21 Ocak 2012 Cumartesi

ECELİYLE ARKADAŞ OLMADI

Ne zaman yüzünün gölgesi,
anılarımın aynasına sûretini aktarsa
bir “gülümse” ile bezeniyor o yüz…

O “yüz” ile iki kez yüz yüze geldim?

İlkinde bir resim sergisinde, ayak üstü
şiirden konuşmuştuk, halkların kardeşliğinden
dünyada ve ülkemizde savaş ve barıştan
insanın hallerinden, muhabbetten…

“Gülümseme”si ile donatmıştı kelimeleri
onun söyledikleri onda kaldı

“Bir daha görüşmek üzere”
benim sözlerim bende kaldı

“Bir daha görüşmek” hangi baharında
hangi yazında kışında hayatın?

O gündü işte, o lanet timsali gün:

İstanbul’un bedenine dar gelen fırtınalı bir gökyüzü...
Gölgesini Boğaziçi’nin gri sularına düşürmüş
üç-beş parça bulut,
yağmura küsmüş, kışın karına ayazına da…

Lodosun, yalancı kış baharının etkisiyle
çiçeğe durmuş ağaçlara vuran sesi,
kaybolup gidiyor Halaskârgazi caddesinin trafik dehlizinde…

Taşıtların gürültüsü, boğuyor caddenin bedenini...

O an donup kalıyor gökyüzünün mavisi bir silah sesiyle…
lodosun sürüklediği bulutlar ve kuşlar donup kalıyor…

Hayat ve ölüm donup kalıyor yaşama sevincinin gölgesinde...

Artık “zaman” kavramının bir anlamı yok.
ölümün anayurdu da…

Yerde dört mermi kovanı…

Başının aydınlığında
o kurşunların kör karanlığı…
yerde bedeni…

Dört kör kurşun:
Biri demokratlığına,
biri aydın kişiliğine,
biri insan severliğine,
biri cesaretine…

“Artık gemiler geçmeyen o ummanda”
son yolculuğuna çıkarken
“Size bir hikâye anlatmak istiyorum.” diyor:

“Yıllar evvel Sivas’tan yaşlı bir Türk beni aradı,
köylerinde bir Ermeni kadının öldüğü söyledi.
Tehcir sonrası Sivas’tan Fransa’ya gitmiş
ama sık sık köyünü ziyaret ediyormuş.
On dakikada yakınlarını buldum ve durumu anlattım.
Kızı bana annesinin zaman zaman
Türkiye’ye gelip doğduğu köye gittiğini anlattı.
Kızı Sivas’a cenazeyi almaya gitti ve beni telefonla aradı.
Ona, ‘Ne yapacaksın, cenazeyi götürecek misin?’ diye sordum,
ağlamaya başladı.
‘Annem burada kalsın, su sonunda çatlağını buldu’ dedi.
O günlerde Cumhurbaşkanı Demirel,
‘Ermenilere üç çakıl taşı vermeyiz’ diye bir laf etmişti.
Ben de bu kadının öyküsünü yazdım
ve dedim ki; biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var, doğru.
Ama merak etmeyin, alıp gitmek için değil,
bu toprakların gidip dibine girmek, orada ölmek için!”

Ülkesini seviyordu, bir daha dedi:
“Ben bu ülkede Türkler ile birlikte yaşıyorum.
Onların yüzüne utanmadan bakabilmeliyim.
Kendimi anlatamazsam,
onurlu davranmam gerektiğini düşünüyorum:
Doğduğum, büyüdüğüm topraklardan,
vatanımdan, ailem ve çocuklarımla birlikte uzaklaşırım...”

Ama, asla ülkesini terk etmedi.

Ben de şöyle demiştim bir şiirimde:
“Kimse bilmesin benden başka
nerede nasıl niye öldüğümü
ecel, hiç arkadaşım olmadı çünkü…”

Ecel, Hrant Dink’in de arkadaşı değildi
ölümün anayurdunda şimdi bedeni…

Onun söyledikleri bende kaldı
benim sözlerim onda kaldı

Anıları düştükçe yadıma
daha sık görüşüyoruz şimdi…

***
Sevgili Hrant Dink’in mel’un ellerce hunharca aramızdan ayrılmasından sonra yukarıdaki şiiri yazmıştım. Bugün cinayetinin ardından beşinci ölüm yılı… İki gün önce de beş yıldır süren mahkeme safahatı son buldu. Ne yazık ki Hrant Kardeşin vicdanı karşısına karanlık güçlerin aracı olarak bir “hayal” koydu. Haydi şimdi de “Yetmez ama evet” deyin, gerçekti işte “hayal” oldu…

19 OCAK 2012, BİRGÜN

Hiç yorum yok: