 1950’li yılların
başında hava alanları yapan bir İngiliz şirketinde çalışmaya başladı. 1954
yılında İstanbul’a geldi ve Dolmuş, Tef, Taş gibi mizah dergilerinde yazılar ve
şiirler yayımladı. Çeşitli yayınevlerine romanlar çevirerek, senaryolar yazarak
yaşamını sürdürdü.”
Bilinmeyen bir yönü de zamanın modasına uyarak takma
adla bir yığın Mayk Hammer romanı yazmasıydı.
En belirgin özelliği ise “bi-mekân”, yani yersiz
yurtsuz takımından olması…
Metin Eloğlu, askere gidecektir. Bir akşam veda yemeği
için Hayalet Oğuz’u Üsküdar’da annesinin evine götürür.
Eloğlu, disiplinsiz davranışları yüzünden beş askerlik
yaptıktan sonra eve dönüşünde, Hayalet’i dün bırakmış gibi annesinin evinde
görecektir.
Koltuğunda her zaman kitaplar vardı, ama ne kitaplığı,
ne başını sokacak bir evi oldu.
Kültürlü, bilgili, toplumsal kalıpların her biçimine
karşıydı.
Evlenmedi.
Hiçbir zaman bir evi, bir adresi de olmadı, bir bavulu
bile…
Resmi dairelere hiç işi düşmedi.
Sırtındaki giysi ile yetindi. Eline para geçince
yenisini alır, eskisinii atardı.
“Her şeyi hiçbir şey, hiçbir şeyi her şey olarak”
yaşadı.
Hayalet Oğuz’un ölümü üzerine Fethi Naci 02 Temmuz
1995’de şunları yazacaktır:
“Hayatımda ilk defa bir cenaze kaldırma işinde fiilen
çalıştım. Oğuz 1975 güzünde ölünce, cenazeyi kaldırmak için toplantı yapıp para
topladık. (Tezer Özlü’ye göre mezarına sahip çıkacak bir akrabası yoktur.
Mezarın tapusu da Sinematek Derneği adına çıkacaktır.) Resmi işlemlerle uğraşmak
işini biz yüklendik: Demirtaş Ceyhun ve ben. Oğuz gömüldükten sonra 2300 lira
kadar para arttı; Demirtaş Ceyhun’la birlikte o parayı, arkadaş yardımıyla
tedavi görebilen, hasta bir şaire verdik. Böylece Oğuz, yaşamının en büyük
yardımını ölümünden sonra yapmış oldu.”
*
Hayalet Oğuz, bir deri bir kemik olmasına rağmen
sözünü esirgemez, bulunduğu topluluklarda kavga çıkarır.
Bir gece iri yarı, güçlü kuvvetli ressam Behçet Safa
ile kavgaya tutuşur. Behçet Safa, ayaklarından yakadığı gibi Hayalet’i havaya
kaldırır ve başını kaldırıma çarpar.
Hayalet fenalaşmıştır.
O kızgınlıkla ressam Ömer Uluç ve Sezer Tansuğ da
Behçet Safa’yı döveceklerdir.
*
Ferit Edgü, Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrencidir.
Yağmurlu bir gün Hayalet, Edgü’nün çalıştığı atölyeye
gelir. Üstü başı ıslaktır.
Ve “Babıâli’ye gidip yeni çevirimi bir yayınevine
satacağım” diyerek akşama getirmek üzere Edgü’nün trençkotunu alır.
Edgü bekleye dursun, Hayalet bir buçuk ay sonra ortaya
çıkacaktır.
Çünkü trençkotu Tophane’de satmış ve aldığı parayla Ankara’ya
gitmiştir.
*
Metin Eloğlu’nun sergisine gitmiş, bir resmi
beğenmiştir. Fakat cebinde fazla parası yoktur. Olanı da kaparo olarak bırakır,
resmin altına da adını yazdırır.
O günden sonra sergiye bir daha uğramayacaktır.
Eloğlu, dert yanmaktadır.
Hayalet hem parasını ödeyip resmi almamakta, hem de
satışını engellemektedir.
Eloğlu, bir gün Hayalet’i yakalayacak, “Ulan, resmin
parasını getir, al” diyecektir.
Hayalet Oğuz, oldukça sakin bir tavırla Eloğlu’nu
yanıtlayacaktır:
“Alacam, yalnız bekle biraz… Hele resmi asabileceğim
bir duvar bulayım.”
26 OCAK 2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder