27 Mart 2015 Cuma

HACI NÂFİ’LER YAŞIYOR!

Bizim kuşağın Kadir Abisi (İbrahim Abdülkadir Meriçboyu), bilinen adıyla A.Kadir, 1936’da girdiği Kuleli Askeri Lisesi’nin son sınıfındayken yasak kitaplar okuduğu gerekçesiyle tutuklanır ve 1938’de Nâzım Hikmet’in de yargılandığı davada on ay hapisle cezalandırılır.Hapisten çıkınca askerlik görevini er olarak tamamlar ve 1941’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girer. İki yıl sonra da ilk şiir kitabı “Tebliğ”, sıkıyönetimce hemen toplanacak ve şairi beş yıl sürecek sürgünlük yaşamına başlayacaktır. Kadir Abi de Muğla, Balıkesir, Konya, Kırşehir ve Adana’da sürgün yaşamından ancak 1947’de İstanbul’a dönebilecektir. Ahmed Arif, A.Kadir’in Kırşehir sürgününden Ankara’ya gelişini söyle anlatmıştı (Refik Durbaş: Kalbim Dinamit Kuyusu):“Şimdi, Kadir Abi var ya, A.Kadir, o Kırşehir’de sürgün... Birçok yere sürdüler onu... Hep kimsesizlikten, başka bir şey değil... Gariban adam... Bir ablası var, hemşire, başka kimsesi yok. Kadir Abi Kırşehir’den Ankara’ya gelecek... Birinin karşılaması lazım...

Tabii severek “Ben yaparım bu işi” dedim.(...) O zaman otobüs yoktu, kamyonla gelmiş... 1950’den biraz önce işte... Kadir Abi beni tanımıyor tabii... Gittim, kendimi tanıttım, “Siz Kadir Abisiniz” dedim, “benimle geleceksiniz”...Daha sonra Ahmed Arif ve A.Kadir Hergele meydanına gidecekler, A.Kadir’in deyişi ile “çingene” Niyazi Akıncıoğlu onları beklemektedir çünkü..Hapishaneler misali “sürgün”ler de şairlerde, yazarlarda derin izler bırakır ve bunlar bir biçimde yapıtlarına yansır. Bu anlamda zengin bir sürgün edebiyatımız var, denilebilir. Nitekim Kadir Abi’nin Kırşehir sürgününde yaşadıkları elbette dizelere dökülecektir. İki şiirini unutamıyorum: Biri “Hoş Geldin Halil İbrahim”, öteki ilk kez 1962’de kısa bir süre yayımlanan “Büyük Gazete”de okuduğum “Bir Kayısı Ağacı”...İki şiirin de ortak kahramanı köylü İbrahim ile bir kayısı ağacı...
Kadir Abi, “Bir Kayısı Ağacı”nda köylü İbrahim’in yol vergisini ödeyemediği için ailesinin besin kaynağı tek kayısı ağacının nasıl altı liraya odun olarak kesildiğini anlatır. “Hoş Geldin Halil İbrahim”de ise gurbete çıktığı için ürünü sahipsiz kalan İbrahim ve köylülerinin mallarına bir ağanın el koymasını resmedecektir. Çünkü kötü zamanlardır; herkes neyi var, neyi yoksa satıp savmıştır. Şiir şu üç dize ile sona erecektir:“Hepsinin Hacı Nâfi oturdu, Halil İbrahim, hepsinin Hacı Nâfi oturdu mülkiyeti üstüne.”
Bugünlerde de aynı “kötü zamanlar”ı yaşamıyor muyuz? Üstelik bir değil, kaç Hacı Nâfi’miz oldu?Kimi kentleri parselleyip sattı, kimi dereleri HES’lere pazarladı. Say sayabilirsen, haraç mezat satılmadık neyimiz kaldı? Bakmayın bugün Hacı Nâfi’lerin kavga ettiğine, bunlar yarın “kavga”yı bile semt pazarlarında satışa çıkarır.

26 MART 2015, BirGün


20 Mart 2015 Cuma

SAİT FAİK KİMİ TOKATLADI?

Ülkemizde ilk Balzac çevirmenlerden, araştırmacı yazar Şerif Hulusi, 1930’lu yıllarda Şehzadebaşı’nda bulunan bir “Halk Kıraathanesi”nden söz eder.
Karşılıklı iki duvarı da aynalı bir kıraathanedir burası...
Duvar diplerindeki peykelerde oturan müdavimler, kendilerini aynalarda seyreder ve Şerif Hulusi’nin deyişi ile  “her gün biraz daha eridikleri kuruntusuna kapılırlar”...
Kahve ocağı dört-beş basamakla çıkılan sofanın sağındadır; solunda ayakyolu, ortada ise büyük bir briç masası bulunur.
Briç masasının baş oyuncularından biri operetçi Muhlis Sabahattin’dir...
1001 Gece denemelerinin nakış ustası Salâh Birsel, “Kahveler Kitabı”nda Şerif Hulusi’nin tanıklığı ile Sait Faik’in gençliğinde yaşadığı bir kumar olayını anlatır:
Bir kış günü pokerci Abdullah Bey, “Halk Kıraathanesi”ne uzun boylu bir gençle gelir.
Bu genç, Sait Faik’tir.
Az sonra psikoloji ve felsefe alanındaki çalışmaları ibe bilinen Mustafa Şekip Tunç’un kardeşi Münip Bey de damlar kahveye.
Pencere yanındaki bir masada dört kişi pokere otururlar.
Şerif Hulusi oynamaz.
Ama Sait’in yanında onları seyretmektedir.
İyi kâğıt geldiği zaman Sait gizlice Şerif Hulusi’nin bacağını çimdikler.
Sait hem poker oynamakta, hem de arada bir cebinden bir stafilina (bir çeşit rakı) şişesi çıkarıp dikmektedir.
O akşam Sait çok ütülür.
Bir ara Şerif Hulusi’nin kulağına:
“O yandaki hergele ile öteki, kâğıt düzüyorlar!”
Turlara gelindiğinde Sait adamakıllı içeri girmiştir.
Bir ara şöyle bir kıpırdanır.
Münip Beyin bileğini yakalar, sonra da suratına da tokatı şaplatır:
“Seni eşşoğlu eşşek! Kâğıt düzmek ha!”
Sait bir yumruk daha atar.
Tokat üzerine ayağa kalkmış olan Münip Bey yeniden iskemlesine yıkılır.
Kahvede bir suskunluk.
Sait yaptığından utanmıştır.
Dağılan saçlarını düzelttikten sonra sofaya doğru ağır ağır ilerler.
Muhlis Sabahattin’in önünden geçerken selam verir, kendisini özürlü göstermek için de:
“Onun yaptığını size yapsalar yutar mıydınız?”
Muhlis Sabahattin elindeki kâğıtları masanın üstüne bırakmıştır.
Öfkesi nedeniyle gözünden düşen monoklunu yeniden sol gözüne yerleştirir:
“Ulan hıyar, hilesiz kumar olur mu?”

*26 Şubat 2015te bu köşede çıkan Şairin Tokatı başlıklı yazının devamı...

19 MART 2015, BirGün


15 Mart 2015 Pazar

“İNCE MEMED”İN SERÜVENİ...

Ellili yılların başları... Falih Rıfkı Atay’ın başyazarı olduğu “Dünya” gazetesinde, Bedii Faik’in odasına bir gün, “Doğru sana geldim baba” diyerek bir genç girecek ve masanın üzerine “koskocaman, şişkin mi şişkin” bir zarf koyacaktır.
Ardından da ekleyecektir:
“Al bu senin, Cumhuriyet’ten çekip alıyorum, sen yayımla!”
İşin aslı ise şöyledir:
Genç, “Röportaj yazarlığı da yaptığı gazetede tefrika olması kolaylığına  uygun düşmesi için” bir macera romanı yazmıştır. Hiçbir edebi iddiası yoktur. Peyami Safa’nın “macera” romanlarına koyduğu “Server Bedii” misali, bu romanını kendi adıyla değil de “nam-ı müstear”la yayımlamak istemektedir.
Fakat, o zamanlar Cumhuriyet gazetesinin yayın yönetmeni Cevat Fehmi Başkut, ki o da özellikle tiyatro oyunlarıyla tanınmıştır, romanın başındaki yirmi sayfa tutan upuzun girişi sıkıcı bulduğundan, bu bölümün çıkarılması koşuluyla romanı yayımlamak istemekte, genç yazar ise buna razı gelmemektedir.
Bu yüzden de romanını Bedii Faik’e getirmiştir ve “Dünya”da yayımlamak istemektedir.
Bedii Faik gence, önce neden romanını takma ad ile yayımlamak istediğini sorar. Gencin yanıtı ilginçtir: “Okuduğun zaman sen de göreceksin ki tam bir macera romanıdır bu…”
Bu “macera romanı”nın genç yazarı Yaşar Kemal’dir.
Ve Bedii Faik, romanı alıp evine götürür.
Bir gecede de okur...
Bedii Faik, gerçekten de ilk sayfalarını Cevat Fehmi’ye hak verecek derecede sıkıcı bulur. Ama okudukça Yaşar Kemal’in kendisine bu kadar haksızlığı ve tersliği nasıl yapabildiğine de şaşar...
Ertesi gün de romanı aldığı gibi Cumhuriyet’te, Nadir Nadi’nin kapısına dayanır. Olan-biteni anlatır ve der ki:
“Ben Yaşar Kemal’i bu romana imzasını koyması için ikna edeceğim, sen de Cevat Fehmi’ye söyle romanın baş tarafını atmadan tefrika etsin.”
Birkaç gün sonra da roman Yaşar Kemal imzasıyla ve hiç kısaltılmadan Cumhuriyet’te yayımlanacaktır.
Yaşar Kemal’in “macera” romanı diye nitelediği bu roman, bugüne kadar kırk dile çevrilmiş olan “İnce Memed”dir.
Anılarda yanılma payı olabilir mi? Neden olmasın?
Bedii Faik’in “Matbuat Basın derkeen Medya” kitabında anlattığı bu olayda yanılma payı olsa da “İnce Memed” Türkçemizin gerçekten çok önemli başyapıtlarından biridir.
Yaşar Kemal de “İnce Memed”in yayımlanışının 50. yılı dolayısıyla, 2003’te Doğan Hızlan’a romanı yazış sürecini anlatacaktır.
O yıllarda Cumhuriyet gazetesinde çalışmaktadır. Serencebey’de sobalı bir evde oturmakta ve odun alacak parası yoktur. Bir kaç ceketi üst üste giyer, eldivenlerle yazar romanı. Bu sırada “Hayat” dergisine “Iraz” adlı öyküsünü verecek ve 50 lira alacaktır. Bu para da bir aylık odun parası olacaktır.
“Nam-ı müstear”lık  olayı “İnce Memed”in değerinden hiçbir şey eksiltmemiştir kuşkusuz.
Bugün de hâlâ okunması, değerinin kanıtıdır çünkü...
Ama bir gerçek var ki, dünün “matbuat” dünyasında “edebiyat” önemli bir yer tutmaktaydı. “Köşe”ler gazeteci-yazıcılardan çok; şair, romancı, hikâyeci, yani gerçek edebiyatçılar tarafından istila edilmişti adeta... Gazete yönetimleri, yine edebiyatçıların elindeydi. Maç yazılarına dahi, futbolu bırakmış eski oyuncuların yanında edebiyatçılar da imzalarını atardı mesela...
“Medya”nın bugün düştüğü güvensizlik bunalımında edebiyatı dışlamasının hiç mi rolü yok?

12 MART 2015, BirGün


5 Mart 2015 Perşembe

TÜRKÇEM BİTTİ, YANMIŞIM

Doksanlı yılların sonlarında Adana Seyhan Belediyesi’nin davetlisi olarak bir grup yazar ve gazeteci ile Yaşar Kemal’in köyü Hemite’ye gitmiştik. Ünlü yazarımızın köyünü ziyaretimizin asıl amacı, Metin Deniz’in yapacağı heykelinin yerini tespit etmekti.
Hemite, Anavarzaların eteğinde küçük bir köy. Köyün ortasından suyu kurumuş bir çay geçiyor: Hemite çayı…
Yamaçlarındaki küçük tepelerin üzerinde, çakır dikenleri arasında birkaç inek otlamakta…
Bu sırada Yaşar Kemal’e sormuştum:
“Yaşar abi İnce Memed’de, Demirciler Çarşısı’nda sayfalarca anlatıyorsun, Anavarzalar’dan bir sel koptu, Hemite taştı, Meryemce sularda sürüklendi, diye. Her önüne kattığını silip süpüren bu küçücük dere mi? Bu tepeler mi çakır dikenlerinin savrulduğu o heybetli dağlar?”
Yanıtını Oktay Akbal vermişti:
“Sen bu gördüğüne inanma, Yaşar Kemal’in yazdıklarına inan. Romancı muhayyilesi yanılmaz.”
İşte o “muhayyile” idi yerelden evrensele gidiş yolunun kilometre taşlarını döşeyen...
Yaşar Kemal doğaya da, insana da bir candan arkadaşı, bir öz kardeşi gibi bakıyordu çünkü...
Bir konuşmamızda şöyle demişti:
Çukurova, benim doğduğum topraklar olduğu kadar, benim romanlarımın da toprağıdır. Ama doğduğum toprak ayrıdır, yarattığım toprak ayrı. Bir şey daha var: İnsa­noğlu ne kadar doğayla zenginleşir­se, hayal gücü artar, imajinasyonu çok daha genişler. Onun için Çuku­rova, benim düşlerimin Çukurovası’dır. Gerçek değil mi? Elbette gerçek...”
Bir tevazu timsali idi.
70’li yılların başlarında Basınköy’de oturuyordu. Yazdıkları kırk dile çevrilmiş, bir çok ödül almış bir büyük yazarı kimi günler, ya Taksim’e, ya Cağaloğlu’na gitmek için belediye otobüsünün arka sahanlığında görmek mümkündü.
Bu, onun için çok doğaldı. Çünkü anlattığı insanlar gibiydi.
Ayrıca hiç de tarafsız değildi, bir dünya görüşünün adamıydı. Yüreği hep solda attı; ezilenin, çaresizin safında yer aldı.
Zeki, esprili idi; kahkahası Anavarzalardan kopan yel gibiydi.
Bir gün Aziz Nesin ile karşı karşıya dururlar…
Söz kitaplardan açılır. Aziz Nesin, yazdığı kitapların yüze ulaştığını söyleyecek ol­ur...
Yaşar Kemal, hemen sözün önünü keser:
“Senin yüze yakın ki­tabın var, ama boyun benden kısa olduğu hal­de boyunun yarısı kadar. Ben ise 36 kitap yazdım, üst üste koyduğumuzda benim boyumu geçiyor.”
Aklını kurcala­yan bir düşünü de şöyle ifşa etmişti:
“Bir niyetim var. Sadece ve sade­ce bir akarsuyu yazmak istiyorum. Onun trajedisini yazmak istiyorum. Elli yıldan fazladır ki, aklımda bu...”
Ve debisi yüksek uzun bir akarsu gibi gelip geçti dünyamızdan...
Kaç gündür bir şiirimin adı düşmüyor dilimden:
“Türkçem bitti, yanmışım.”


05 MART 2015, BirGün