Türk edebiyatının gerçek anlamda ilk popüler
yazarı Ahmet Mithat Efendi, bir yandan halka okumayı öğretmek isterken bir
yandan da kitap ticareti yapmaktadır.
Beykoz’da küçük bir çiftliği vardır.
Kendi bastırdığı kitaplarını, İstanbul’da depo
kirası vermeden kısım kısım satabilmek için bu çiftliğe nakletmektedir.
Abdülhak Şinasi Hisar’a göre, “Ahmet Mithat
Efendi’nin böylece bastığı kitaplar, tercümeler, mecmualar ve gazetelerden
epeyce bir kazancı olmuştur. Belki bizde hiç kimse doğrudan doğruya yazıdan bu
kadar para kazanamamıştır.” (Muhit der. s: 35, Eylül 1931)
Demek, popüler yazarlık her zaman para
etmektedir. (Efendim, şimdi anladınız mı yazıdan neden para kazanamadığımı?)
Abdülhak Şinasi, adı geçen yazısında Ahmet
Mithat Efendi’nin bir başka ticaretle iştigal ettiğini de şöyle anlatacaktır:
“Şimdi gözlerimi kapasam hâlâ daha,
çocukluğumda görmüş olduğum gibi, mavi, rakit (durgun) ve geniş bir su tabakası
üstünde, alçak bacalı bir çatananın arkasında sürüklediği sıra sıra, bir
donanma kadar muntazam mavnalar ve kayıkların Boğaz’ın aşağısına inerken dolu
ve yukarısına dönerken boş su fıçılarıyla geçtiklerini görüyorum. Bunlar,
bundan otuz sene evvel, (yani 1900-1901’de) Ahmet Mithat Efendi’nin sattırdığı
galiba şu tılsımlı ‘Sırmakeş’ ismini taşıyan Beykoz sularıydı.”
Ahmet Mithat Efendi’nin hünerleri bu kadar da
değildir.
Abdülhak Şinasi’nin Cenap Şahabettin’den
naklettiğine göre, uzun süre Meclis-i Umur-u Sıhhiye Reis Vekili bulunan Ahmet
Mithat Efendi, daireden –yani Galata Köprüsü’ne iki dakikalık bir yer- çıkarken
aklına bir roman konusu gelince, bunu Boğaziçi vapuruna girinceye kadar
zihninde tasarlayacak, vapur Beykoz’a gelinceye kadar da romanın iskeletini
kurmuş olacaktır.
Ahmet Mithat Efendi’nin bir başka özelliği ise
gazetecilik âleminde büyük bir varlık göstermesidir.
Üstat, Velet Bahai Efendi’ye kurucusu olduğu ve
ilk sayısı 26 Haziran 1878’de yayımlanan “Tercüman-ı Hakikat” gazetesini nasıl
çıkardığını şöyle anlatacaktır:
Gazete, kendi evlerinde kadın-erkek bütün
ailenin yardımı ile hazırlanır. Gazetenin kâğıtlarını, üstadın kardeşi Mehmet
Cevdet Efendi, Galata’dan İstanbul’a sırtında taşıyacaktır. Böylece her şeyi
düzenlenen gazete basılmak üzere bir Ermeni’nin matbaasına gönderilecektir.
Ayrıca gazetede Ahmet Mithat Efendi’nin
başyazısı yanında, yazdığı başka fıkralarla tefrika romanlar yer alacaktır.
Sevgili okur, biraz soluk al, daha neler
okuyacaksın!
Ahmet Mithat Efendi, Paris’i görmeden “Paris’te
Bir Türk” romanını yazacaktır.
Cemal Süreya’nın
Kars’ı görmeden “Kars” şiirini yazdığı gibi, Zeki Ömer Defne de hiç
görmediği kentler için şiirler yazacaktır. Sordukları zaman da “Hayır evladım,
oralara hiç gitmedim” diyecektir.
