17 Aralık 2015 Perşembe

YAZARIN “CİMRİ”Sİ...

Aziz Nesin, “cimri” diye bilinir, oysa tam tersine “tutumlu”dur. Düşüncelerini dobra söyleme konusunda, cimrilik bir yana oldukça da cömerttir.
Başkanı olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Yönetim Kurulu toplantılarında içilen ilk çayların parası sendika tarafından ödenirken, ikinci ve sonraki çayların parasını kim içmişse o ödeyecektir. Yine sendikaya gelen mektup ya da evrakların zarfları atılmayacak, daha sonra ters çevrilerek kullanılacaktır.
Ama Babıâli’de cimrilik söz konusu oldu mu, ilk akla gelen Tan gazetesi sahibi, yayıncı Halil Lütfü Dördüncü’dür. Mesela matbaada çöpe atılacak ampülleri biriktirdiği, daha sonra bunların metal ve cam kısımlarını ayrı ayrı sattığı söylenir. Diyelim benzine zam geldi, arabası olmadığı halde şikâyete başlayacak, nedenini de şöyle açıklayacaktır: “Biz de çakmak kullanıyoruz.” Yaşamı buna benzer tevatürlerle örülüdür.
Türkiye’de ilk kadın ve işçi hakları savunucusu, tıp (göz doktoruydu), felsefe, toplum, siyaset konularında 70 kitabın yazarı Abdullah Cevdet, gönlü çok cömert olmasına karşın, cimriliği ile bilinmektedir.
Yusuf Ziya Ortaç’a göre sahibi olduğu “İçtihad” dergisini en ucuz matbaada, en ucuz kâğıda, en ucuz mürekkeple bastırmaktadır.
Bir gün “Bu dergiyi evladım kadar seviyorum” deyince, Yusuf Ziya dayanamayacaktır: “Üstat, biraz da evlat gibi baksanız, evlatlık gibi değil.”
Yusuf Ziya’nın anlattığına göre “Türk Yurdu” dergisinde çıkan şiiri için bir “sarı altın” almaktadır. Fakat üç yıldır “İçtihad”da yazmasına karşın, beş kuruş telifi hak etmemiştir.
Bir gün yazılarının karşılığı isteyecek olur.
Sonrasını şöyle anlatıyor Yusuf Ziya:
Bir insan yüzünün bir anda bu kadar karardığını görmemiştim hiç. Nabzı durdu, nefesi durdu galiba... Sonra, her zamanki tatlı, yumuşak sese benzemeyen bir iniltiyle cümle olmayan kelimeler hıçkırdı:
- Vallahi... bilmezsiniz... Ne yapsak ki... Sizi seve­rim... Kırmak da istemem... Durun bakayım!
Durdum. O salondan çıktı, bekledim, bekledim, bek­ledim. Sonra geldi elini ceketimin dış cebine soktu, boş­luğa dökülen bir para şıngırtısı duydum:
-İçtihad'ın bütün mevcudunu takdim ediyorum, dedi, artık...
Devam edemedi. Ağlayacak diye korktum ve teşek­kürlerle ayrıldım.
Merdivenleri inerken, hayalimde hesap ediyordum:
-En az yüz şiirim çıktı şimdiye kadar... Türk Yurdu'nun ölçüsüyle birer lira verse, tam yüz lira eder... Yarımşar lira verse, elli lira eder... Bunun da yarısını verse yirmi beş lira... Yirmi beş altın! O günlerde, Beyoğlu’nun eşsiz terzisi Boter en güzel İngiliz kumaşından bir kat elbiseyi yedi liraya dikerdi. İstanbul’un en güzel lokantalarında kendinize, iki liraya bir ay ziyafet çeke­bilirdiniz!
Cağaloğlu’ndaki İçtihad Evi’nden biraz uzaklaşınca elimi cebime soktum, avucum doldu...
Bu avuç dolusu paranın hepsi... yirmi üç kuruştu!”
Eli sıkılardan bir yazar da, 87 yıllık ömrünü okumak, aramak ve yazmakla geçiren İbn-ül-Emin Mahmut Kemal’dir.
Yemez  içmez, giyime kuşama para harcamaz.
Fakat bir ömür boyu sabırla topladığı kitapları üniversiteye, biriktirdiği altınları da hayır kurumlarına bağışlayarak cömertlik gösterecektir.
Bana sorarsanız, bugüne kadar hayatımda cimrilik yapmak için ne malım mülküm, ne de param pulum oldu.


17 ARALIK 2015, BirGün

Hiç yorum yok: