15 Aralık 2015 Salı

NASIL YAZIYORLAR?

Yazmaya gönül verdiğim 60’lı yılların başında bir daktilom olsaydı, yazı yaşamımın yönü değişir miydi?
O yıllarda internet kimin akıl ve hayalinde?
Geç kaldığım lise birinci sınıfta, adını her zaman saygıyla andığım edebiyat öğretmenim İsmet Kültür’ün kışkırtmasıyla başladım yazmaya.
Hoca edebiyattan çok, kompozisyon dersine önem verir ve her hafta küçük öykü ya da anı demetleri yazmamızı önerirdi.
Bu yazılardan seçtiklerini de bellirsiz aralıklarla çıkardığı okul dergisi “Genç Kalemler”de yayımlardı. Daha çok beğendiklerini ise İstanbul’da çıkan dergilere göndertirdi.
1962 yılının başlarında “Çocuk Haftası” dergisinde yayımlanan “Karanlık” adlı küçük öyküm İsmet Hoca’nın bu tavsiyesi üzerinedir.
Gelelim şimdi daktilo sorununa…
Evet, daktilom olmadığı için yazıları bir okul defterine yazıyordum. Bu da bir küçük öykü için 80-100 sayfalık bir defterin yarısını doldurmak demekti.
Bana oldukça uzun gelen öykü bir dergide basılınca, bakıyordum eniyle boyuyla on santimetrekare yer tutmuş…
Giderek düşünmeye başladım.
Bu öyküde anlattıklarımı şiir olarak yazsam hem daha az yazı yazmış olurum, hem de dergide yazdıklarım daha çok yer tutar ve imzam daha görünür kılınır.
Ve bir süre sonra da yalnızca şiir yazmaya başladım.
Yazı yazmayı da gazeteciliğe başlayana kadar erteledim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ise şiirlerini kalemle defterlere yazar. Eğer kahvede ise, çünkü birer gün arayla kahvededir, aklına düşenleri eski yazıyla defterine geçirir. Çalışma masasında yedi defter, her defterin üstünde de bir kalem vardır. Yedi ayrı konuyu yazmak için yedi ayrı kalem kullanırdı.
Melih Cevdet Anday da “daktilo”ya ihtiyaç duyanlardandır.
Bir konuşmamızda “Şiir yazarken iki de bir elle yazdıklarımı daktiloya çekip görmek istiyorum. Hani o basılır gibi olur ya... Hani bitmiş izlenimi uyandırır ya... Bu bakımdan daktiloya çok ihtiyaç duyuyorum bazen.”
Ahmed Arif’in ise yazarken kalem kâğıda da, daktiloya da ihtiyacı yoktur. Bu da şöyle açıklayacaktır:
“Hep kafamda olur bu benim. Bazen unuturum, bazen hiç unutmam. Bazen unuttuğum beş yıl sonra, on yıl sonra çıkar su yüzüne. Kâğıda da yazmam. Öylece o ritmi bulurum. Şiiri kafamda yazarım yani.”
Muzaffer Buyrukçu el yazısı ile yazanlar taifesindir:
“Hikâye ya da roman konu­sunu önce karışık bir düzen içinde el yazısıyla yazarım. Son­ra daktiloya çekerim ve bu nüsha üzerinde uzun süre çalışı­rım.”
Yusuf Atılgan ise masada değil, odasındaki bir sedire oturarak, elindeki  belli bir kâğıda yazacak ve daha sonra ilk ağızda yazdığı­na son halini vermek için uğraşacaktır.
Cihat Burak’ın nasıl yazıyorsun sorusuna yanıtı şu olacaktır:
“Daktiloyla yazıyorum evde. İki parmakla tak tak, tak tak... Dışarıda ya­zarsam eski harflerle. Steno gibi, o çabuk yazılıyor.”
Geceleri geç yatan Salâh Birsel, sabah saat 10’dan önce yataktan kalkmayacak, kalkar kalkmaz da bir hazırlıktan sonra yazıya başlayacaktır:
“Kalktığım zaman, aç karnına iki bardak su çekiyorum. Bunu hiç şaşmaz bir şekilde yapıyorum. Sonra bekliyorum, o su vücudu­mun içinde gidip yerini bulsun. Bir yarım saat bekliyorum. Ardından kahvaltıya oturuyo­rum. İşte bu yarım saatlik bekleme süresini de yazı yazarak geçiriyorum. Çünkü sabahın ilk saatlerinde, diyeceğim saat on olmakla birlikte, yani yataktan kalkınca mide boşken, ka­fa çok iyi çalışıyor. Yani o yarım saatte çalı­şırsam aklımın bütün altınını kâğıdın üzeri­ne dökmüş oluyorum.”


10 ARALIK 2015, BirGün

Hiç yorum yok: