24 Aralık 2015 Perşembe

BAŞKA NÜSHASI YOK

Vagon, Kadıköy’de Postane caddesinin en ucunda, dışarıdan bakılınca hiçbir özelliği olmayan, cam önlerini ihtiyarların tuttuğu bir kahvehane idi.
90’lı yıllarda Fazıl Hüsnü Dağlarca, birer gün arayla bu kahvehaneyi mekân tutardı.
Yıl 1995 ve Şeker Bayramının birinci günü, günlerden de cuma...
Öneri, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın o zamanki başkanı Ataol Behramoğlu’ndan geldi.
Ataol Behramoğlu, Genel Sekreter Necati Güngör, şair Eray Canberk ve ben, o gün Dağlarca’yı günlerinin çoğunu geçirdiği bu kahvede ziyaret edip bayramını kutlamıştık.  “Nerede o eski bayramlar” demeden, bir güzel geleneğin başlangıcı olması dileğiyle...
Dağlarca, kahvenin kapıya yakın bir yerinde, elinde bastonu oturuyordu.
Çaylar içilmiş, el sıkışılıp öpüşülmüştü.
Bayram da olsa şairler, şiirden başka ne konuşur?
“Şair tanrıdır” demişti Dağlarca, “ortalıkta görünmez.”
Ataol, Fransa’da kaldığı yıllarda yönettiği ve modern Türk şiiri bağlamında ağırlıklı olarak Dağlarca’dan söz eden “Anka” dergisinin 24/25. sayısını getirmişti.
Dağlarca, dergiyi karıştırmış ve sesi bir hüzün yumağı halinde düşmüştü aramıza: “Şu dergi kalınlığında bir şiir kitabım çıksın isterdim Fransızcada.”
Söz dönüp dolaşıp yaşlılığa gelmişti.
“Arkadaşlarımı gördükçe ben de yaşlanıyorum” demişti Dağlarca, “çünkü insan arkadaşlarıyla yaşlanıyor.”
Artık, akşamın karanlığı iyice inmek üzereydi.
Çaylar bir daha tazelendi
Ataol “Vakt-i kerahat gelmedi mi?” diye sorunca, “Beni bağışlayın” demişti Dağlarca, “içkiyi bıraktım, artık içmiyorum. Doktor ‘içersen bacağın kesilir’ dedi.”
Geçen yıl Kadıköy’de Sular İdaresi’nin yanında bir ev almıştı kahveye ve çarşıya yakın olsun diye...
Ama altı daireli apartmanda bir kendisi “ev” halinde, öteki daireler hep işyeri idi.
Bu yüzden de geceleri ve tatil günleri kaloriferler yanmıyordu.
“Birazdan” demişüi, “eve gideceğim, soğuk da olsa kâğıtlar beni bekliyor, gidip vasiyet yazar gibi şiir yazacağım.”
Cebinden bir şiir çıkarmıştı.
Bir “Ayrılık” şiiri, 18 şubatta yazmış...
“Bana verir misin?” demiştim.
“Yüz lira verirsen! Ama kaybetme, başka nüshası yok.”
Şiiri katlayıp cebime koymuştum.
Bayram ziyaretini bitirmenin, ayrılığın zamanıydı artık...
Yeniden el sıkışıp akşamın serinliğine atarken kendimizi, Dağlarca, kahvenin cam kenarında öylece kalmıştı.
Ve işte Dağlarca’nın daktilosundan çıkmış o şiir:

AYRILIK

Dönerim eve
Dolaşır içerde yok biri
Neler neler dinlerim küçücük görüntülerden
Birdenbire gözlerim kamaşır
Daha da güzelleşir yok biri

Bu bardağı tutmuştu ak
Kaç karanlıkta
Parmaklarının tadıyla duymuştu bu camlar
Kaç sevincin güneşini
Anımsıyor musun yok biri

İlkin avuç içine sığar ayrılık
Yerler gökler dolusudur sonra
Hayır benimki böylesi değil
Ben uzaklardayım
Burdadır yok biri

Özel gerçeğini yaşar o
Basılmış
Bitmemiş basılmış
Yazıların hepsinde ellerime değer
Yok biri

Giderken bütün yansımalarını götürse ya, götürmez
İğne ucunda kalan kokusu yaprak açar doldurur içimi dal budak
Öylesine büyür ki özlem
Bin göz kımıldanır tavanda duvarlarda
Bakışır benimle yok biri

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Hiç yorum yok: