Yakup Kadri’ye göre Süleyman Nazif, sataşma ve
takılmalarında sataşılıp takılanları bile güldürecek bir incelik ve zarifliğe
sahiptir. (Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları)
Şair-i Âzam Abdülhak Hâmit, Süleyman Nazif’in meyhane
arkadaşlığından pek hoşnuttur.
İki arkadaş, yine bir gün bir yerlere gidip birkaç
kadeh içmeye niyetlenirler.
Süleyman Nazif, “Tokatlıyan”a gitmeyi önerir.
Fakat o gün Hâmit’in “Lebon”da “Âyan Meclisi Umumi
Kâtibi” İsmail Müştak Mayakon ile önemli bir işi görüşmek için randevusu
vardır.
Hâmit, “Önce Lebon’a uğrayalım. Müştak beyi görelim.”
der.
Süleyman Nazif, “Beyefendi, Müştak sözünde durmaz. Bu
çayhanede boşuna pinekleyip kalırız” diye karşı çıkar.
Hâmit üsteleyince, Süleyman Nazif de uymak zorunda
kalır.
Fakat “Lebon”dan içeri girer girmez karşılarında
İsmail Müştak’ı bulacaklardır.
Hâmit, “Gördün mü?” gibilerinden Süleyman Nazif’e
bakar.
Süleyman Nazif ne desin?
Bir Hâmit’e bakar, bir İsmail Müştak’a...
Ve ellerini havaya kaldırıp İsmail Müştak’a
serzenişini haykırır:
“Yahu İsmail, ne acayip adamsın sen? Bir sözünde
durmamak ünün vardı. Şimdi onu da kaybettin, beni de beyefendiye karşı yalancı
çıkardın.”
Abdülhak Şinasi Hisar da ömrünün sonuna kadar Süleyman
Nazif’in kendisini alaya alışlarından hoşgörüyle söz edenlerdendir.
Bir akşamüstü Abdülhak Şinasi, Süleyman Nazif ve Yakup
Kadri, Lebon’da söz üzerine söz inşa etmektedirler.
Bir aralık Abdülhak Şinasi’nin Galatasaray Lisesi’nde
okuyan küçük kardeşi Selim Nüzhet Gerçek, pastaneden içeri girer ve selam
vererek önlerinden geçer.
Bunu gören Abdülhak Şinasi, kardeşine seslenerek,
“Geliniz, sizi Süleyman Nazif Beyefendiye takdim edeyim” diyecek olur.
Bunun üzerine Şahabettin Süleyman, Abdülhak Şinasi’ye
şöyle diyecektir:
“Azizim Şinasi Bey, sizin ağzınızdan hiç ‘sen’ hitabı
çıktığı vaki değil midir? Görüyorum, küçük kardeşinize bile ‘siz’ diye hitap
ediyorsunuz. Kuzum, siz Paris’te bulunduğunuz zaman ‘Sen’ nehrine de ‘Siz’
nehri mi derdiniz?”
Bir başka gün de yine Süleyman Nazif, Yakup Kadri ve
Abdülhak Şinasi Büyükada’da bir çay bahçesinde otururlarken Süleyman Nazif,
Abdülhak Şinasi’nin vehim derecesine varan temizlik merakıyla alay edecektir.
Çay içeceklerdir.
Abdülhak Şinasi, çay takımlarını önüne koyan garsona, “Fincanı,
kaşığı kaynar suda iyice yıkadınız mı?” diye sorunca, garsonun “evet” yanıtının
ardından Süleyman Nazif, nüktesini patlatacaktır:
“Suyu da yıkadın mı oğlum?”
Süleyman Nazif’in İhsan Raif Hanım ile evliliği de
şaka gibidir.
Halit Fahri Ozansoy’a göre İhsan Raif Hanım, “O zamana
kadar böylesine güzel bir kadın görülmemiştir. Şahane bir boy, münasip olgun
vücut ve güzelliği göz kamaştıran bir yüz. Kaşlar sanki bir ressam eli
çizilmiş. Hele gözlerinin emsalsiz yeşilliği taptaze bir yaprağın özünden renk
almış gibi. İnsan bakmaya doyamıyor, bu hurinin her bakışında tatlı bir baş
dönmesiyle sersemliyor.” (Edebiyatçılar Geçiyor, Dergâh Yayınları)
Bu arada platonik olarak İhsan Raif’e gönlünü
kaptıranlardan biri de Halit Fahri’dir.
Şahabettin Süleyman, İhsan Hanım ile evlenmeden önce
Ağacami’nin arkasındaki bir sokakta oturan eski Bakırköylü Virjini adındaki bir
kadınla yaşamaktadır.
Virjini, daha sonra Rana Dilberyan adıyla barlarda ve
tuluat sahnelerinde dansları ile ün salacaktır.
Virjini, Şahabettin Süleyman’ı delicesine sevmektedir.
Durmadan mektuplar yazarak ısrarla Şahabettin
Süleyman’ın haftada iki gün kendisini görmeye çağırmakta, çağrısı tehdit
boyutuna ulaşmaktadır.
Virjini, bu arada İhsan Raif Hanım’a da mektup
yazacak, bu yüzden İhsan Hanım ile Şahabettin Süleyman’ın ilişkileri tehlikeye
girecektir.
Bunun üzerine Halit Fahri ile Hakkı Tahsin araya
girerler.
Belli günlerde Ağacami’nin arkasındaki sokağın bir
ucunda Halit Fahri, öteki ucunda Hakkı Tahsin beklemeye başlar.
Çevrede tanıdık biri olmazsa da Şahabettin Süleyman,
Virjini’nin evinin yolunu tutacaktır.
Buna karşılık İhsan Raif Hanım, Şahabettin Süleyman’ın
eve erken dönmesini şart koşacaktır.
Bu sorunu da yine Halit Fahri, Şahabettin Süleyman’ı
evinin kapısına kadar araba ile götürmekle çözecektir.
Halit Fahri, İhsan Raif Hanım’ın şiir kitabı
“Gözyaşları”ndan şu iki mısraı da aktarmaktadır:
“Ebrulu semaya hilkat elmas serper,
Durgunca bir deniz sahilleri öper.”
*
SÜLEYMAN NAZİF’in yazısı işlek ve güzeldi.
Mürettiphaneye giden her müsveddesi bir mektup kadar itinalı idi. Hüsnü hattını
herkesten evvel kendi beğenir, gazete idarehanesine her gelişinde mutlaka
ister, makalesini bizzat ve yüksek sesle okur, dikkatle dinlenilmesini arzu
eder ve çok kere yazısının methine kendi başlardı. Bunu galiba muharrirlere
lazım olduğunu his ettiği bir nevi üslup ve edebiyat dersi diye yapıyordu.
Süleyman Nazif bu zamanlarda küçük bir tenkit ve itiraza tahammül edemezdi.
Kendisine üstat diye hitap olunmasını severdi. Musahhihleri hiç yormaz, çünkü
tashihleri kendisi yapardı. Gazetenin siyasetiyle mesleği icabı olarak eğer
yazısından bir kelime, bir cümle, yahut birkaç satır çıkarılması lazım gelse
adeta hasta olurdu. (Abdülhak Şinasi Hisar: Geçmiş Zaman Edipleri, Selis
Kitaplar.)
04 MAYIS 2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder