Kent merkezinden kalkan belediye otobüslerinin son durağında idi. Bir
ucu otobüslerin manevra yeri küçük bir alana açılırdı, öteki ucu dar bir
sokağa...
Bir adı yoktu.
Çevresini oluşturan sakinleri yalnızca “Köprü” derlerdi.
Altından yukarı mahallede bulunan yağhane atıklarının oluşturduğu küçük
bir dere akardı.
Önceleri tahtadandı.
Bir keresinde küçük kardeşi ile
bakkala giderken tahtalardan biri ayağına takılmıştı, kardeşi az daha köprüden
aşağı düşüyordu.
Teyzesinin bağırışı hâlâ
kulağındadır:
“Çocuğu tut, çocuğu tut...”
Oysa kardeşi değil, kendisi idi
düşecek olan...
Yıllar sonra demir korkuluklarla
bezendi.
Mahallenin gençleri akşam üzerleri
köprünün meydana çıkan ucunda toplanırdı.
Tespih tanesi misali köprünün
korkuluklarına tünerlerdi.
İşte o zaman, kızlara bakma vaktiydi.
Akşam, karanlığına sarınırken kızlar
ardı ardına köprüden geçerlerdi.
Bu, bir bankada çalışıyordu.
İzmirsporlu bir sevgilisi vardı, fakat çocuk Beşiktaş’a transfer olmuştu. Şimdi
ayrılığının hüznünü yaşıyordu.
Bu, saçlarını her zaman at kuyruğu
yapan ünlü bir tiyatro sanatçısının kızkardeşi idi, fakat ondan daha güzeldi.
Bunlar da mahallenin kızları;
Güher’di, Neşe’ydi, Birgül’dü, Gülten’di, Neriman’dı...
Ya mahallerin gençleri: Arap Memet,
Pofo Zafer, Topçu Cenap, Korsan Ünal, Mesut, Mete, Kâmil, İbo neredeydi şimdi?
Bir zaman sonra demir korkuluklarının
da hükmü kalmadı.
Dere kuruyunca, köprü de sırra kadem basacaktı.
Ömür de bir “köprü” değil miydi?
Zaman da bir köprünün altından akan
sular misali geçip gitmiyor muydu insanın hayatından?
Gençlikte muhkemdi köprünün
dayanakları...
İnsan ihtiyarlığa yol aldıkça
dayanakları da köprünün korkulukları misali eriyor, zayıflıyor, imi timi
belirsiz oluyordu.
Şimdi o imi timi belirsiz “Köprü” üzerinde durup geçmiş günlerin
hayaline bakıyorum.
Ve soruyorum kendime:
“Ben mi yaşadım bu
“Köprü” üzerinde, yoksa bir başka Refik Durbaş mı?
Derenin sularıyla akıp
giden zaman ne zamandı?
Ömrüm ne zaman?”
17 EKİM 2013, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder