Yazmaya
gönül verdiğim 60’lı yılların başında bir daktilom olsaydı, yazı yaşamımın yönü
değişir miydi?
O
yıllarda internet kimin akıl ve hayalinde?
Geç
kaldığım lise birinci sınıfta, adını her zaman saygıyla andığım edebiyat
öğretmenim İsmet Kültür’ün kışkırtmasıyla başladım yazmaya.
Hoca
edebiyattan çok, kompozisyon dersine önem verir ve her hafta küçük öykü ya da
anı demetleri yazmamızı önerirdi.
Bu
yazılardan seçtiklerini de bellirsiz aralıklarla çıkardığı okul dergisi “Genç
Kalemler”de yayımlardı. Daha çok beğendiklerini ise İstanbul’da çıkan dergilere
göndertirdi.
1962
yılının başlarında “Çocuk Haftası” dergisinde yayımlanan “Karanlık” adlı küçük
öyküm İsmet Hoca’nın bu tavsiyesi üzerinedir.
Gelelim
şimdi daktilo sorununa…
Evet,
daktilom olmadığı için yazıları bir okul defterine yazıyordum. Bu da bir küçük
öykü için 80-100 sayfalık bir defterin yarısını doldurmak demekti.
Bana
oldukça uzun gelen öykü bir dergide basılınca, bakıyordum eniyle boyuyla on
santimetrekare yer tutmuş…
Giderek
düşünmeye başladım.
Bu
öyküde anlattıklarımı şiir olarak yazsam hem daha az yazı yazmış olurum, hem de
dergide yazdıklarım daha çok yer tutar ve imzam daha görünür kılınır.
Ve
bir süre sonra da yalnızca şiir yazmaya başladım.
Yazı
yazmayı da gazeteciliğe başlayana kadar erteledim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ise şiirlerini kalemle defterlere
yazar. Eğer kahvede ise, çünkü birer gün arayla kahvededir, aklına düşenleri
eski yazıyla defterine geçirir. Çalışma masasında yedi defter, her defterin
üstünde de bir kalem vardır. Yedi ayrı konuyu yazmak için yedi ayrı kalem
kullanırdı.
Melih
Cevdet Anday da “daktilo”ya ihtiyaç duyanlardandır.
Bir konuşmamızda “Şiir yazarken iki de bir elle
yazdıklarımı daktiloya çekip görmek istiyorum. Hani o basılır gibi olur ya...
Hani bitmiş izlenimi uyandırır ya... Bu bakımdan daktiloya çok ihtiyaç
duyuyorum bazen.”
Ahmed Arif’in ise yazarken kalem kâğıda da, daktiloya
da ihtiyacı yoktur. Bu da şöyle açıklayacaktır:
“Hep kafamda olur bu benim. Bazen unuturum, bazen hiç
unutmam. Bazen unuttuğum beş yıl sonra, on yıl sonra çıkar su yüzüne. Kâğıda da
yazmam. Öylece o ritmi bulurum. Şiiri kafamda yazarım yani.”
Muzaffer Buyrukçu el yazısı ile yazanlar taifesindir:
“Hikâye ya da roman konusunu önce karışık bir düzen
içinde el yazısıyla yazarım. Sonra daktiloya çekerim ve bu nüsha üzerinde uzun
süre çalışırım.”
Yusuf Atılgan ise masada değil, odasındaki bir sedire
oturarak, elindeki belli bir kâğıda
yazacak ve daha sonra ilk ağızda yazdığına son halini vermek için
uğraşacaktır.
Cihat
Burak’ın nasıl yazıyorsun sorusuna yanıtı şu olacaktır:
“Daktiloyla
yazıyorum evde. İki parmakla
tak tak, tak tak... Dışarıda yazarsam eski harflerle. Steno gibi, o çabuk
yazılıyor.”
Geceleri
geç yatan Salâh Birsel, sabah saat 10’dan önce yataktan kalkmayacak, kalkar
kalkmaz da bir hazırlıktan sonra yazıya başlayacaktır:
“Kalktığım zaman, aç karnına iki bardak su çekiyorum. Bunu hiç şaşmaz
bir şekilde yapıyorum. Sonra bekliyorum, o su vücudumun içinde gidip yerini
bulsun. Bir yarım saat bekliyorum. Ardından kahvaltıya oturuyorum. İşte bu
yarım saatlik bekleme süresini de yazı yazarak geçiriyorum. Çünkü sabahın ilk
saatlerinde, diyeceğim saat on olmakla birlikte, yani yataktan kalkınca mide
boşken, kafa çok iyi çalışıyor. Yani o yarım saatte çalışırsam aklımın bütün
altınını kâğıdın üzerine dökmüş oluyorum.”
10 ARALIK
2015, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder