31 Ocak 2013 Perşembe

OĞLUMU OCAĞA VERMEM


Zonguldak - Basto­nunu dizlerinin arasına sıkıştırıp iki elini göğsünde kavuşturuyor. Gözlerinin sür­mesi gençlik günlerinin bir armağanı...
Adı Recep Gökyer. Adatepe’nin eskile­rinden. Köye bir “yabancı”nın uğradığını duyunca yatağından kalkıp gelmiş.
Tek oğlu Mehmet Gökyer, Kozlu’da ocakta kalmış. Adatepe bu kazada 19 “şehit” vermiş. Mehmet Gökyer de 11 arka­daşı ile ocakta kalanlardan.
Recep Gökyer de oğlu gibi madenci. “Yaş kaç baba” diyorum.
“Tevellüt 337” diyor, “71 yaşına mı gel­dim, var sen hesap et.”
Recep Gökyer 1938’den, kendi deyişiyle 1976’nın ikinci ayına kadar madende ça­lışmış. 1959 yılına kadar yeraltındaymış, bu tarihten sonra da yerüstünde. Önceleri kazmacı, yerüstüne çıkınca nakliye işine vermişler.
“Sizin zamanınızda da böyle kazalar olur muydu?”
“Böyle grizu olmazdı” deyip derinlere dalıyor. “Bir tanesini hatırlıyorum, 17 işçi ölmüştü. Mühendislerde, başçavuşlarda bir gaz lambası vardı, onunla ölçerlerdi grizuyu. Benzinle ça­lışırdı. Ocakta gaz artarsa lam­banın fitili alevlenmeye başlar­dı, mavi bir alevle...”
Oğlu Mehmet daimi işçiymiş. 1961 doğumluymuş. En büyü­ğü 10 yaşında beş torunuyla şimdi baş başa Recep Gökyer.
“Ben gerçi onun gününe er­mem ya, torunum da madende çalışacak” diye sürdürüyor söz­lerini. “Cenabı Allah onun alnı­na yazdıysa o da madenci olur.”
Recep Gökyer’i kahvede kendi başına bırakıp Adatepe’ye cenazesi gelen Tahsin Karayanık’ın evine gidiyorum.
Kapının önünde karısı Ha­tice’nin “ah, ah” feryatları geliyor.
Hatice, kapı önünde karşılıyor bizi. Çevresinde çocukları İsmail, Hasan, Özen, Mustafa ve adını söylemediği iki kızı.
“Çocuklar” diyorum.
Daha sözümü bitirmeden ya­nıtlıyor:
“Çocuklarımı kesinlikle ma­dene vermem. Okusunlar iste­rim, ama okutmak kolay değil. Nasıl gücüm yetsin bunlara?”
Geldiğimiz yoldan dönüyo­ruz. Tepelerden aşağı indikçe kar hız kesiyor. Köyden çık­mak üzereyiz ki sağımızda me­zarlık beliriyor. Mezarların üzerinde bir karış kar. Daha ötede belli belirsiz Eğerci’nin kavakları...
Üç mezar yan yana. Başla­rında birer tahta parçası. Arabadan inip tükenmez kalemle tahtalara yazılanları okuyo­rum:
Tahsin Karayanık D: 1951, Ö: 1992.
Muhammet Karayanık D: 1960, Ö:1992.
Nevzat Karayanık D: 1952, Ö:1992.
Üçü de dün yeraltının “kara” karanlığından, bugün yerüstü­nün “beyaz” aydınlığında. Üçü de oradaki gibi şimdi burada da yan yana...       
***
Bu yazı 21 yıl önce, 11 Mart 1992’de Cumhuriyet’te yayınlandı. O tarihlerde Kozlu’da meydana gelen göçükte 263 işçi hayatını kaybetmişti. Son altı yılda maden kazalarında ölenlerin sayısı ise 132.
Ve geçenlerde sekiz madenci daha...
Yazıda adı geçenlerin yerine yenilerini yazın, hiçbir şeyin değişmediğini göreceksiniz ve tabii alınyazısının, bir de madende çalışmaya hükümlü olmanın...
Eğer 20 yıldır, 40 yıldır alınyazına mahkumsan, hiçbir şeyi değiştirmiyor, bunun için küçük bir çaba harcamıyorsan, Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Kabahat biraz da senin değil mi?” canım kardeşim...

31 OCAK 2013, BİRGÜN

Hiç yorum yok: