HARBİDEN BİR “ROMAN” KİTABI…
Cemal Süreya’nın deyişiyle “Afrika
Aslan”ı, biz arkadaşları arasında “Hoca” olarak bilinen İlhami Bekir Tez’in
hayatının büyük bir bölümü otel odalarından geçmiştir. (Ey okur, sabır göster,
Hoca niçin ve neden otel odalarını seçmiştir, elbet sırası gelince
anlatılacaktır.)
Sinema yönetmeni Ali Özgentürk,
Hoca’nın dostları arasında birinci sırayı hak eden Ali Özgentürk benim de kadim
bir arkadaşımdır. (Ki zaman zaman Hoca, Özgentürk’ün evinde de kalmıştır.)
60’lı, 70’li yıllarda ömrümüz
Kadıköy meyhanelerinde geçiyordu, bir “şiir tarikatı” misali…
Özgentürk, Hoca’nın çevresinde olan
Cemal Süreya, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Can Yücel, Selahattin Hilav, Süreyya Berfe,
Eray Canberk, ben ve daha başkaları yanında tek sinemacı idi.
Özgentürk, sinemacı olarak benim de
küçük bir rolüm olduğu “At” filminde Hoca’nın hayatının bir anını perdeye
taşımıştır. İlhami Bekir, “Forma” adını verdiği cep kitabı boyutundaki 16-20
kitapçıkları üç kuruş beş paraya kahvehanelerde, meyhanelerde, Şehir Hatları
vapurlarında satardı. “At” filminde de Hoca, beyazperdede hayat-ı hakikiyeden
bir numune olarak yansımıştır, ki “At” filmi gösterildikçe Hoca’ın sûreti de
yaşayacaktır.
(Okurun dikkatini bir daha çekmek
isterim: “At” filmi 1985 yılında 1. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde bütün zamanlarda
verilen en büyük para ödülünü de kazanacaktır.)
Özgentürk’ün “watsap”tan (O’nun var,
benim yok) naklen bildirdiğine göre İlhami Bekir, eski güzellik kraliçelerinden
bir hanımla evlidir.
Kadıköy Altıyol’da oturmaktadırlar.
İki kızları vardır.
Eşi, bir gün “Ayağın kokuyor”
deyince Hoca yalnızca ceketini alıp evden ayrılacak, Kadıköy Postanesi’nin arka
sokağındaki Elif Otel’e yerleşecektir.
Ve kızlarını bir daha görmeyecektir.
Özgentürk, yaklaşık 50 yıl sonra
Hoca’nın kızları Dilek Tez ile Fatoş Işıl’ı bulur. Biri Nejat Eczacıbaşı’nın
özel sekreteri, öteki Metin Erksan’nın eşidir.
Moda’daki Koço Lokantası’da
buluşurlar, o gün İlhami Bekir de davetlidir.
Özgentürk, Hoca’ya kızları
“Arkadaşlarım” diye tanıştıracaktır.
Hoca, “Çok güzeller” deyince kızlar
ağlamaya başlar.
“Niye ağlıyorlar?”
“Senin gibi bir şairi görünce heyecanlandılar.”
Sonunda kızlar babalarına
sarılacaklardır.
O günden sonra kızlar babalarını
yalnız bırakmayacaklar, evlerine almak istediklerinde ise Hoca, otel hayatını
terk etmeyecektir.
İlk şiiri 1924 yılında “Milli
Mecmua”da çıkan ve şair olarak ün yapan Hoca’nın iki de romanı vardır:
Biri “Taşlı Tarladaki Ev”, öteki
“Herhangi Bir Roman Kitabı…”
İlhami Bekir, Nisan 1971’de May
Yayınları arasında çıkan “Şiirler” kitabında bu iki romanı hakkında şu bilgiyi
paylaşır okurlarıyla:
“Taşlı Tarladaki Ev, 1938’lerde
‘Yeni Adam’da tefrika edilen, 1944’te kitap haline getirilen bu eser, Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk sansür edilmiş romandır. Kitap, şimdi avukatlık
yapmakta olduğunu duyduğum, zamanın savcısı bay Hicabi Dinç tarafından sansür
edilmiş ve orijinalliğinden, bütünlüğünden çok şey yitirmiştir.”
“Herhangi Bir Roman Kitabı (1965).
Bu romanda araya serpiştirilmiş şiirler de vardır. Bunlardan ‘Cezayir’ adlısı
bazı dostların dilindedir. Neylersiniz ki, bu kitabı okumuş olanların sayısı da
birkaç yüzü geçmiyor.”
Ey okur, müjdeler olsun. Bu iki
roman, şimdi Yapı Kredi Yayınları arasında yeniden basılmış bulunuyor.
Fiyatı da bir paket sigaranın
fiyatından daha ucuz, 12 RTE lira…
Sözü şimdi Hoca’ya bırakmanın zamanı
gelmiştir.
“Taşlı Tarladaki Ev”in yazılış
nedenini de Hoca anlatsın…
“O zamanlar,
Erenköy’de, Etem Efendi Caddesi’ndeki Kantarcı Sokak’ta, semtin en ünlü
köşklerinden birindeki, duvara yapışık tek katlı taş müştemilat odalarından
birinde oturuyordum. Okulumuzdan yarım saat uzaktaydı. Büyük, çok büyük bir
bahçesi, bahçenin asırlık çamları, bostan kuyuları, artık yok olmuş meyvelikleri,
hâlâ izi bulunan bağı, sayısız, sık, çeşit çeşit ağaçları vardı ve bahçe bir
koru, bir küçük orman gibi idi.
Yıl sanırım 1929 idi. Bir gün burada beni Nâzım Hikmet
ziyaret etti ve üç gün sonra dedi ki:
- Bir arkadaşımız var. Onu sana konuk edeceğiz.
Polisçe aranıyor. Bir odada oturursunuz. Birlikte yer içersiniz. Bahçede
abdeste geceleri çıkar. Ona hiç soru sorma, adını da. Ne anlatırsa onu dinlemekle
yetin. Seveceksin- . O da Darülmuallim’in mezunu.
- Peki gelsin! dedim.
Ve geldi.
Genç, sevimli, çöpsüz üzüm bir insandım. Bahçenin öbür
ucundaki ana köşkte kiracılar ve bu kiracıların kız, dul, evli kimi kimseleri
vardı. Ve adı galiba Sadiye olan çok genç dul bir hanım vardı ki, bana
karşı derince bir ilgi duyardı. Ama ben onunla hiç ilgilenmiyordum. Zaten hiç
de evlenmek niyetinde değildim. Bir acayip gençtim işte.
Sadiye bir gün konuğumu görmüş. Ah bu kadın kini,
ah...
- İlhami Bey odasında bir kaçak saklıyor. Onu
polise haber vereceğim.
Durum kritikti. Konuğuma olduğu gibi anlattım ve dedim
ki:
- İster kal, ister git artık...
Ve sevgili konuğum o gün kalktı gitti. Bir daha da
görmedim.
Haftasında Nâzım’a onu sordum. Nâzım şöyle cevap
verdi:
- O mu? İntihar
etti o.
Çok sonra anladım. O intihar etmiş değildi. Öyle
gerekmiş ve Nâzım bana öyle demişti. Ama ben inanmıştım. Bu çok sevdiğim insana
candan acımış, üzülmüştüm.
İşte ‘Taşlı Tarladaki Ev’ romanı bu adamın anısıyla,
onun için yazılmıştı. Altı ayda yazdım ve bitirdim.”
Hoca’nın arşivinde bulunan bir el yazısında ise bu
romanın yazımıyla şu ilginç anekdot yer almaktadır:
“- O mu?” dedi, “intihar etti.”
Şair dostum bana yalan söylemişti. Çünkü konuğum meslektaşım o
günden sonra 45 yıl daha yaşadı.
O, daha bir iki yıl önce ölmüş olan Yakup Demir (Zeki Baştımar) idi
ve bana Taşlı Tarladaki Ev romanımı o ilham etmişti. Bu romanı onun için
yazmıştım.”
"Taşlı Tarladaki Ev" ve
"Herhangi Bir Roman Kitabı"nı okuyunca keşke İlhami Bekir Tez roman
yazmayı sürdürse, imzasını yeni romanlara da atsaydı diye düşünüyor insan...
08 EYLÜL 2016, BirGün