20 Ekim 2013 Pazar

KÖPRÜ

Kent merkezinden kalkan belediye otobüslerinin son durağında idi. Bir ucu otobüslerin manevra yeri küçük bir alana açılırdı, öteki ucu dar bir sokağa...
Bir adı yoktu.
Çevresini oluşturan sakinleri yalnızca “Köprü” derlerdi.
Altından yukarı mahallede bulunan yağhane atıklarının oluşturduğu küçük bir dere akardı.
Önceleri tahtadandı.
Bir keresinde küçük kardeşi ile bakkala giderken tahtalardan biri ayağına takılmıştı, kardeşi az daha köprüden aşağı düşüyordu.
Teyzesinin bağırışı hâlâ kulağındadır:
“Çocuğu tut, çocuğu tut...”
Oysa kardeşi değil, kendisi idi düşecek olan...
Yıllar sonra demir korkuluklarla bezendi.
Mahallenin gençleri akşam üzerleri köprünün meydana çıkan ucunda toplanırdı.
Tespih tanesi misali köprünün korkuluklarına tünerlerdi.
İşte o zaman, kızlara bakma vaktiydi.
Akşam, karanlığına sarınırken kızlar ardı ardına köprüden geçerlerdi.
Bu, bir bankada çalışıyordu. İzmirsporlu bir sevgilisi vardı, fakat çocuk Beşiktaş’a transfer olmuştu. Şimdi ayrılığının hüznünü yaşıyordu.
Bu, saçlarını her zaman at kuyruğu yapan ünlü bir tiyatro sanatçısının kızkardeşi idi, fakat ondan daha güzeldi.
Bunlar da mahallenin kızları; Güher’di, Neşe’ydi, Birgül’dü, Gülten’di, Neriman’dı...
Ya mahallerin gençleri: Arap Memet, Pofo Zafer, Topçu Cenap, Korsan Ünal, Mesut, Mete, Kâmil, İbo neredeydi şimdi?
Bir zaman sonra demir korkuluklarının da hükmü kalmadı.
Dere kuruyunca, köprü de sırra kadem basacaktı.
Ömür de bir “köprü” değil miydi?
Zaman da bir köprünün altından akan sular misali geçip gitmiyor muydu insanın hayatından?
Gençlikte muhkemdi köprünün dayanakları...
İnsan ihtiyarlığa yol aldıkça dayanakları da köprünün korkulukları misali eriyor, zayıflıyor, imi timi belirsiz oluyordu.
Şimdi o imi timi belirsiz “Köprü” üzerinde durup geçmiş günlerin hayaline bakıyorum.
Ve soruyorum kendime:
“Ben mi yaşadım bu “Köprü” üzerinde, yoksa bir başka Refik Durbaş mı?
Derenin sularıyla akıp giden  zaman ne zamandı?
Ömrüm ne zaman?”

17 EKİM 2013, BİRGÜN

   

Hiç yorum yok: