29 Aralık 2011 Perşembe

KİTAPLAR NE OLACAK?

Melih Cevdet Anday ile yaptığım bir konuşma sırasında söz dönüp dolaşıp kitaplara gelmişti. Ömrünün son yıllarında, Moda’da, hani “Bakla sofa, nohut oda” derler ya, onun misali küçücük de olsa evinin her yanı kitaplarla doluydu.
Yılların birikimi kitaplar artık fazla geliyordu. Bir yandan kendisinin aldığı, bir yandan çeşitli yazarların, yayıncıların gönderdiği kitaplar önemli bir yığın oluşturmuştu.
Gerçi zaman zaman kitaplığı temizlerken kimilerini ayıklayıp yazın kaldığı Marmaris Ören’deki kitaplığına gönderse de eşi Suna Hanım, benim eşim gibi serzenişte bulunmaktan duramıyordu. Çünkü aynı sorun benim başımda da vardı.
“Ne olacak bunca kitap?” diye Melih Cevdet’e sormuştum:
“Bütün bu kitapları okudunuz mu?”
“Mümkün mü?” diye yanıtlamıştı, “Hepsini nasıl okurum. Ama kimilerini daha sonra okurum diye ayırıyorum. Böyleleri olduğu gibi, içlerinde 5-6 kez okuduklarım da var. Sonra bazıları başvuru kitaplarıdır, ansiklopediler gibi... Nasıl atarız onları?”
Geçen gün de “Guardian” gazetesi, kâğıda basılı gazete satışlarının geride kalan yıl içinde İngiltere’de yüzde 10 oranında düştüğünü bildiriyordu.
50 yıl önce de “Daily Mirror” ve “Daily Express” gibi ulusal gazetelerin tirajları dört milyonun üzerinde seyrederken, günümüzde İngiltere’nin en çok satan gazetesi “Sun”un, tirajı iki milyon altı yüz bin ilee sınırlı… Bu nedenle kâğıt baskıda müşteri kaybeden gazeteler dijital ortamda açığı kapatmaya çalışıyorlar.
Buna e-kitabın son yıllardaki hızlı yükleyişini de ekleyebiliriz
Bilim-kurgu yazarı Arthur C.Clarke’ın “Belki uzak görüşlü bir keşiş, basılı yayınları duyunca, bir gün binlerce kitap olacağı (tabii buna gazeteleri de katabiliriz) öngörüsüyle arkadaşlarını ‘Bu kitapları kim okuyabilir ki’ diyerek dehşete düşürmüştür.” sözlerini okuyunca evlerimizi dolduran kitaplar ve elbette gazetelerle aramızdaki maceralarımızı düşündüm.
Sahi, Clarke’ın deyişiyle “siberkıyamet” dehşetini yaşadığımız günlerde ne gibi öngörü ve kaygılarımız bulunacak?
15-16 yıl kadar önce Clarke, 2010 yılı için şu öngörülerde bulunuyordu:
“1. Fosil yakıtının kullanımı ve nükleer çağ sona erecek.
2. Taşınabilir enerji santralleri kurulacak ve artık kablo ağına gerek kalmayacak.
3. Ticari dönüşüm gerçekleşecek; bazı deneylerde şimdilik altın elde edildi ve ayrıca altından çok daha pahalı olan, Hidrojen bombasının içeriğindeki Tritium’a da rastlandı.
4. Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘Teknolojik Bozgunu’ndan sorumlu olan Washington bürokratları ve üniversite profesörlerinin çoğunun işine son verilecek.”
Clarke, “Ampul değiştirmeyi bilen kimse kaldı mı” diye sorduktan sonra günümüzde bilgi-eğlence patlamasından ciddi olarak endişe duyduğunun da altını çiziyordu.
Evet, yaşadığımız bu “siberkıyamet”te, bu bilgi-eğlence cehenneminde kitapların, hele de gazetelerin hükmü ne olabilir?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Türk Tabipleri Birliği tarafından Sıvas’ta yakılarak öldürülen şair Dr. Behçet Aysan anısına verilen Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü bu yıl, Tozan Alkan’ın “Sana Şehir Gelecek” isimli yapıtı kazandı. Şiirlerini yoğun ve dingin söyleyiş ile insancıl bir öz üzerinde temellendirmesi nedeniyle oy birliği ile Alkan’a verilen ödülün seçici kurulu, Doğan Hızlan, Cevat Çapan, Zeynep Oral, Turgay Fişekçi, Ali Cengizkan, Emin Özdemir ve Ahmet Telli’den oluşuyor.
*Aynı elbise, modasından on yıl önce giyilmişse “cüretkâr”, bir yıl önce giyilmişse “cesur”dur. Sonraları “şık”, birkaç yıl içinde “paspal” olacaktır. Yirmi yıla kalmadan “feci”, otuz yılda “tuhaf”, yüz-yüzelli yıl sonra ise artık “klasik”tir.
*Öğüt, zamanında taze yenmemiş bir ekmeği bir başkasına yedirme denemesidir. (Özdemir Asaf)

İNADINA ŞİİR

Orada, akşamın avlusunda
Akça kavakların gölgesi...
Ve o gölgenin çatı katında
Senin yüzün, benim o yüze hasretim

29 ARALIK 2011, BİRGÜN

23 Aralık 2011 Cuma

İHANETİN ANAYURDU YOKTUR

Amerika Birleşik Devletleri’nde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir “Solcu Avı” düzenlenir. Egemen çevreler sendikalardaki, üniversitelerdeki, sinema-tiyatro çalışanları arasındaki solcuları ezebilmek için geniş bir soruşturma başlatırlar. Soruşturmayı da ABD Temsilciler Meclisi’ne bağlı “Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi” yürütecek ve Gary Cooper’den Bertolt Brecht’e, Elia Kazan’dan Arthur Miller’e kimi ünlü sanatçılar sorguya çekilecektir.
Bu soruşturmalarda “suçlu” bulunanlar kara listeye alınır, işsiz kalırlar, yoksulluk çekmeye mahkûm edilirler.
Anayasanın kendilerine sağladığı hakka dayanarak tanıklık etmemekte direnenler, “Komiteyi aşağılamak” suçuyla hapse atılacaklardır.
Whittaker Chambers ile Richard M.Nixon’un casuslukla suçladığı Alger Hiss ise idam cezasına çarptırılır.
Bu arada Senatör McCarty, Komünistlerin devlet dairelerine bile sızdığını ileri sürerek yeni bir kampanya başlatır ve Kore savaşından Komünistleri sorumlu tutar.
I.F.Stone gibi birkaç gazeteci, Kore savaşını Komünistlerin değil, Güneydoğu Asya’yı denetim altında tutmak isteyen Amerikan emperyalizminin yol açtığını söylerlerse de Rosenberg’lerin bu “cadı kazanı”nda öldürülmelerine engel olamazlar.
Komite, Ekim 1947’de Hollywood’un kimi ünlülerini sorguya çeker. Robert Taylor, Ronald Reagan, Gary Cooper Komite’nin safında yer alırlar.
Komünist olduğu ileri sürülen sekiz kişi ise Komite’nin karşısına çıkmaz. “Hollywood Onları” olarak bilinen Alvah Bessie, Herbert Biberman, Lester Cole, Edward Dmytryk, Ring Lardner Jr., John Howard Lawson, Albert Maltz, Samuel Ornitz, Adrian Stock ve Dalton Trumbo ise Komite’ye karşı çıkarlar. Dmytryk, Lardner ve Trumbo bir süre sonra “eski bir Komünist” olduklarını kabul edeceklerdir.
Elbette yukarıdaki olaylarla ülkemizde yaşananlarla bir ilgisi bulunmamaktadır. Ama 27 Ekim 1947’de suçlamaları reddeden ve Komite’de okunmayan bildirisinde şu görüşlerini açıklayan Lawson’un söylediklerinden günümüz için kimi dersler çıkarmamak mümkün müdür?
“Lekelemek için yazarların, sanatçıların seçilmesi şaşırtıcı değildir. Yazarlar, sanatçılar, bilim adamları ve eğitimciler, demokrasiden nefret edenlerin ilk hedefleridir. Yazarın demokrasilerde özel bir sorumluluğu vardır, düşünce alışverişi geliştirir. Düşüncelere sınır çizmek ve haberleşmeye sansür koymak amacını güden, bu amaçlarını tutanaklarda belirten kimselerin saldırısına uğramaktan onur duyuyorum.”
“Söz özgürlüğüyle düşüncelere zincir vurma çabası arasındaki savaş, halkla bir azınlığın, halktan korkan bir azınlığın arasındaki savaştır aslında. Haberleşme özgürlüğüne saldırı, halkımıza saldırıdır.”

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*TRT’den günlerdir bütçe görüşmelerini izliyorum. Hangi konu açılsa iktidar sözcüleri 2002 ile günümüzü karşılaştırıyor ve bugün “ileri demokrasi” olarak daha iyi bir noktada olduğumuzu dile getiriyorlar. Yoksulluk da bu konular arasında ekonominin bu kadar üst düzeyde olmasına karşın… Peki, biri de 2002 öncesi ile bugün arasında işlenen kadın cinayetlerinin dökümünü çıkarsa… Refahı artan bir ülkede bugün yoksulluk nedeniyle kadın cinayetleri neden bu kadar artış gösteriyor acaba?
* İzmir Konak Belediyesi’nin düzenlediği “Ustaya Saygı” etkinliğinin bu akşamki konuğu Halikarnas Balıkçısı’nın manevi oğlu olarak yapıtlarını ölümünden sonra yayınlayan, gazeteci-yazar, Prof. Dr. Şadan Gökovalı. Prof. Dr. Türkan Saylan Alsancak Kültür Sanat Merkezi’nde saat 18.00’de başlayacak etkinlikte Gökovalı’nın yaşamı ve yapıtları dostları tarafından anlatılacak.
* “Tutam yar elinden”, “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi” gibi onlarca türküyle tanınan ve Erzurum’un “Türkü Paşası” olarak bilinen Raci Alkır, geçen hafta yaşamını yitirdi. Davudi sesiyle “Tatyan baba” olarak da Raci Alkır, bir süreden beri böbrek rahatsızlığı nedeniyle Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavi görüyordu.

İNADINA ŞİİR

Bir deniz yıldızıydı
teni parlıyordu
sabahın sisinde...

22 ARALIK 2011, BİRGÜN

15 Aralık 2011 Perşembe

“ANKARA HİLTON”DAN SİLİVRİ’YE…

Türkiye basın tarihinde ilk yasaklar 1858’de çıkarılan Ceza Yasası ile başlıyor. Oysa bu yasadan önce ülkede iki gazete (Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis) ve bir dergi (Vakayi-i Tıbbiye) bulunmaktadır.
Yasanın 138. maddesi özetle şöyle:
Devletin emir ve ruhsatıyla açılmış matbaalarda yüce saltanat, yöneticiler ve millet aleyhinde gazete ya da kitap ve zararlı belgesel basan ve yayan kimselerin eserleri zapt edilir, suçuna göre matbaası geçici ya da bütünüyle kapatıldıktan sonra on mecidiye altınından elli mecidiyeye kadar para cezasına çarptırılır.”
Ayrıca genel adaba aykırı mizah yazısı ve müstehcen resim basılması ile afiş asmak da yasaklar arasındadır.
Aradan neredeyse 150 yıl geçmiştir.
O tarihten günümüze “basın” mensuplarının soruşturmalardan, mahkeme kapılarından uzak durduğu ne zaman görülmüştür?
Hıfzı Topuz, “Türk Basın Tarihi” başlıklı çalışmasında “1954-60 yıllarını Türk basın tarihinde sonu gelmeyen davalarla dolu karanlık bir dönem” olarak nitelemektedir.
Zamanın Hatay milletvekili İhsan Ada’nın bir önergesi üzerine Adliye Bakanı Esat Budakoğlu’nun verdiği bilgiye göre “Yalnız bu dört yıllık süre içinde (Mart 1954-Mayıs 1958) 1161 gazeteci hakkında kovuşturma yapılmış ve bunlardan 238’inin mahkûmiyetine karar verilmiştir. 1958-60 yılları ise yurdun her yerinde sayısız basın davalarına bakıldığı bir dönemdir.”
1959-60 yıllarının gazetelerini duruşma haberleri ve tutuklanan gazetecilerin resimleri kaplamıştır. 11 ilde 26 gazetecinin mahkûmiyetine karar verilmiştir, 28 gazeteciye daha cezaevi yolu gözükmektedir.
Ankara cezaevinin yeni adı “Ankara Hilton”dur.
Bugün, durum çok mu farklıdır?
Bugün de 70 kadar gazeteci cezaevinde; Mustafa Balbay, Tuncay Özkan Doğu Perincek üstelik hücrelerinde bininci günlerini doldurdular.
Peki, öldürülen gazetecileri bu tarihin hangi sayfasına koyacağız?
6 Nisan 1909’da ilk öldürülen gazeteci Hasan Fehmi Bey’den Hrant Dink’e, Musa Anter’den Uğur Mumcu’ya yüz yılda öldürülen 63 gazetecinin hatırasını toplum belleğinin künyesinden silmek mümkün mü?
Basın tarihinin geçmişi biraz da cezaevlerinin, öldürülen gazetecilerin tarihidir bu yüzden; “medya” gazeteciliğinin değil elbette…
Şimdilerde “geçmiş”i sorgulamak, “özür” dilemek pek moda…
Geçmişi sorgulamaya bir de bu pencereden bakmalı…
Ama bu yazının amacı ne geçmişi sorgulamak, ne de basın mensupları adına bir “özür” siperine sığınmak…
“Özür” ancak “kapıkulu” medya gazeteciliğinin sığınağı olabilir…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Eskişehir’de yayınlanan edebiyat ve düşün dergisi “Arkadaş”ın onuncu sayısında Albert Camus’nun “Bilinç başkaldırıyla başlar” sözünden hareketle yazı ve şiirlere ayırmış bulunuyor. Dergi ayrıca Arkadaş Z.Özger’in “ünlü “Sevdadır” şiirini de poster olarak vermekte…
*Evcil hayvan ürünleri sektöründe faaliyet gösteren “Goody”, LÖSEV’in Ankara İncek’te bulunan “Lösemili Çocuklar Köyü”nde bulunan miniklerin moral kaynağı hayvanların, gıda ve konaklama ihtiyaçlarını karşılamaya başladı. Köyde, lösemili çocukların rehabilitasyon dönemlerini hayvan sevgisi ile daha neşeli geçirmeleri amaçlanıyor.
*TEMA Vakfı, toprak erozyonuna dikkat çekmek için 10 aralık cumartesi günü Nişantaşı Abdi İpekçi meydanında “Meşeler Yuva Arıyor” şenliği düzenledi. Etkinlikte, Hayrettin Karaca, Nihat Gökyiğit ve Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül, “Meşeli Dağlar Meşeli” türküsünü söylediler.

İNADINA ŞİİR

Mayın, nöbetini tutsa da ecelin
tabut, ışık almaz hayattan

Ölüm, kardeşidir bir başka ölümün…

15 ARALIK 2011, BİRGÜN

8 Aralık 2011 Perşembe

TOPLUMSAL BELLEK VİCDANINI ARIYOR

Önce şair arkadaşım Ahmet Telli’nin “Kamuoyuna ve Hukukun Bugünkü Temsilcilerine” yazdığı bildiriyi okuyalım:
“Hukukun hafızası yasaların ömrü kadardır. Ama bir toplumun ortak hafızasını yaratan, bu hafızayı yarınlara taşıyan aydınların vicdanıdır, yazarların, sanatçıların şiirleri, romanları, türküleridir.
Mürekkebin hafızası, türkünün çığlığı hukukun hükmünden daha uzun ömürlüdür; hatta bunlarda zamanaşımı yoktur. Bilinsin istiyoruz.
Bizler, aşağıda imzası olanlar; aslında daha çoğuz. Ama 1980’den bu yana, vicdanları çürütenler gibi, hafızaları boşaltanlar gibi çabucak bir araya gelemiyoruz. İşte o yüzden Sivas’ta bu ülkenin kaybetmekten toprağının içi kavrulduğu şair, yazar ve ozan dostlarımızın acısıyla kıvranıyor, mağdur geldiğimiz duruşmalarda, bir kez daha mağdur edilerek horlanıyoruz. Ama biliniz ki, bu metinle duyurmak istediğimiz ülkemizin vicdanıdır.
İsteğimiz şudur:
Bu kadar çok olan bizler, bir kez daha tarihe, zamana bir not düşerek hukukun savunucusu olan ilgili yargıçlara diyoruz ki: Sivas Davası’nda zamanaşımı olmamalı. Çünkü bu dava insanlık suçu kapsamındadır.
Bekliyoruz;
Umuyoruz; ummak istiyoruz…
Hayal kırıklığı hep bizler için olmasın diyoruz.”
Sivas davası 18 yıldır kanayan bir yara…
Üzerine kitaplar yazıldı, türküler bestelendi, belgeseller yapıldı; ama dava bir türlü sonuçlanmadı ve sonuçlanacak gibi de görülmüyor. (Bu yazının yazıldığı salı günü dava 16 Mart 2012’ye ertelendi.)
Sivas’ta yakılan 33 aydının çocukları büyüdü, 18 yıldır aynı acıyı yaşıyorlar. Çünkü Madımak yangını hâlâ onların yüreklerinde devam ediyor. Onlarla birlikte anneleri, babaları, amca ve yeğenleri, teyze ve kardeşleri, anıları, geçmişleri, gelecekleri de yandı. Toplumun vicdanı kül oldu.
Şimdi davayı uzatarak zamanaşımı zırhına sığınmak istiyorlar.
“Yüzleşme”nin gündemde olduğu bu günlerde Sivas davasını sürüncemede bırakarak ne zaman katillerden hesap soracağız?
Yazının başında verdiğim bildiriyi aşağıda adlarını verdiğim bir grup aydın, sanatçı imzaladı. Ülkemizin yakın tarihinin yüz karası bu davaya sahip çıkanlar elbette bu kadar olmamalı.
(Adnan Azar, Ahmet Oktay, Ahmet Erhan, Ataol Behramoğlu, Akif Kurtuluş, Ali Hikmet, Altay Öktem, Atilla Birkiye, Aydın Şimşek, Aydın Afacan, Azad Ziya Eren, Birhan Keskin, Betül Dündar, Cem Uzungüneş, Cenk Gündoğdu, Cevat Çapan, Cezmi Ersöz, Çiğdem Sezer, Deniz durukan, Emel İrtem, Enver Ercan, Gonca Özmen, Gülten Akın, Haydar Ergülen, Hakan Savlı, Harun Atak, Hicri İzgören, Hidayet Karakuş, Hilmi Yavuz, Hüseyin Atabaş, Hüseyin Ferhat, Hüseyin Yurttaş, küçük İskender, Mehmet Butakın, Metin Celal, Metin Kaygalak, Murathan Mungan, Nurduran Duman, Orhan Alkaya, Onur Behramoğlu, Onur Caymaz, Refik Durbaş, Sezai Sarıoğlu, İ.Mert Başat, Serdar Koçak, Semih Çelenk, Sennur Sezer, Sina Akyol, Şeref Bilsel, Şükrü Erbaş, Tuğrul Keskin,Turgay Fişekçi, Vural Bahadır Bayrıl, Zeynep Köylü)
Özgürlüklerden, hakça bir düzenden, hukukun üstünlüğünden yana olan, başta bütün sivil kurum ve kuruluşları ve elbette aydınlar, yazarlar, şairler, duyarlı yurttaşlar bu davanın bir an önce sonuca bağlanması için de Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok Akatlı ile Behçet Aysan’ın kızı Eren Aysan’ın öncülüğünde oluşturulan “Toplumsal Bellek Platformu”na destek vermelidirler.
Bu arada CHP, davanın zamanaşımına uğramaması için Meclis’te bir yasa hazırlığı içinde…
Sivas katliâmını yapanlara destek verenleri, katliâmın avukatlığını yapanları milletvekilliği ile bir anlamda ödüllendiren bir iktidarın çoğunluğunu oluşturan bir Meclis’ten bu yasanın geçebileceğine inanıyor musunuz?

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

*Twitter bilmem, facebook ile işim yok, cep telefonu çalışma masamın en uzak noktasındadır. Bilgisayarı, daktilo misali yalnız yazı yazmak için kullanırım. Ama son günlerde telefon bir kâbusa dönüştü. Sanki kişisel bir alet değil de, kamu malı… Her gün en az 4-5 kez çalmakta… Hayır, dostlar, arkadaşlar, akrabalar adına değil, “kampanya”lar için… Bırakın yasal bir yaptırımı, bunun bir edebi, kişiye saygısı, adabı yok mu? Reklamın, kampanyanın TV’lerde, renkli gazetelerde tacizi yetmiyormuş gibi, şimdi de cep telefonlarında mı başladı?
* Yakın zamana kadar PTT’nin sokak başlarında gaz tenekesi büyüklüğünde “mektup” kutuları vardı. Ülkede her şey özelleşirken onlar da ortadan kayboldular. Şimdi Posta İdaresi bu uygulamayı canlandırmak amacıyla sokak başlarına bu kez varil büyüklüğünde variller koymaya başladı. Kadıköy’de bir örneğini gördüm. İyi, güzel de günümüzde mektup yazan kaç kişi kaldı, bilgisayar hayatımıza bu kadar egemenken? Ayrıca bir “mevkute”yi Beyoğlu’dan Göztepe’ye yirmi günde ulaştıran Posta İdaresi bu kutulara atılan mektupları ne zaman alacak da kaç günde adresine teslim edebilecek?
* Her gün renkli gazetelerde sayfalarca yer alan “konut” ilanları Türkiye ekonomisinin nasıl büyüdüğünün bir göstergesi olabilir mi?

İNADINA ŞİİR

Gençliğim kaç adım geride kaldı
İhtiyarlığım kaç adım önde?

08 ARALIK 2011, BİRGÜN

1 Aralık 2011 Perşembe

TÜRKİYE’NİN AYDINLIK YÜZÜ İDİ

30 Eylül 1976’da İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde savunmasını yaparken “Bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum?” diye sormuş; yanıtını yine kendisi vermişti: “Yaşadığım çağa ve topluma karşı.”
Ve devam etmişti:
“Ya mahkemeler? Asla!”
Bir soru daha:
“Bilim adamının mahkemelere karşı sorumluluğu var mıdır?”
Yanıtı:
Hayır! Bilim adamı, bilimsel görevini yerine getirirken, mahkemelere karşı hesap vermez. Böyle bir yol tutulursa, o toplumda hem bilim ilerlemez, hem de tarihte çok acı örneklerini gördüğümüz büyük yanlışlıklar yapılmış olur mahkemelerce; giderek, adalet ağır yaralar alır.”
Emperyalizme, faşizme, kapitalizme karşı duran, kendi deyişi ile “Tam bağımsız, gerçekten demokratik, sömürüsü olmayan, ileri ve uygar bir Türkiye’yi yaratacak güçlerden yana olan” Server Tanilli iki gün önce, 80 yaşının sonbaharında aramızdan ayrıldı.
Server Hoca, 1980’den önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Devlet Tatbiki Güzelsanatlar Yüksekokulu’nda “Uygarlık Tarihi” dersi veriyordu.
7 Nisan 1978’de faşistlerin silahlı saldırısına uğrayınca, belden aşağısı tutmaz oldu. Fransa’ya gidip uzun yıllar Strasbourg Üniversitesi’nde çalıştı.
2000 yılında yurda döndü ve “Cumhuriyet” gazetesi ile “Adam Sanat” dergilerinde yazdı. Son yazıları “Sözcükler” dergisinde yayınlanıyordu.
1980 sonrasında düşün ortamını ve özellikle de gençliği etkileyen “Uygarlık Tarihi”, “Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş” kitaplarını yazdı.
“Uygarlık Tarihi” üniversitelerde ders kitabı olarak okutuldu.
Öteki kitapları arasında şunlar sayılabilir:
“Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?”, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası” “Candide ya da İyimserlik”, “Yaratıcı Aklın Sentezi: Felsefeye Giriş”, “Değişimin Diyalektiği ve Devrim”, “Dünyayı Değiştiren On Yıl”, “Fransız Devriminden Portreler”, “Anayasalar ve Siyasal Belgeler”, “Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?”, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Din ve Politika”, “Voltaire ve Aydınlanma”.
2006 yılında da “Sertel Demokrasi Ödülü”ne değer bulunmuştu.
Server Hoca ile tanışıklığımız 1970’li yılların başına dayanıyor. “Uygarlık Tarihi”ni kitaptan önce teksir halinde okutuyordu. Bir gün telefon etmiş ve benim “Sayısız hamd ve minnet bir avuç toprağı can ışığıyla süsleyen halka yaraşır.” diye başlayan “Kitabe” şiirimi kitabında kullanmak istediğini bildirmişti.
Sonrasında Göztepe’de komşu da olduk.
Geçen yıl hastalığımda aramış, ama görüşmemiz mümkün olmamıştı.
Türkiye’nin aydınlık bir yüzü idi.
Yaktığı meşale hiçbir zaman sönmeyecek…

ŞAİRİN NOT DEFTERİ

* “Hayali ihracat” 12 Eylül sonrası Turgut Özal dönemi ile girmişti hayatımıza. Günümüzde ise artık “hayali icraat” dönemine girmiş bulunuyoruz. Gazetelerin ekonomi sayfaları da “hayali icraat”lerin aynası. Bilindiği gibi “icraat” yapılan işler anlamına gelmektedir. Hükümetler de icraat yapmakla sorumludur, yapılan işlerden yani… Ama nedense toplumun gündemini yapılan işlerden çok, yapılacak işler oluşturmakta… Mesela bir işadamı finansmanını da hazırlamıştı, sahi ne oldu İstanbul’a ikinci Boğaz projesi?
* Şair Abdülkadir Budak’ın Ankara’da yayınladığı aylık şiir dergisi “Sincan İstasyonu” beşinci yılını doldurdu. Derginin 52. sayısında genç kuşak şairlerinin ürünleri yanında dünyada ve ülkemizde şiirin durumu da irdeleniyor.
* “Dinsel ya da siyasal bir inanç için savaşan kalabalıkları gördükten sonra, ekiminden daha fazlasını bildiğimi sanmıştım; şimdi biliyorum ki, aydın, kitapsız edemeyen kişi değildir yalnız, yaşayışını çok basit de olsa bir düşünceye bağlayıp ona göre düzenleyen kişidir.” (Andre Malraux: Altenburg’un Ceviz Ağaçları, YKY)

İNADINA ŞİİR

Mermi, eceline değdi ve orada kaldı.

01 ARALIK 2011, BİRGÜN