25 Ocak 2013 Cuma

YANGIN İÇİN NEDEN Mİ YOK?


Gökdelenler ile kuşatılan İstanbul’da her geçen gün bir ahşap konak, tarihi bir bina yangına kurban veriliyor. Geçen gün de Beşiktaş Çırağan’da Galatasaray Üniversitesi’nin saray yavrusu ahşap binası yandı.
İstanbul’un 1800–1920 arasında büyük yangınlar geçirdiği, bir de 1894 yılında minareleri dahi uçuran bir büyük deprem yaşadığı bilinir.
Neredeyse tamamı ahşap evlerle dolu İstanbul’da o yıllarda deprem, takdiri ilahi; yangınların sorumluları ise mangal, soba, patlıcan ve ütüdür.
“Mangalı, sobayı anladık da, patlıcan nereden çıktı?” diyenlere yanıt, eski bir İstanbul tekerlemesinde saklı:
“Patlıcan mevsimi gelince, İstanbul’da deliler ile yangınlar çoğalır.”
Tekerlemenin açıklaması ise içeriğinde…
Demek isteniyor ki, patlıcan mevsimiy­le birlikte çokça kullanılan kızartma tavalarının devrilmesi sonucu parlayan ateş, yangınlara neden olur; bu mevsimde sıcakların artmasıyla ruhsal dengeleri bozulan İstanbullular da, başlarına huni geçi­rerek sokakları doldururlar...
Yangınlarda ütünün rolü, patlıcana göre daha belirgindir. Çünkü eskiden ütü, içine kor halinde kömür konularak kızdırılırdı. Kömürün gerek mangalda hazırlanması, gerek ütünün içine konulması sırasında ise kazalar olur ve bu da yangınlara yol açardı.
Benim de böyle bir dökme ütüm vardı. Üniversiteye gelirken ne olur olmaz, elektrik kesilirse kullanırım diye annem kitaplarımın arasına koymuştu.
Annem içine mangal kömürü koyarak ütü yaparken ben kolayını bulmuştum.
Ütüyü yine o yıllar onun kan kardeşi diye niteleyebileceğim “sarı” gaz ocağının üzerinde kızdırır, öyle ütülerdim pantolonumu, gömleğimi...
O ütü, daha sonra elektrikli ütüye yenik düşünce, bir süre de pencere içinde büyüttüğüm fesleğenlere ev sahipliği yaptı.
Sonra da solan fesleğenler misali hayatımdan çıktı gitti.
Yaşasaydı, şimdi antika eşyalar arasında duracaktı bedeni...
Eşyalar da bakılmazsa zamana yenik düşüyor çünkü…
Bir yangın öyküsünü de Eveline Sint Nicolas, “Lale Devri’nin Bir Görgü Tanığı: Jean-Baptiste Vanmour” kitabında yer alan “Lale Devri İstanbulunda Bir Büyükelçi” başlıklı yazısında anlatır.
Öykü, Batı’ya açık tavrıyla bilinen Sultan III. Ahmed’in saltanatı (1703-1730) döneminde, bir başka deyişle “Lale Devri”nde geçmektedir.
Calkoen, Hollanda Büyükelçisi olarak İstanbul’a gelmiştir. Padişahın huzuruna çıkar ve kimileri Hollanda’dan getirilmiş, kimileri de yolda Paris’ten ya da İstanbul’dan alınmış armağanlar sunar. Eveline Sint Nicolas, bu armağanları şöyle sıralıyor:
“Rengârenk ve en yüksek kalitede Felemenk ipliğinden dokunmuş saten ve kadife yelekler... Geniş ve çok zarif kristal bir dolap, içinde kumaştan yapma çiçekler bulunan iki gümüş filigre vazo, pahalı kokulu yağlar içeren küçük bir dolap, on ayak uzunluğunda bir teleskop, içinde dört adet gözlüğün bulunduğu çok güzel işlenmiş bir kutu ve her türlü şekerlemeyle dolu on iki porselen kap...”
Şimdi dikkat buyurun...
Sunulan armağanlar arasında bir de Amsterdam’da Jan van der Heyden tarafından icat edilmiş yangın söndürme aygıtları bulunmaktadır...
Eveline Sint Nicolas, “Bu aygıt” diyor, “yangınların harap ettiği bunca ahşap evin bulunduğu bir şehirde çok makbule geçen bir donanımdı.”
Bir “kristal dolabı”nın kapağını günde otuz kez açıp kapayarak eğlenen padişah ve tabii çevresi, başkent başta olmak üzere ülke için bunca gerekli bir aletten ilgilerini esirgeyeceklerdir.
Yangınlara aşina bir kent için kurtuluş reçetesi olabilecek bir aletin bir “kristal dolap”dan daha değersiz görülmesini nasıl izah edeceğiz?
***
Geçirdiğim ağır kanama nedeniyle yattığım Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servis ve Gastronomi Bölümü doktor ve sağlık çalışanlarına, kan vermeye koşan, çeşitli iletişim araçlarıyla sağlık dileklerinde bulunan arkadaşlarıma, dostlarıma, sevenlerime teşekkürü borç bilirim.

24 OCAK 2013, BİRGÜN

Hiç yorum yok: