25 Mayıs 2017 Perşembe

ÜDEBANIN AHBAP ÇAVUŞLARI

Halit Fahri Ozansoy’a göre Kadıköyü’nde “birbirini tamamlayan ve birbirini hatırlatan” edebiyatçılar ikamet etmektedirler. (Edebiyatçılar Geçiyor: Dergâh Yayınları)
Ozansoy, bu edebiyatçıları şöyle eşleştirmektedir:
Reşat Nuri ile Mahmut Yesari, Ömer Seyfettin ile Ali Canip, Ahmet Haşim ile Haşim Nahit, Kütüphaneci Cevdet ile Cemil Sena ve Fahri Celal ile Reşit Paşazade Âkif…
Örneğin Mahmut Yesari, bulutun da içkinin de beyazını sevmesine karşın, Reşat Nuri’yi kırmamak için her gün “üstü pullu ince kadeh”le çay içmeyi göze almaktadır.
Buna karşılık Reşat Nuri nargile içmezken Yesari’nin hatırı için nargileye alışacak, Kadıköyü’nde Acemin Kahvesi’nde ikisi de marpucu ellerinden bırakmayacaklardır.
Fakat bir süre sonra Yesari ortadan kaybolunca, Reşat Nuri nargileyi bırakacak ve dudaklarından sigarayı eksik etmeyecektir.
Ömer Seyfettin ile Ali Canip “sanki doğdukları ve ilk kundağa girdikleri günden beri” canciğer kardeştirler.
 Ömer Seyfettin ile Ali Canip’in 1910-1912 yılları arasında Selanik’te 33 sayı çıkan “Genç Kalemler” dergisinde başlayan arkadaşlıkları daha sonra İstanbul’da da devam edecektir.
Ahmet Haşim ile Haşim Nihat, arkadaşları arasında biri “Haşim-i Aruzi”, öteki “Haşim-i Hecai” adlarıyla bilinmektedirler.
İkisi de Iraklı Türk’tür.
Haşim sürekli âşıktır, Nihat ise âşık adayı…
İkisinin de ortak özelliği zaman zaman arkadaşları ile dargın durmaları…
Haşim Nihat, sadece küserek ve tepesi topuzlu bastonunu avucunda sıkarak gidecek, ama ertesi gün yüzünde gülümsemeyle arkadaşlarının karşısına çıkacaktır.
Ahmet Haşim ise arkadaşlarıyla kimi gün dargın, kimi gün barışık bir yaşamı sürdürecektir.
Ahmet Haşim ayrıca geçimsizliğiyle de ünlüdür.
Evlerinde pansiyoner olarak kaldığı Rum ve Ermeni madamlarla geçinemeyecek, sık sık mekân değiştirecektir.
Pansiyon geçimsizliği Haşim Nihat’ta da vardır.
Ozansoy’a göre ikisinin de sadece evlerini ve odalarını değiştirme usulleri farklıdır.
Ahmet Haşim bavulunu kendisi alıp yola çıkarken, Haşim Nihat ise ev dönüşünde bavulunu, eski potinleri ve terlikleri ile kapının eşiğinde bulacaktır.
Yakup Kadri de “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”nda (İletişim Yayınları) Ahmet Haşim’in kırgınlarından söz etmektedir.
Yakup Kadri’ye göre Haşim, “Çıkmaz Sokak” yazarı Şahabettin Süleyman’a değer vermemekte, hatta yazılarından tek satır okumadığı için övünmektedir.
Bu durum Fecr-i Âti şairleri için de söz konusudur.
“O, yazdığı şiirler bakımından değilse bile, kafası, yüzü, giyinişi, tavır ve hareketleri bakımından kendisini de beğenmez ve bundan dolayıdır ki, uzun süre ortalıkta görünmekten kaçınmıştır.”
Nerede bulunur? Adresi nedir? Kimse bilmemektedir.
Özel yaşamına ilişkin bilinen tek şey, Reji Şirketi’nden küçük bir memur oluşu…
Yine Yakup Kadri’ye göre Haşim’in kırgınlıkları uzun sürmezdi.
Örneğin bir “galat-ı hilkat”te çevirdiği Süleyman Nazif’i, gün gelir edebiyat bahçesinde “muhteşem bir çınar”a benzetecek, kendisine en büyük düşman saydığı Yahya Kemal ile canciğer dost olabilecektir.
Haşim’in Falih Rıfkı ile ilişkileri bu minval üzredir.
Falih Rıfkı’ya yazdığı bir mektupta “Düştüğüm kuyunun karanlığından başımı uzatıp baktığım zaman görebildiğim yegâne ümit yıldızı sensin!” diye seslenirken, kısa bir süre sonra “Cibali imamının oğlu” lakabını takacaktır.
Kıssadan hisse: Üdebanın ahbaplığına da, kırgınlıklarına pek karışmamak gerek. Elbet bir bildikleri vardır.

25 MAYIS 2017, BirGün



20 Mayıs 2017 Cumartesi

RESMİN 150 YILLIK TARİHİ

İzmir FOLKART Gallery’de açılan “Türk Resminin Köşe Taşları” sergisinde geçmişi 150 yıla dayanan, Şeker Ahmet Paşa’dan Zekai Ormancı’ya Türk resminin tarihini okumak mümkün.
Sergi ayrıca ressamların yapıtları eşliğinde Türk resim tarihine bir yolculuğu da işaretliyor.
Bir başka deyişle sergi klasik, modern, postmodern gibi resim akımlarının buluşma noktasını oluşturmakta…
Evrim Altuğ, geçenlerde yitirdiğimiz resim eleştirmeni Kaya Özsezgin anısına adadığı “Burası Türkiye Tuvalleri, Şimdi Renkleri Veriyoruz” başlıklı kapsamlı yazısında, Türk resminin geçirdiği merhaleleri saptarken şu tespitte bulunuyor:
“Sergiye sanat ve tarihsel bir bakışla yaklaşacak olursak, etkinlik Akademik resimden Osman Hamdi kuşağına, romantizmden Çallı/1914 kuşağına, izlenimcilikten müstakiller grubuna, konstrüktivist imzalardan yeniler grubuna, halk sanatı üyeleri, figüratif fırçalarına ve yeni dışavurumcu, postmodern tavır gözeten sanatçılara uzanan bir değişkenlik yansıtıyor. Serginin meziyetlerinden biri, bol sayfalı politik, mimari, estetik ve sosyolojik tarih kitabının yaprakları arasına konulmuş birer eski çiçek misali çalışmaların, artık aramızda olmayan sanatçılara ‘kaldığımız-olduğumuz yeri’ unutturmamak üzere biçtiği, o kadirşinas ‘ayraçlık’ hali.”
 Sergide kataloğunda yer alan ressamların hayat hikâyelerini ben yazdığım için yakından biliyorum, Bedia Güleryüz, Ahmet Bedri gibi bugün resimleriyle var olan, fakat yaşamları hakkında yeterli bilgi bulunmayan ressamların hatırlanması ise bir vefa örneği…
Ayrıca bu önemli projeyi hayata geçiren Fahri Özdemir ile küratör İlkay S. Deniz’i de kutlamak gerek.
Bu önemli sergiyi görebilmek için ay sonuna kadar vaktiniz var.
Aşağıda “tadımlık” olarak birkaç ressamın anıları da rehberiniz olabilir.
*
Ressam Elif Naci ile Peyami Safa, Vefa Lisesi’den arkadaştırlar. Lisenin resim öğretmeni Şevket Dağ, edebiyat öğretmeni ise İbrahim Necmi Dilmen’dir.
Peyami Safa, güzel resim yapar ve Şevket Dağ’dan hep on alır, Elif Naci ise altı… İbrahim Necmi ise Elif Naci’ye on verir, Peyami Safa’ya da altı…
Elif Naci, liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirecek, bu arada ressam İbrahim Çallı ile birçok gün ve gece içki masasını paylaşacaktır. Hatta içkide hocası Çallı’dan aşağı da kalmayacaktır.
Bir gün dostları, “Elif Naci’nin Çallı’nın öğrencisi olduğu belli, maşallah iyi içiyor” deyince Çallı şöyle diyecektir: “Vallahi ben ona resim yapmasını öğrettim, o rakı içmesini öğrenmiş, ne yapayım!”
*
Cihat Burak ile Fikret Otyam, Kadıköy’de bir meyhanede içerler.
Burak, içkiyi biraz fazla kaçırmıştır. Otyam, bir taksiyle evine götürmek ister. Burak, bir süre sonra Otyam’a şöyle diyecektir:
“Siz kimsiniz, ne işiniz var benim yanımda; şoför bey indirin bu adamı!”
Otyam şaşkına dönmüştür, “Cihat abi, ben Fikret Otyam” derse de Burak’ı inandıramaz.
Durmadan, “Tanımıyorum sizi efendim, ininin lütfen efendim!” demektedir. Şoför, ne yapacağını şaşırmıştır.
İnersin, inmezsin tartışmasıyla güç bela evine bırakırlar Cihat Burak’ı… 
*
Rıfat Ilgaz da 1953 yılında yayımlanan “Devam”da yer alan sekiz bölümlük “Mangal” şiirinde Nuri İyem’le bir macerasını anlatır.
Recep Usta’nın Rumeli yapısı bir mangalı vardır. Nuri İyem’in anası yakar mangalı... Mangal “kış gecelerinde tandır, yaz günlerinde ocak”tır.
Bir gün ana hasta olur, ama ilaç parası nerede? Nuri İyem de bir “mangal” resmi yapmıştır. Reçeteler ellerinde kalınca resmi pazara götürürler. Satamazlar, çünkü “mangal”ın resmi değil kendisi para etmektedir...
Ve mangal bakır fiyatına gidecektir.
*
D Grubu’nun dördüncü sergisi Saray Sineması yanındaki Galatasaraylılar Kulübü’nde açılır. Sergiye girmek için büyükçe bir apartman kapısı vardır. Bu kapının camları üzerine sergi kataloglarından bir kaç tanesi yapıştırılır.
Bir süre sonra sergiye katılan bazı ressamlar apartmanın kapıcısı tarafından aranacaktır: “Bu kapının üzerindeki resimleri derhal kaldırın!”
Ressamların şaşkınlığını görünce ekleyecektir: “Burada aile oturuyor.”
Apartmanda oturanların ahlakını bozacağından korkulan şey, D Grubu’nun minnacık kataloğundaki yine minnacık bir çıplak resimdir.
Ve resim kaldırılır.
Ama o sırada apartmanın kapısı üzerinde iki insan büyüklüğünde, Amerikalı bir şehvet yıldızının çıplak baldırları sallanmaktadır.

18 MAYIS 2017, BirGün


11 Mayıs 2017 Perşembe

AHMED MİDHAT’IN AŞKLARI…

Ahmed Midhat tarihimizin en üretken yazarlarından biri. Kartvizitinde neler yok: Gazeteci, roman yazarı, tarihçi, tiyatrocu, felsefeci, mütercim, matbaacı, mürettip, makinist, memur, öğretmen, eğitimci, müderris, profesör, işadamı, hatta aynı zamanda bir çiftçi…
Yazarlığı ve öteki başarılarının yanı sıra 1.83 boyu, mavi gözleriyle oldukça da yakışıklı ve dönemin ünlü kadınlarıyla dillere destan aşklar yaşıyor.
İlki şair Fitnat Hanım’la yaşadığı büyük ve gizli aşk…
Bu aşkın mektuplarını zamanı gelince yayımlanması dileğiyle oğluna bırakacak ve mektuplar ölümünden 36 yıl sonra, 1948’de Hakkı Tarık Us tarafından yayımlanacaktır.
Gazanfer İbar, “Şa Şa Şa’dan Çapkın Kız’a” (Doğan Kitap) çalışmasında aktardığına göre “Ahmed Midhat Efendi ile Şair Fitnat Hanım” başlıklı kitabında Hakkı Tarık Us, iki aşığa şöyle tanımlıyor:
“32 yaşında, boylu boslu, iri kemikli, geniş omuzlu, dinç bir erkek... On metre kadar bir bahçenin araladığı bir komşuları, Fitnat Hanım, Ahmed Midhat Efendi’yi yakıp yandırmaktadır. Fitnat Hanım, henüz 34 yaşında bir kadın, fakat yirmi yaşında görünen bir taze. Simaca, vücutça öyle güzel ki...”
İlk mektup Ahmed Midhat tarafından 18 Mart 1878’de yazılıyor. “Biricik rüzgârım, zarafet sahibi yazarım, güzellik saçan şairim, efendim” diye başlayan mektup altı sayfa…
Fitnat’ın “hemşire-birader” kalalım sözlerine, her türlü güvensiz tavırlarına karşın Ahmed Midhat tutkusundan vazgeçmeyecek, hem sahibim, hem kölem seslenişleri arasında Fitnat’ı göklere çıkaracaktır.
Hikâyenin devamını Hakkı Tarık Us anlatıyor:
“Kalemiyle öylesine dil döken birinin karşısında zor dayanılır elbet. Yazdıklarından etkilenmeyecek kadın yoktur sanırım. Fitnat’ın da kaçacağı yer yoktur ve Ihlamur’da ‘Mülakat’ dedikleri gizli buluşmalar başlar. Ihlamur artık sadece “lamur” (l’amour-aşk) olmuştur. Birbirlerine hitaplar, “Mithat’ım” ve “Fitnat’ım” biçimine dönüşür ve "Fikir, kalem, zarafet, şairiyet cihetiyle en büyük erkeklere layık” Fıtnat, Mithat’ın kollarındadır artık. Fitnat’ın cevabı ise yazdığı şiirdedir: “Gel seninle yanalım, Allah aşkına.”
Hakkı Tarık Us, bu aşkı sonlandıran nedenin, yeni çıkmaya başlayan Tercüman-ı Hakikat gazetesinde basılan şiire Vakit gazetesinde yazılan nazire-cevap olduğunu belirtiyor.
Şiirde Fitnat’ın adının geçmesine çok sinirlenen Midhat, şiiri yazan Sait Bey’i sokakta dövecek, ertesi gün de Tercüman-ı Hakikat’te “Sait Bey’e Dayak” adlı bir makale yazacaktır.
Ahmed Midhat, daha sonra Tercüman-ı Hakikat gazetesinde edebiyatta gösterdiği çabalar dolayısıyla bir kadın yazarı övecektir
Bu kadın, Ahmed Midhat’ın manevi kızı kabul ettiği, bugün kullandığımız 50 liralık banknotların üstünde resmi bulunan, Türk edebiyatının ve İslam coğrafyasının ilk kadın romancısı Fatma Aliye Topuz’dur.
Fatma Aliye Hanım, tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın kızıdır. 1891 yılında Ahmed Midhat Efendi ile birlikte “Hayal ve Hakikat” adlı romanı yazar. Romanın kadın ağzından olan kısmı Fatma Aliye Hanım’ın, erkek ağzından olan kısmı Ahmed Midhat Efendi’nin kaleminden çıkacaktır.
Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşır ve bu mektupları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanır.
Ahmet Midhat’ın hayatına giren başka bir ünlü kadın da Şair Nigâr’dır. Tanzimat sonrası edebiyatımızın “ilk kadın şairi” unvanına sahip Nigâr Hanım’ı, Ahmet Midhat’ın torunu Mehmet Tanberk dedesinin Şair Nigâr ile ilişkisini şöyle anlatacaktır:
“Ahmet Efendi’nin çok bilinen Fitnat Hanım aşkının yanı sıra Şair Nigâr Hanım ile de yakınlığı, arkadaşlık ilişkisi olarak yazılıp çizilirdi. Oysa Ahmed Midhat Efendi, kendini aylarca kapattığı Beykoz’daki çiftliğinde yalnızca kitap yazmıyordu. Aynı zamanda Nigâr Hanım ile de gizlice buluşurdu. Ahmed Midhat Efendi’nin Nigâr Hanım’a aşkı o kadar yoğundu ki yeğenine Nigâr ismini verdi.”
Ahmed Mithad, 1889’da Stockholm’de toplanan VIII. Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nde, asıl adı Olga Sergeevna Lebedef olan Kazanlı şarkiyatçı Gülnar Hanım ile tanışır.
Olga Sergeevna Lebedef, Türk kültürüne verdiği değer yüzünden Gülnar Hanım adını benimsemiştir.
Kongreden sonra Ahmed Midhat ile Gülnar Hanım dört ay boyunca Avrupa’da dolaşırlar. Ahmed Midhat bu geziyi ve Gülnar Hanım’ı “Avrupa'da Bir Cevelan” adlı eserinde yazacaktır.
Fakat eser kitap haline gelmeden önce Tercüman-ı Hakikat'te tefrika edilecek ve Gülnar Hanım tefrika devam ederken 13 Ekim 1890 da İstanbul’a gelecektir.
Ahmet Rasim, ayrıca Gülnar Hanım’ın eserlerini gazetesinde yayımlaması, onu kadın olarak yüceltişi ve kendisiyle olan yakın dostluğu nedeniyle Ahmed Midhat Efendi’nin o vakitler “Rus casusu” diye jurnallenmiş olduğunu belirtecektir.

*

“Rus müşterikelerinden meşhur Madam De Lebedef’in İstanbul’da müddet-i ikâmeti esnasında ağızdan ağıza dolaşan güft ü gûlar pek ağır idi. Bu ağırlığa muhitin şu terbiyesinin bais olduğunda şüphe yoktur. Ahmed Midhat Efendi, bu kadınla peydâ-yı muarefe ederek Tercüman-ı Hakikat’te bazı âsârını dercetmek ve hakkında beyân-ı mütalaât eylemek suretiyle kadınlığa bir paye vermek istedikçe zavallı üstadı arkadan arkaya itham edenler, hatta hafiyelerden, ‘Rus casusluğu ediyor!’ diye jurnal verenler bile zuhûr etmiş idi.” (Ahmet Rasim: Muharrir, Şair, Edip, Kanaat Kütüphanesi, 1924.)

11 MAYIS 2017, BirGün


4 Mayıs 2017 Perşembe

“SEN” NEHRİNE “SİZ” Mİ DENİR?

Yakup Kadri’ye göre Süleyman Nazif, sataşma ve takılmalarında sataşılıp takılanları bile güldürecek bir incelik ve zarifliğe sahiptir. (Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları)
Şair-i Âzam Abdülhak Hâmit, Süleyman Nazif’in meyhane arkadaşlığından pek hoşnuttur.
İki arkadaş, yine bir gün bir yerlere gidip birkaç kadeh içmeye niyetlenirler.
Süleyman Nazif, “Tokatlıyan”a gitmeyi önerir.
Fakat o gün Hâmit’in “Lebon”da “Âyan Meclisi Umumi Kâtibi” İsmail Müştak Mayakon ile önemli bir işi görüşmek için randevusu vardır.
Hâmit, “Önce Lebon’a uğrayalım. Müştak beyi görelim.” der.
Süleyman Nazif, “Beyefendi, Müştak sözünde durmaz. Bu çayhanede boşuna pinekleyip kalırız” diye karşı çıkar.
Hâmit üsteleyince, Süleyman Nazif de uymak zorunda kalır.
Fakat “Lebon”dan içeri girer girmez karşılarında İsmail Müştak’ı bulacaklardır.
Hâmit, “Gördün mü?” gibilerinden Süleyman Nazif’e bakar.
Süleyman Nazif ne desin?
Bir Hâmit’e bakar, bir İsmail Müştak’a...
Ve ellerini havaya kaldırıp İsmail Müştak’a serzenişini haykırır:
“Yahu İsmail, ne acayip adamsın sen? Bir sözünde durmamak ünün vardı. Şimdi onu da kaybettin, beni de beyefendiye karşı yalancı çıkardın.”
Abdülhak Şinasi Hisar da ömrünün sonuna kadar Süleyman Nazif’in kendisini alaya alışlarından hoşgörüyle söz edenlerdendir.
Bir akşamüstü Abdülhak Şinasi, Süleyman Nazif ve Yakup Kadri, Lebon’da söz üzerine söz inşa etmektedirler.
Bir aralık Abdülhak Şinasi’nin Galatasaray Lisesi’nde okuyan küçük kardeşi Selim Nüzhet Gerçek, pastaneden içeri girer ve selam vererek önlerinden geçer.
Bunu gören Abdülhak Şinasi, kardeşine seslenerek, “Geliniz, sizi Süleyman Nazif Beyefendiye takdim edeyim” diyecek olur.
Bunun üzerine Şahabettin Süleyman, Abdülhak Şinasi’ye şöyle diyecektir:
“Azizim Şinasi Bey, sizin ağzınızdan hiç ‘sen’ hitabı çıktığı vaki değil midir? Görüyorum, küçük kardeşinize bile ‘siz’ diye hitap ediyorsunuz. Kuzum, siz Paris’te bulunduğunuz zaman ‘Sen’ nehrine de ‘Siz’ nehri mi derdiniz?”
Bir başka gün de yine Süleyman Nazif, Yakup Kadri ve Abdülhak Şinasi Büyükada’da bir çay bahçesinde otururlarken Süleyman Nazif, Abdülhak Şinasi’nin vehim derecesine varan temizlik merakıyla alay edecektir.
Çay içeceklerdir.
Abdülhak Şinasi, çay takımlarını önüne koyan garsona, “Fincanı, kaşığı kaynar suda iyice yıkadınız mı?” diye sorunca, garsonun “evet” yanıtının ardından Süleyman Nazif, nüktesini patlatacaktır:
“Suyu da yıkadın mı oğlum?”
Süleyman Nazif’in İhsan Raif Hanım ile evliliği de şaka gibidir.
Halit Fahri Ozansoy’a göre İhsan Raif Hanım, “O zamana kadar böylesine güzel bir kadın görülmemiştir. Şahane bir boy, münasip olgun vücut ve güzelliği göz kamaştıran bir yüz. Kaşlar sanki bir ressam eli çizilmiş. Hele gözlerinin emsalsiz yeşilliği taptaze bir yaprağın özünden renk almış gibi. İnsan bakmaya doyamıyor, bu hurinin her bakışında tatlı bir baş dönmesiyle sersemliyor.” (Edebiyatçılar Geçiyor, Dergâh Yayınları)
Bu arada platonik olarak İhsan Raif’e gönlünü kaptıranlardan biri de Halit Fahri’dir.
Şahabettin Süleyman, İhsan Hanım ile evlenmeden önce Ağacami’nin arkasındaki bir sokakta oturan eski Bakırköylü Virjini adındaki bir kadınla yaşamaktadır.
Virjini, daha sonra Rana Dilberyan adıyla barlarda ve tuluat sahnelerinde dansları ile ün salacaktır.
Virjini, Şahabettin Süleyman’ı delicesine sevmektedir.
Durmadan mektuplar yazarak ısrarla Şahabettin Süleyman’ın haftada iki gün kendisini görmeye çağırmakta, çağrısı tehdit boyutuna ulaşmaktadır.
Virjini, bu arada İhsan Raif Hanım’a da mektup yazacak, bu yüzden İhsan Hanım ile Şahabettin Süleyman’ın ilişkileri tehlikeye girecektir.
Bunun üzerine Halit Fahri ile Hakkı Tahsin araya girerler.
Belli günlerde Ağacami’nin arkasındaki sokağın bir ucunda Halit Fahri, öteki ucunda Hakkı Tahsin beklemeye başlar.
Çevrede tanıdık biri olmazsa da Şahabettin Süleyman, Virjini’nin evinin yolunu tutacaktır.
Buna karşılık İhsan Raif Hanım, Şahabettin Süleyman’ın eve erken dönmesini şart koşacaktır.
Bu sorunu da yine Halit Fahri, Şahabettin Süleyman’ı evinin kapısına kadar araba ile götürmekle çözecektir.
Halit Fahri, İhsan Raif Hanım’ın şiir kitabı “Gözyaşları”ndan şu iki mısraı da aktarmaktadır:
“Ebrulu semaya hilkat elmas serper,
Durgunca bir deniz sahilleri öper.”  

*

SÜLEYMAN NAZİF’in yazısı işlek ve güzeldi. Mürettiphaneye giden her müsveddesi bir mektup kadar itinalı idi. Hüsnü hattını herkesten evvel kendi beğenir, gazete idarehanesine her gelişinde mutlaka ister, makalesini bizzat ve yüksek sesle okur, dikkatle dinlenilmesini arzu eder ve çok kere yazısının methine kendi başlardı. Bunu galiba muharrirlere lazım olduğunu his ettiği bir nevi üslup ve edebiyat dersi diye yapıyordu. Süleyman Nazif bu zamanlarda küçük bir tenkit ve itiraza tahammül edemezdi. Kendisine üstat diye hitap olunmasını severdi. Musahhihleri hiç yormaz, çünkü tashihleri kendisi yapardı. Gazetenin siyasetiyle mesleği icabı olarak eğer yazısından bir kelime, bir cümle, yahut birkaç satır çıkarılması lazım gelse adeta hasta olurdu. (Abdülhak Şinasi Hisar: Geçmiş Zaman Edipleri, Selis Kitaplar.)

04 MAYIS 2017, BirGün