30 Nisan 2015 Perşembe

ŞAİRLERİN EV HALİ

 Altmışlı yılların sonunda “Yeni İstanbul”da gazeteciliğe başladığımda, geceleri bir yandan yazıların düzeltmelerini yapar, bir yandan da Murat Sertoğlu’nun eski yazıyla kaleme aldığı pehlivan tefrikalarını Latin yazısına çevirirdim.
Eski Galata Köprüsü altındaki Ümmü Gülsüm çayevinde de sık sık gördüğüm Sertoğlu, bir gazete sayfası dolduran tefrikalarının çoğunu, teksir kâğıtlarına evindeki çalışma masasında değil de, bu kahvehanede yazardı.
Yine aynı yıllarda Refii Cevat Ulunay’ın “Milliyet”teki yazılarının kimilerini Beyazıt’taki Çınaraltı kahvesinde yazdığına da tanık olmuşumdur.
Orhan Kemal’in de bir kahvehane düşkünü olduğu bilinir. O da Unkapanı’ndaki evinden sabahın erkeninde çıkarak ya Nuruosmaniye’nin ucundaki İkbal Kahvesi’nde, ya da Sirkeci’deki Meserret’te, kaleminin rızkını Bâbıâli’de arayanlardandı.
Yaşar Kemal ise roman yazma mekânı olarak otelleri tercih ederdi: Şile’de, Bolu’da, Antalya’da, kimi zaman da İsveç’te...
Kahvehaneleri değil de Batılı anlamda “cafe”leri seçen şair ise Attilâ İlhan’dır.
50 Kuşağının öykücülerinden Demir Özlü de “Cafe” müdavimlerindendir.
Bizim kuşağın Süreyya Berfe ise ömrünün sabahını da, akşamını da kahvehanelere hasretmiştir.
Adresi bile bir tahta masalı bir kahvedir.
Kahveden sıkıldığı zaman da yaşadığı beldeyi hemen değiştirir.
Behçet Necatigil’in de yolda yürürken, kahvede otururken, durakta otobüs beklerken sigara paketi ya da otobüs bileti olsun, eline ne geçerse minik kâğıt parçalarına nice mısralar düşürdüğü, ancak ölümünden sonra anlaşılacaktır.
Yine Necatigil, “Evler”i konu alan ve bu başlıkla şiir kitabı yayımlayan bir şairdir de...
Diyeceğim, evler çoğu zaman romancıların sığınağı olmuştur.
Çünkü roman, uzun çalışma gerektirmektedir.
Bu yüzden olsa, gazetelerin şıpın işi tefrika yazarları ve aklına geleni hemen kâğıda dökmek isteyen şairler için evler pek tekin yerler değildir.
Ben de İstanbul’a ayak bastığım 1965 yılından beri nice ev değiştirmişimdir.
Evde yazdığım çok şiir olmuştur ama, ben de doğrusu pek mekân seçmem.
Fakat, Kemal Özer’in kiracısı olarak Aksaray Alemdar sokakta oturduğum evin özel bir önemi vardır hayatımda...
İki katlı bu ahşap ev, ben oturmadan yıllar önce, 50 Kuşağının çıkardığı “a Dergisi”nin idarehanesi idi.
Benim ikamet yıllarımda ise bizim kuşağın neredeyse ortak bir mekânı oldu.
O ev yıkılıp gitti ama, duvarlarında hâlâ Ataol Behramoğlu’nun, Süreyya Berfe’nin, Egemen Berköz’ün, Mustafa Öneş’in, Nedim Gürsel’in, Nihat Behram’ın, Hüseyin Peker’in mısraları durur.
Ömrü yedi kırlangıcın ömrüne denk düşen Cemal Süreya, Kadıköy iskelesine en yakın bir sokakta oturmakla kendisine övünç payı çıkarırdı.
26 yılda 28 ev değiştirmişti ama, şiirlerini bu evlerde değil de Kadıköy kahve ya da meyhanelerinde yazmıştı çoğu zaman...
Benim ömrümse kahvelerden çok, meyhanelerde geçti diyebilirim.
Meyhanelerde yazdığım şiirlerse peçetelerde kalmıştır; Gürdal Duyar’ın kimi çizimleri, Semih Poroy’un kimi karikatürleri gibi…
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı mı sordunuz?
O da Kadıköy’de, iskeleye yakın kahvelerde yazardı şiirlerini... 

30 NİSAN 2015, BirGün


26 Nisan 2015 Pazar

ANILARLA AHMED ARİF



Şairler arasında her zaman “Kim daha iyi şair, kim daha büyük şair” misali tartışmalar olmuştur. Dün de olmuştur, yarın da olacaktır.
“Yakana kan gülleri takayım
bir o yana bir bu yana...”
Bu iki dizenin sahipliği de Ahmed Arif ile Enver Gökçe hayranları arasında tartışma konularından biridir.
Kimi Ahmed Arif’in der, kimi de Enver Gökçe’nin.
Ölümünden iki yıl kadar önce yaptığımız konuşmada Ahmed Arif, bu iki dizenin sahipliği konusunda şu açıklamayı yapmıştı:
“Bu dizeler ne benim, ne de Enver Gökçe’nindir. Bunlar halk şiirinin bir ustasının, yani Karacaoğlan’ın dizeleridir.” (Kalbim Dinamit Kuyusu) 
Ellili yıllarda Niyazi Akıncıoğlu ile Ahmed Arif ağabey-kardeş gibidirler. 
O günleri şöyle anlatır Ahmed Arif:
“Niyazi abi oğlu gibi seviyordu beni. Ben de büyük şairlere müthiş hayranım. Hâlâ öyleyimdir. Yaşları küçük de olsa çok iyi bir şair beni baştan çıkarır. Canımı vermek isterim. 
Cemal Süreya o yüzden benim çok sevdiğim bir arkadaştı. 
Büyük şairdi.
Şimdi, Kadir Abi var ya, A.Kadir, o Kırşehir’de sürgün... Birçok yere sürdüler onu... Hep kimsesizlikten, başka bir şey değil... 
Gariban adam... Bir ablası var, hemşire, başka kimsesi yok.
Kadir Abi Kırşehir’den Ankara’ya gelecek... Birinin karşılaması lazım... Tabii severek ‘Ben yaparım bu işi’ dedim.
Ama daha önce şunu anlatayım. 
O zaman şairler bir meyhanede toplanırlardı. Şimdi de toplanıyorlar mı bilmiyorum. Kürdün Meyhanesi var, orada toplanıyor şairler, bir sıralama yapıyorlar kendi aralarında... 
İşte en büyük şair Nâzım... Nâzım duruyor en başta... Nâzım’dan sonra sıra hep değişiyor. 
Biraz gülünç ama, kim hesabı öderse o ikinci oluyor. 
Tabii Niyazi Abi böyle sululuklara karışmıyor. Çünkü Niyazi Abi rakı içerken de, ayık gezerken de ‘Türkiye’nin en büyük şairi benim’ derdi. 
Ben de onu kıramayacak kadar severdim.
Neyse... Kadir Abiyi karşılamaya gittim. O zaman otobüs yoktu, kamyonla gelmiş... 
1950’den biraz önce işte... 
Kadir Abi beni tanımıyor tabii... Gittim, kendimi tanıttım, ‘Siz Kadir Abisiniz’ dedim, ‘benimle geleceksiniz’...
Aldım götürdüm, hiç daha önceden tasarlamamışım, ama önce Niyazi Abiyi görmüştüm. 
‘Niyazi Abiyi tanıyorsunuz değil mi?’ dedim. 
‘Tanırım o çingeneyi’ dedi.
‘Çok iyi’ diye konuştum. 
‘Sizi önce Niyazi Abiye götüreyim. Ondan sonra bir yer ayarlarız. Otelde mi kalırsınız, bir arkadaşın evinde mi? Sonra karar veririz.’
Birlikte Niyazi Abiye gittik, ikisi de kucaklaştılar, ama nasıl ağlıyorlar... 
Saat de daha 12 olmamış... Gündüz... Hemen Hergele Meydanı’nda bir meyhaneye daldık. 
Şimdi ben orada küçük bir çocuğum daha... Onların yanında adımın bile edilmesi gereksiz bir şairim. 
Bir sempatizanım, başka bir şey değil... 
Karşımda iki tane büyük şair... 
Nasıl mutluyum, anlatamam...
Derken aklıma bir hergelelik geldi. Dedim ki: ‘Kadir Abi, bu Niyazi Abi var ya, ne diyor biliyor musun? Sizin bu kadar yakın arkadaş olduğunuz aklımın ucundan geçmezdi. Lütfen bunu bir ispiyonluk, bir saygısızlık sanmayın. İkinizi de çok seviyorum. Ama bunu söylemek zorundayım. Niyazi Abi diyor ki Türkiye’nin en büyük şairi benim...’
Kadir Abi şöyle bir baktı, ‘Doğru söylüyor’ dedi. 
Niyazi Abi bana, ‘Senin bilmediğin bir şey var. Bu söz, aslında benim sözüm. Türkiye’nin en büyük şairi benim. Ama bu da eksik... Bak, şimdi tamamlıyorum: Türkiye’nin en büyük şairi benim, ama hapistekiler ve sürgündekiler hariç...’ dedi.”
HAPİSHANECİLİK MESLEK DEĞİL
“Otuzüç Kurşun” şiirinin yayımlandığı günlerdir.
Bir gün, bir felsefe öğretmeni iki arkadaşı ile Ahmed Arif’in çalıştığı gazeteye gelir. 
Öğretmen TÖS, “Türkiye Öğretmenler Sendikası” üyesidir. Ahmed Arif’e çalışmalarından söz eder.
Ahmed Arif de söz arasında “Yahu, bırakın artık böyle işleri... Doğru dürüst öğretmen olun. İş tutun, evlenin, çoluk çocuk sahibi olun” diyecek olur.
Öğretmen, “Anam gibi konuşuyorsun” deyince Ahmed Arif de “Ben bunu bir tariz, bir hakaret saymıyorum. Anan böyle konuşuyorsa kurban olayım ona... Onun da ellerinden öperim. Benim de anamdır o kadın. Hapishanecilik bir meslek değil ki yani...” diye karşılık verir.
Öğretmen, “Bak Ahmet Abi” der ve anasının yaşadığı bir olayı anlatmaya başlar:
“Hapisten çıktık, bizim evde oturuyoruz. Çay, kahve içiyoruz. İşte meyhaneye gidiyoruz geliyoruz 7-8 arkadaş... Hep birlikte hapis yatmışız... Anam, oğlum bırakın bu dedikoduları diyor. Ev-bark sahibi olun, bir işe girin. Arkadaşlardan biri bir gün, ‘Bak teyze’ dedi, ‘sana bir şiir okuyayım’. Ve senin ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ kitabını çıkardı, başladı ‘OtuzüçKurşun’u okumaya... Anam ne dedi biliyor musun: ‘Girin ulan, hepiniz hapse girin... Ben, hepinize bakarım...’ Anam ondan sonra bu olayın hikâyesini anlattı. Hem de çok daha ayrıntılı bir biçimde...”
Sözün sandığına “Tabii ben bunu dünyada düşünemezdim.” diye kilit vuracaktır Ahmed Arif...
SEVDADIR BU TEYZE...
Ahmed Arif Ankara’da tutuklanır. İstanbul’da yargıç karşısına çıkarılacaktır. Ankara’dan iki komiser ve dört polis nezaretinde yola çıkarlar. 
Ahmed Arif, “Serçe kadar canım vardı. Boğazımda kanama vardı. Hastaydım. Ekmek çiğneyemez, yemek yiyemezdim. Zaten zayıf bir çocuktum, büsbütün zayıflamışım. İşte böyle bir günde götürdüler beni...” diye o günleri anlatacaktır.
Trenle gitmektedirler. 
Kompartımanda bir teyze ile bir amca vardır. 
Amca galiba demiryolu emeklisidir. 
Polislerin kocaman tabancaları vardır, neredeyse dizlerine ulaşacak... 
Teyze ile “Koyun tüccarıyız, Erzurum’a gittik, hayvan aldık, İstanbul’da satacağız” falan diye konuşuyorlardır.
Polisin biri gazete okumakta, bir yandan da “Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı odaya bir girdi mi hali dumandır.” diye söylenmektedir
Ahmed Arif, hem polisi dinlemekte, hem ileride çekeceği işkenceyi düşünmektedir. 
Aklına Fontamara gelir, Çan Kay Şek’i öldürmek için kendisini arabanın altına atan Çen gelir. 
Çen de kendisi gibi bir felsefe öğrencisidir.
Kendisini onunla kıyaslar. 
Bu arada polisler horlamaya başlar. 
O teyze fısıltıyla bana sorar: 
“Oğlum nedir halin?”
Şimdi cevap olarak ne diyecektir? 
Siyasi dese olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz... 
Eylemci dese, sosyalistim dese... 
“O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?” diye düşünür.
Birden “Sevdadır bu teyze” deyiverir. 
Birden aydınlanır kadıncağızın yüzü... 
Ahmed Arif’i kucaklayıp öpmek ister. 
Sonrasını Ahmed Arif şöyle anlatacaktır:
“Bir sevgili, bir anne gibiydi. 
Ömrümce böyle bir anneye, bir ablaya hasret kaldım. 
Çıkınını açtı, para vermek istedi bana. 
Almadım. 
Cebimde de beş liram var. 
Keşke alsaydım, ama çok utandım. 
O da garip...
26 NİSAN 2015, EVRENSEL PAZAR

24 Nisan 2015 Cuma

GAZETECİLİK VE EDEBİYAT


Marquez, Castro ile 1968’de Havana’da...

Gazetecilik ile edebiyat arasında nasıl bir bağ var? Birbirlerini etkiliyorlar mı ya da nasıl bir ayrım bulunuyor aralarında?
Andre Gide, gazeteciliğin edebiyatı öldürdüğü kanısında…
Buna karşın, gerçek mesleğinin gazetecilik olduğunu savunan G.G.Marquez, mesela romancılıkla gazetecilik arasında bir fark görmediğini söylüyor.
Gerekçe olarak da romancılık ile gazetecilikte kaynakların, malzemenin ve dilin aynı olmasını vurguluyor.
Diyor ki: “Gazetecilikte gerçekdışı tek bir şey yazarsanız, yazınızın tamamı inanılır olmaktan çıkar. Edebiyattaysa sözünü edeceğiniz tek bir gerçek bütün yapıta inandırıcılık, meşruiyet kazandırır. Edebiyatta uygulayabileceğiniz bir gazetecilik hilesi vardır. Örneğin, gökyüzünde filler olduğunu söyleyecek olsanız, size kimse inanmaz; ama gökyüzünde 425 fil olduğunu söylerseniz büyük olasılıkla inanırlar.” (Notos Öykü, sayı: 51)
Truman Capote de kendi başına bir sanat olarak “gazetecilik” ile ilgilenmesini iki nedene bağlamakta…
“Birincisi, düzyazı ya da genel anlamda edebiyat alanında 1920’li yıllardan bu yana yeni hiçbir şeyin yapılmadığına inanmam; ikincisi de, gazeteciliğin bir sanat olarak henüz el değmemiş, bakir bir alan oluşu…”
Capote, bunun nedenini ise pek az edebiyatçının fıkra yazarlığı yapmasına, yapanların da bunu ya gezi anılarını ya da başlarından geçenleri anlatmak için bu türe başvurmalarıyla açıklıyor.
Bizim yakın geçmişimizde de edebiyat ile gazetecilik, bir anlamda iç içeydi.
Kimi edebiyatçılar gazetelerde köşe yazarıydı, kimileri gazete patronu idi.
Örneğin Necati Cumalı, bir dönem Milliyet gazetesinde maç yazıları dahi yazmıştı.
Yaşar Kemal’in roman yazmadan önce röportajlar yaptığı bilinmektedir.
40 Kuşağı şairlerinden Mehmed Kemal de uzun yıllar gazetecilik mesleğini sürdürenlerdendir.
1986’da onun “Öğle Rakıları” kitabı çıktığında anlatmıştı:
“Gazetecilik edebiyat­çılığı öldürmez, şairliği de... Ben şairliğimde, yazarlığımda ve gazeteciliğimde değişik türde bir­çok okur tanıdım. Kimi gazete­ciliğimi biliyor, şiirimi bilmiyor­du. Kimi şiirimi biliyor, gazete­ciliğimi bilmiyordu. Böyleleriyle karşılaştığımda beni iki ayrı adam sanıyorlardı. Hatta oku­muş yazmış çok kişi ile karşılaştığımda, ‘Şair Mehmed Kemal Bey akrabanız mı?’ diye soran­lar olurdu.”
Bana sorarsanız, yaşamımın neredeyse elli yılı gazetecilik yaparak geçti.
Gazetecilik, şiirimi etkiledi mi?
Diyebilirim ki, hem yararlı, hem de zararlı bir etkisi oldu.
Yararlı oldu, gazetecilik sayesinde dünyama zenginlikler katıldı.
Zararlı oldu, şiirlerimde kullanacağım malzemelerin çoğunu gazete yazılarında harcadım.
Neyse, yararı-zararı boş verin.
Gazetecilik iyidir.
Edebiyat da iyidir.
İkisi birden çok çok iyidir...

16 Nisan 2015 Perşembe

ÜLKENİN TUHAF HALLERİ...

Ülkede öyle tuhaf şeyler oluyor ki, başvurulsa “Guinness” rekorlar kitabında yer kalmaz.
Kimilerini geçen hafta gazetelerin satır aralarından ayıklayıp aktarmaya çalışıyorum.
Örneğin, 2003’te Ankara’nın Keçiören ilçesinde Türkiye’nin en yüksek kulesi olmak hedefi ile temelleri atılan Cumhuriyet Kulesi’nin 12 yıl sonra yıkılmasına karar verildi.
144 metrelik Cumhuriyet Kulesi’nin yapımı için şimdiye kadar 26 milyon harcandığı söyleniyor.
Bugüne kadar belediyelerin asli görevlerinden biri kaldırımları yaz-boz tahtasına çevirmekti.
“Yeni Türkiye”de şimdi buna kuleler de eklendi.
Peki, plansız programsız yapımına başlanan, sonra da yıkım kararı alınan bu kulelerin, binaların bedelini kim, nasıl ödeyecek?

KİTAPLIK DA KİRALANIR

İstanbul’un binlerce yıllık hafızası olarak nitelendirilen Çelik Gülersoy’un kurduğu İstanbul Kitaplığı’nın bulunduğu bina, 49 yıllığına kiraya verilmek isteniyor.
Kitaplıkta İstanbul ile ilgili son 400 yılda yabancılar ve Türkler tarafından yazılmış eserler; gravürler, haritalar, fotoğraflar yer almakta…
İstanbul sevdalısı Çelik Gülersoy bütün koleksiyonunu 1988’de kurduğu vakfın İstanbul Kitaplığı’na armağan etmişti.
“Yeni Türkiye”de artık satılacak bir şeyler kalmayınca “kiralık” dönemi başladı.
Kimi güzelim koylar bile kiraya verildikten sonra, zaten okumayan bir halkız, kitaplıklara da kiracılar bulalım da kurtulalım.

SİVRİADA’YA HEYKEL

İşte akıl buna denir.
Ülke kalkınmasını “inşaat” ile inşaya çalışan bir muhterem, “Cumhurun Başı” ile görüştükten sonra açıklıyor:
“Sivriada’ya Fatih Sultan Mehmet’in bir heykelini yapsak. Boş atıl duran ve kimsenin haberinin olmadığı ada turizm merkezi haline gelse ne güzel olur. Fatih Sultan Mehmet’in at üzerinde heykelini yapar, kavukları üstünde de yürüyüş yolları inşa ederiz.”
Gerekçesi de İstanbul’un sembol bir yapısı olmaması…
Ayrıca, böyle bir yapıyı  inşa etmeye talip olduklarını dile getiriyor.
Harika olur doğrusu...
Ankara’nın “robot”u vardı, şimdi kaldırıp yerine 40 metre büyüklüğünde bir “dinozor” konduracakmış Melih Başkan…
Düşünebiliyor musunuz, bir pazar günü Sivriada’ya gidiyorsunuz ve Fatih Sultan Mehmet’in kavuğu üzerinde yürüyüş, hatta sabah kahvaltısı yapıyorsunuz?
Bundan daha keyifli ne olabilir.
Üstelik kavukların, sarıkların revaçta olduğu bir dönemde zamanın ruhuna da pek uygun…
Bence her ilimizin, beldemizin böyle sembol yapıları olmalı…
Örneğin Van’ın Gevaş ilçesindeki “Van Gölü Canavarı” gibi…
Ama bir endişem var, bu simge yapılar gün gelir de Ankara’daki kule gibi yıkıma uğrarsa…
Aklına sahip çık oğlum…


16 NİSAN 2015, BirGün