29 Ağustos 2013 Perşembe

SEMERKANT...

İzin ver, saçlarını okşayan rüzgârın serçe parmağı bu akşam hüznüme misafir olsun. Göğsümde uyurken yanağının gamzesine sakladığım busenin kilidi açık kalsın; bunun için, yalnız bunun için rüyalarından kalçalarının şehvetini çalmama izin ver...

Dudağına sürdüğün kırmızı rujun rengi perçemine kına, kokusu gönül yarama merhem olsun, izin ver...

Seni yasasız ve yasaksız sevmeme izin ver...

Semerkant’a nasıl gidilir?

Dağın yamacında yaprakları sararmış bir kavak...
Çevresinde hiçbir canlının izi yok.
Bu kaçıncı gündür o ağaca doğru yürüyorum.
Yürüdükçe kavak benden uzaklaşıyor.
Sonunda, gün ağarırken gölgesine ulaşıyorum.

Kavağın dibinde bir cep telefonu,
adres defterinde ölü arkadaşlarımın numaraları...

Kimi arasam, yanıt vermiyor
oysa hepsi yaşıyor rüyalarımda...

Üzümler kararıyor, seraptan çıkmama için ver...

Semerkant’a kimle gidilir?

Güneşin kandilini söndürdüğümüz sabahçı kahvesinde bir bardak şekersiz çay ve tek sigarayla beni bırakıp gittiğinde ardından el sallamama izin ver...

Kızıl erik fırtınası başladı.

Semerkant’a niye gidilir?


23 Ağustos 2013 Cuma

TERSANEDE MANDA VAR!

Ben değil, işin uzmanı Gemi Mühendisleri Odası yetkilileri söylüyor: Haliç Yat Limanı ve Kompleksi Projesi ile 70 yat kapasiteli iki yat limanı, 400 oda kapasiteli iki 5 yıldızlı otel, dükkânlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, bin kişilik cami ve otopark yapılacak…
“Bu proje ile böylece 558 yıl boyunca endüstriyel faaliyetin sürmekte olduğu ve bu yönü ile dünya üzerinde başka bir eşi bulunmayan Tersane-i Amire’nin en önemli parçası, bütünüyle üretim dışına itilmiş; dünyanın en eski ikinci tersanesi, “metruk görüntüye sahip eski tersanelerin turizme kazandırılması” adı altında ortadan kaldırılmış olacak...”
Tersane-i Amire bugün “metruk” görünümü ile bir şey ifade etmeyebilir, ama “tarih” miadı dolmuş eşyalar misali bir kenara atılamıyor.
Üstelik Tersane, örneğin “bedelli askerlik” gibi nice ilk kez gerçekleştirilen işlerin de kaynağıdır.
II.Abdülhamit’in ilk dönemlerinde ve Meşrutiyet’te memur maaşları her ay düzenli olarak ödenemektedir.
Çoğu memur, maaşını sarraflara faizle kırdırmakta, sıkıntı içinde yaşamaktadır.
Faiz lobisi o zaman da vardı, ama memlekette çare tükenir mi?
Bir ara, üç ambarlı Mahmudiye gemisi ile bir askeri nakliye gemisi olan Taif, ahşap ve demir aksanları ayrılarak hurdaya çıkarılır.
Bahriye Nazırı Hasan Paşa da maliye hazinesinde para olmadığı için bu iki geminin enkazını bahriye subaylarının maaşını ödemek için kullanacaktır.
Bunun için bugünün maaş bordroları misali “maaş kâğıtları” hazırlanır. Paşa da bu kâğıtların altına, örneğin “Maaşına karşılık Taif vapurundan 500 kg enkaz verile…” yazar.
Kâğıdı alan hemen hurdacıya koşarak maaşını alacak, hurdacı da “maaş kâğıdı”nda yazılı hurdayı kaldıracaktır.
Üstad Reşad Ekrem Koçu, “Tarihimizde Garip Vakalar”da ilk “bedelli askerlik” uygulamasının Tersane gerçekleştiğini anlatır.
  Tersane havuzlarına gemi alınınca, havuzların suyu makinelerle değil, büyük bostan dolaplarıyla boşaltılır; bu dolaplara da mandalar koşulur.
Askerlik çağına gelen yurttaşlardan parası olanlar ve kuraları bahriyeye çıkanlar, “para bedeli” yerine “mandalı bedel” ödemekle yükümlüdürler.  Yani askerliğini bahriyede yapacak olan bedelliler, kendi yerlerine havuz dolaplarına bir manda gönderirler.
Asıl ilginci de sahibinin yerine hizmet süresini dolduran mandaların boynuzlarının yaldızlanıp, terhis kâğıtlarının sırmalı kordonlarla boynuzlarının arasına asıldıktan sonra sahibine törenle verilmesidir.
 Başa dönersek, tamam Tersane günümüzde işlevini yitirdi; yerine otel, marina, kültür merkezi, restoran, sinema falan yapılacak, ama bütün bunların yanında bir “manda” heykelinin çok yakışacağını sanıyorum.

22 AĞUSTOS 2013, BİRGÜN


15 Ağustos 2013 Perşembe

GENÇLERİN ÇAĞDAŞ ATÖLYESİ

Bugüne kadar 57 ülkeden, 157 kurumu bir araya getiren Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Uluslararası Öğrenci Trienali’nin altıncısı, 06 ağustosta Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde açıldı.
Daha önce geleneksel olarak sürdürülen sergi, sempozyum ve kısa film gösteriminin yanı sıra bu sergide “Connecting the Dots” başlığı altında 38 atölyenin 13’ünde üretilmiş işlerden bir seçki yer almakta...
 Fakülte Dekanı Prof.Dr.İnci Deniz Ilgın, serginin içeriğini şöyle özetlemekte:
“Amacımız, 6. trienali, çeşitli kurumların eğitim sistemlerinin izlenebildiği bir ortak paylaşım alanı olmanın ötesinde, bu sistemlerin aktif olarak bir araya gelmesiyle sanat ve tasarım ürettiği bir platforma dönüştürmek oldu. Bu yolla trienal, sanat ve tasarımın farklı sistemlerini yan yana getirirken, etkileşimi, yeni deneyimlerle güçlendirerek farklı yaklaşımları görünür kılmak, yerleşik söylemleri ve uygulamaları irdelemek ve bu bağlamda sanat ve tasarım eğitimine katkıda bulunabilmek gibi yeni bir misyonu da üstlenmiş oldu.”
22 eylüle kadar izlenebilecek sergide görüleceği gibi, genç sanatçılar ve tasarımcılar, kentin biçimlendirdiği yaşamlara odaklanarak, farklı ve cesur sorgulamaların peşine düşmüşler.
Kamusal alan, kent, mimari, hayvan hakları, beden, bellek, kimlik ve İstanbul’a odaklanan çalışmalar tüm süreç boyunca yaşananları da saklayarak somut bir sonuca ulaşmanın yanı sıra toplumun katmanları arasında dolaşarak, noktaları birleştirmeyi denemeye çalışmışlar.
Atölye başlıkları içeriklerinin bir göstergesi niteliğinde...
 “63 Yıl Sonra İstanbul: Margaret Bourke-White'ı Takip”, “Bedende Noktaları Birleştirmek”, “Boğazın Üzerindeki Köprüler”, “Direniyorsan Senin Olsun”, “Duygular-Ses-Yerçekimi”, “Dünyayı Gezen Çantalar”, “Kamusal Alanı Paylaşmak: İstanbul’un Köpekleri”, “Kaybolan Atölyeler”, “Portre”, “Sanatçı Günlükleri”, “Rüzgârda Bir Tutam Duman”, “Tempolis: Şehir, Hız, Algı” ve “Yerellik ve Evrensel Söylemler”...
Trienali ayrıcalıklı kılan önemli yeniliklerden biri de trienalin varoluş nedeni olan öğrencilerin, trienalin planlanması ve organizasyonu süreçlerine aktif olarak dahil olmaları...
Bunun için de atölye çalışmalarının bir bölümü öğrencilerin liderliğinde gerçekleşmiş.
Bir başka yenilik ise trienal etkinliklerini fakültenin dışına taşıyarak, İstanbul’da sanat ve tasarımın izendiği önemli merkezlerde görünür kılmak...
Yine bu çalışmalarda Dekan Ilgın’ın altını çizdiği gibi, “kentsel dönüşümün farklı katmanlarını gözlemlemek, sanatçıların iç yolculuğunda gezinmek, yok olmaya yüz tutan zanaatların izini sürmek, güncel gelişmelerin ışığında günü sorgulamak, sokağı paylaştığımız sokak köpeklerinin dile gelerek vicdanımıza ulaştıklarını hissetmek, objenin bedende kazandığı yeni dili okumak gibi çeşitli deneyimlerle, sanat ve tasarımın yaşamla kurduğu bağa bir kez daha tanık olmak” mümkün...
Farklı ülkelerden olsa genç sanatçıların ortak akıl ve yaratıcılıkla ürettiği yapıtlar, sanata yaklaşımlarının olumlu ve somut bir göstergesi...
Gençler çalışıyor, üretiyor; düşünsel ve yapısal farklılıklarını ortak çaba çerçevesinde sanatlarına yansıtıyorlar.
Şarkısı türküsü, kâğıdı kalemi, videosu fotoğraf makinesi, boyası fırçası ile sanatsal üretimin her alanında varlar.
Heykeli “ucube” gören, dünyaca ünlü yazarların yapıtlarına sansür uygulayan, bale ve operadan anlamayan, tiyatroların perdesine kilit vuran, kültür-sanat adına çağdaş olan ne varsa yasaklayan bir ortamda gençlerin özgürce, direnerek üretimde bulunmalarını takdir ediyorum.
Bu atölye çalışmasında emeği geçen her genci kutluyorum.
Gençleri seviyorum.

15 AĞUSTOS 2013, BİRGÜN


10 Ağustos 2013 Cumartesi

BİR DÜNYA MUHACİRİ İDİ...


“Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi”nde kendisini şöyle tanıtıyordu: “8.02.1958. Ahmet İzzet’ten olma, Emine’den doğma. / Boşandı. İslam. İçel. Mersin. Mesudiye ve bir sürü / rakam. Veriliş nedeni. Zayi. Keçiören. Ankara. Nüfus / müdürü adına. Yüzmeyi kırk yıllık seanslarda öğrenen / bir Akdeniz çocuğu kılı kırk yaran bir kırkayak / Oğlunun adını ‘Deniz’ koymayı unutmuyor / Sanki sallanan bir kayıkta en küçük bir dalgada / böğürtüsünden martılar muhacir olacak.”
Asıl adı Ahmet Bozkurt ama, 1976’da ilk şiirini yayımladığından beri Ahmet Erhan olarak bilindi. “Günde üç maç yapılan kavurucu sıcakların altında Adana Demirspor’da Fatih Terim ile aynı takımda epeyce sıyrık bir meşin bir yuvarlağın peşinde” koştu.
Fatih Galatasaray’a deplase olurken, o şiire kesilmiş bir süt kadar buruk yıllar bıraktı ardında... Futbolda değil de at yarışlarında dizginledi heyecanını. Bu yüzden şiirinde sözcükleri duygusallık ile duyarlılık arasında yarıştırdı.
İlk kez 80’li yılların başında Yaşar Miraç’ın gençler adına düzenlediği “Yeni Türkü Şiir Yarışması” nedeniyle mi yüz yüze gelmiştik?
Sonraları, ben Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü için Ankara’ya ayak bastığımda ortak arkadaşımız sevgili Işık Kansu’nun bereketi tükenmez sofrasında mı?
Nadirattan da olsa “beş bin kasa bira üç bin kasa rakı iki bin beş yüz kasa şarap ve konyak ve votka”ya birkaç şişe daha eklediğimiz o uzuuun Ankara gecelerini nasıl unuturum?
İlk şiirleriyle ülkesinin alacakaranlığını ışığa boğdu ve o ışığın meşalesi hiç sönmedi yazdıklarında. 
Yetmişli, seksenli yılların genç kuşakları sardunya nasıl açar şiirlerde, çakıl taşı hangi denizi yurt edinir, onun şiirlerinden öğrendi.
Yalnız kiraz mevsiminde rakı içmedi; tufanını alnında taşıyordu çünkü.
Ülkesini anlatırken kendisini de ihmal etmedi. Yaşamına ve yaşadıklarına ayna tuttu şiirlerinde…
Bu yüzden de şiirinin dip sularında kendi özel tarihi ile “sevgili yurdu”nun tarihi iç içe, aynı sayfalarda kulaç atmakta…
Beton kümbetlerden oluşmuş kentlerde kimi zaman bir yılkı atı misali dolaştı; kimi zaman satılığa çıkardı yalnızlığıyla örselenmiş “hasarlı” hayatını…
Müzmin bir muhacirdi. İstanbul’a hicretinden sonra daha sık buluşur olduk. İstanbul’dan kaçıp sevgisine sığındığı Hacer ile Silivri’ye yerleşmişti. Turgay Fişekçi, Erdal Alova ile bir Tekirdağ’a kaçırdığımız oldu, bir başka gün Ferruh Tunç’u da alarak Silivri’ye...
Bana “Baba” derdi, ben ona “Ahmet Abi”...
Gökyüzüne, toprağa ve denize inanırdı.
Şiire inanırdı en çok da…
Kendisine, Ahmet Erhan oluşuna bir de…

08 AĞUSTOS 2013, BİRGÜN