Yaşamının bir döneminde
ticarete atılan bir şair de Celal Sahir Erozan’dır.
“Aşk ve kadın şairi” olarak tanınan Celal Sahir’in macerasını
da Hakkı Süha Gezgin’in çok sesli korosundan dinleyelim:
“Bir aralık ben İstanbul’dan ayrılmıştım. İki sene sonra
tekrar gelince dostlar.
-Sahir’i görme, dediler, tüccar oldu.
-Tüccar mı oldu? Ne münasebet? diye bağırdığımı hatırlarım.
Çünkü dünyada Sahir’le ticaret kadar birbirine zıt, pek az şey bulunabileceğine
inanıyordum. Ama işte bu umulmaz şey onda birleşmişti.
Mısır Çarşısı’nın çiçek pasajına açılan kapısı yanında,
galiba Makulyan hanında bir yazıhanesi vardı. Kalkıp gittim. Uzun hasretler ona
şakacılığını unutturmadı. Kendini bana ikinci kere:
-Şair tacir! diye takdim etti.
O vaktin gazetecileri, hele mizahçıları bu tacir Sahir’e
hayli sataşmışlardı. Nihayet iş olacağına vardı. Şairin tacir olamayacağı
anlaşılarak yazıhane kapandı.” (Edebi Portreler)
Peki, Sait Faik’in “komisyoncu”luğuna ne demeli?
Samet Ağaoğlu, 19 Aralık 1950 tarihli yazısında Sait Faik
için şu notu kayda geçirmektedir:
“Okumaması (Sait Faik’in) babasının büyük derdi oldu. Başka
bir kaygu da beraber belirdi. Oğlu kendinden sonra bırakacağı malları ve işi
yürütmeye hevesli görünmüyor. O halde bu gezmeden, kitaptan, yazıdan başını
kaldırmayan genci ticaret hâyıhuyuna zorla itmeli. Hikâyecinin ismi böylece
Balık Pazarı’nda küçük bir büronun tabelasına komisyoncu olarak yazıldı. Baba
için hazin deneme, oğlu için bir perdelik komedya!
Büro sabahtan akşama ticaretten başka her konuda bol bol
gevezelik eden arkadaşların buluşma yeri. Müşteriler geliyor, şunu bunu
istiyorlardı. Bunlarla mı uğraşacak? Hepsini rakip komşulara yollayarak bir
dakikalığına kestiği sohbete yine dalıyor. Akşamları da kepenk erkenden iniyor,
bir solukta Beyoğlu…” (İlk Köşe)
Birkaç ay sonra Sait Faik’in adı tabeladan silinecek ve büro
kapanacaktır.
Şimdi de bir gazeteci-yazarın ticaret atılışının hikâyesi bu
yazının dibacesi olarak yerini alsın, ne dersin ey okur!
Rakım
Çalapala, gazeteciliğe Selim Ragıp Emeç, Zekeriya Sertel, Halil Lütfi Dördüncü
ve Ekrem Uşaklıgil’in sahibi olduğu “Son
Posta”da başlar.
Çalapala’dan ders yılı sonuna gelinirken liseyi
bitirecek gençlere ışık tutmak amacıyla bir dizi röportaj yapması istenir.
Zekeriya Sertel de Çalapala’yı Ahmet Emin Yalman’a gönderir.
Oysa Elazığ İstiklal Mahkemesi, Yalman’ın sahibi olduğu “Vatan” gazetesini
süresiz kapatmıştır, bu nedenle ticaret ile uğraşmaktadır.
Çalapala, Taksim’de bir mağazada Yalman’ı bulur ve
meramını anlatır. Usta gazeteci şu yanıtı verecektir:
“Ben gazetecilik mesleğinde başarı kazanmış biri
değilim. İşte gördüğünüz gibi otomobil lastiği satıyorum. Size ne
söyleyebilirim?”
23 MART 2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder