26 Şubat 2015 Perşembe

ŞAİRİN TOKATI...

Edebiyat tarihimize yeni bir madde daha eklendi: Bir şair, ünlü öykücü Sait Faik’i tokatlamış...
“Kim mi?
Ahmed Arif!
Nereden mi biliyoruz bunu?
Kendi sözlerinden!
Evrensel Kültür dergisinde (Şubat 2015, sayı: 278) Mehmet Ergün, Ahmed Arifin Leylâ Erbil’e yazdığı mektuplardan yola çıkarak şairin, “kendisinden en az yirmi yıl büyük ünlü bir öykücü”yü tokatladığını kanıtlamaya çalışıyor.
Ahmed Arif, üstelik “yetinmiyor, bir de marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyor bunu.
Ergünün gerekçesi de Ahmed Arifin 22 Mayıs 1954te Erbil’e yazdığı mektubun şu satırlarında:
“...Ben Sait’i sevdim (...) Ve ben onu on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden sonra tokatladım. Haydar’a söyledim, şimdi de söylüyorum, pişman değilim.”
Ahmed Arif 1927 doğumlu. 1951 TKP Tevkifatında  1952’de tutuklanıyor ve iki yıl sonra, yani 1954’te hapisten çıkıyor. 1954’te Erbil’le de mektuplaşmaları sürmekte...
Şimdi 27 yaşında bir delikanlı düşünün, hapisten çıkmış, onca acılar yaşamış, işkencelere uğramış...
Üstelik de şair ve çok güzel bir kadını deli gibi sevmekte...
Sevgisini, sevdasını abartmayıp da ne yapacak?
Fakat Ergün’ün amacı başka...
Bunu da yazının sonunda dile getiriyor:
“Ahmed Arif’in ‘kişisel tarihi’ne ilişkin olarak verdiği bilgiler, giderilmeleri ayrı bir yazıyı gerektirecek ölçüde çelişkili. İlk şirinin ne zaman ve nerede yayımlandığı gibi salt belleğe yaslanan konularda değil, doğum tarihi, hangi zaman aralığında askerlik yaptığı, tutuklulukları ve tutukluluk süresi, sürgünlüğünün başlama ve bitme tarihleri... gibi temel konularda da çelişkiler var.”
Biraz daha irdeleseniz, sanırım Ahmed Arif adında bir şair bu topraklarda yaşamamış bile olabilir.
Söz “tokat”tan açıldı, bir tokat hikâyesi de ben anlatayım.
Kemal Özer’in yalancısıyım, o anlatmıştı.
50’li yılların sonlarında, 27 Mayıs öncesi bir grup 50 Kuşağı şair ve yazarı, (Hilmi Yavuz, Demir Özlü, Konur Ertop, Edip Cansever, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Asım Bezirci) Altıyol’dan Kadıköy iskelesine doğru yürümektedir.
Akşam, karanlık çökmek üzeredir.
Kimileri bir tartışmanın içindedir.
Bir ara Asım Bezirci, havada yaylanarak Cansever’in suratına bir Osmanlı tokadı aşkeder.
Kemal abi, sonrasını şöyle anlatacaktı:
“Akşam karanlığında Edip’in gözlerinin içinden bir yıldız kümesinin ışıklar saçarak fırladığını gördüm.”
HAFTAYA: Sait Faik kimi tokatladı?


26 ŞUBAT 2015, BirGün

24 Şubat 2015 Salı

TALAN VAR!

Bir tuhaf ülkede yaşamaya mecbur bırakıldık. Hangi soruna el atsanız tel tel dökülüyor.

Artık her şey “çalma” ve “talan” üzerine…

Hangi birini söylemeli?

Tecavüz yoluyla genç kızların, kadınların hayatı çalınıyor.

İş cinayetleri ile çalışanların, işçilerin hayatı çalınıyor.

Çalan çalana…

Anlamak mümkün değil.

Bakanlığın biri “Tarım arazilerini koruyalım” diye televizyonlara reklam veriyor, bir başka bakanlık ne kadar tarım arazisi, hatta mera varsa imara açmaya çalışıyor.

Başbakan, kadın cinayetleri üzerine “Kadınlar ayağa kalkın” diye seferberlik başlatıyor.
Ayağa kalkınca ne yapacaksın? Ya yürüyeceksin, ya da yorulunca bir yere oturacaksın.
Yürüyene de, oturana da cop, tazyikli su, biber gazı…
“Şiddete hayır” diyenlere şiddet uygulama…
Sonunda bu da oldu. Geçen hafta Ankara’da, yani ülkenin başkentinde koskoca bir fabrika çalındı.
Önceki gün ise ajanslara şu haber düştü:

“Manisa'da, Spil Dağı eteğinde, şehre hakim konumda bulunan ve Saruhan Bey'in torunu İshak Çelebi tarafından 1366 yılında Mimar Emet Bin Osman'a yaptırılan Ulucami önünde, tarihi saat kulesi içerisindeki tarihi değeri olan saat çalındı.

Manisa Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı Azmi Açıkdil hırsızlıkla ilgili yaptığı açıklamada, geçen dönemde tarihe saygı projesi kapsamında saat kulesindeki saatin tamiri konusunda çalışmalar yapıldığını belirterek, “Bütün mekanizmalarını özel olarak yaptırdığımız saat kimliği belirlenemeyen kişilerce çalındı” dedi.”
Bu olay Anton Çehov’un yaşadığı bir anekdotu getirdi aklıma.
Rus tiyatro yazarı ve modern kısa öykünün kurucularından Çehov, bir ara Petersburg’daki yaşamından sıkılır ve hekim olarak Sahalin adalarına gider.
O yıllarda Sahalin, Çarlık Rusyası’nda ne kadar ipsiz sapsız, hırsız, dolandırıcı, tecavüzcü varsa toplanma yeridir.
Suç işleyen kim varsa soluğu Sahalin’de almaktadır.
Çehov, Sahalin’de kaldığı sürece mahkumlarla konuşur, notlar alır; bunları daha sonra kitap olarak yayımlayacaktır.
Tanıdığı bir mahkum, kiliseyi soymuştur; yaşadıklarını şöyle anlatır Çehov’a:
“Evet, kiliseyi soydum. Yargıç, nedenini sorunca da şu yanıtı verdim:
-Ne yani, Tanrının paraya mı ihtiyacı var!
İşte bu yüzden Sahalin’deyim.”
Peki, bizim hırsızlar ne yanıt verirdi böyle bir durumda?
 
19 ŞUBAT 2015, BirGün


17 Şubat 2015 Salı

SAATSİZ KENTLER

Bir kentin uygarlığının ölçüsü, meydanları ile o meydanları süsleyen saat kuleleri değil mi?
Bakın, İstanbul’un çok değil, elli yıl öncesinin fotoğraflarına ya da daha yakın zamanda çekilmiş siyah-beyaz sinema filmlerine. Ne kadar çok meydan ve saatleri vardı.
Üniversiteli yıllarımın başlangıcında özlem giderdiğimiz Kadıköy iskele meydanındaki saat ne oldu?
Ya yine o yıllarda İstanbul’un başkenti tabir edilen Sirkeci meydanındaki?
İstanbul’un meydanlarını ve o meydanların gerdanlığı saatleri sıralamaya kalksam, sanırım bu sütun yetmez.
Batılı bir yurttaş ile Doğulu ara­sındaki fark da buradan gelmekte.
Batılı zamandan çalarak yaşamanın yolunu aramakta...
Doğulu ise zamanı çalarak...
İstanbul, saate yüz vermiyor da sanki Anadolu kentleri “saat” bakımından çok mu zengin?
Evet, bir zamanlar çok zengin olduğu söylenebilirdi.
Hâlâ hatırımdadır.
Yıllar önce, Beyaz Kehribar şiirimi yazmak için  Erzuruma gittiğimde, Yenikapı’da bir medrese avlusunda “güneş saati”ni gördüğümde ne kadar şaşırmıştım.
Daha pillerin, digital düzeneklerin icat edilmediği bir dönemde atalarımız, medrese mescidinin minaresine bir demir çubuk raptetmişler.
Güneş minarenin aynasına vurdukça, demirin gölgesi saatin kadranına düşüyor.
Medrese öğrencileri ve hocalar da bu gölgeye bakarak gereğinde namaz vaktini ya da yemeğin ne zaman yeneceğini öğreniyorlar.
O “güneş saati” günün kullanılmasının bir kılavuzu...
Demek, onlar günümüzden yıllar önce, zamandan çalarak yaşamanın çakıl yollarına hayatın neşesini döşeyivermişler.
Bugün herkesin kolunda binbir çeşit ve marka saat olması, kentlerimizde meydan saatlerine bakmamamızın bir gerekçesi sayılabilir mi?
Evet, meydan saatleri kentlerin süsüdür.
Ve günümüzde saat kullanımının bunca yaygınlaşması meydan saatlerini gözden çıkarmamıza bir neden teşkil etmeyebilir.
Yani, meydan saatleri, Erzurum’daki “güneş saati” gibi bir işlev yüklenmek zorunda da değiller.
Batıda da hiç kimse günlük işlerini yaşadıklan kentlerin meydanlarında yer alan saatlere göre ayarlamıyor elbette.
Meydan saatlerinin asıl önemi, o kişi ve toplumların “zaman”a verdikleri değerden kaynaklanıyor.
Biz, toplum olarak “zaman”a değer veriyor muyuz ki, onun simgesi olan “saat” i de değerli bir nesne olarak algılayabilelim.

12 ŞUBAT 2015, BirGün


8 Şubat 2015 Pazar

AYRILIK OLMASAYDI!

Orhan Veli’nin geçen hafta yayımlanmamış bir şiirinin bulunduğu haberi edebiyat dünyasında heyecan yarattı. Oysa “Ölümüm” başlıklı şiir, aslında Orhan Veli’nin değil, Kemal Anadol’un kanıtladığı gibi Fahri Erdinç’indir.
Peki kimdir Fahri Erdinç?
Seksenli yılların ortalarında Kemal Anadol, Barış Derneği davasından arkadaşı Mustafa Gazalcı ile Balkanlar’da bir geziye çıkmaya karar verir. Yola çıkmadan önce de “Eski Tüfekler”den, her zaman saygıyla andığımız, babası Zihni Anadol ile konuşur. Zihni Anadol, “Hiçbir şey istemiyorum oğlum” der, “Sofya’ya gidince mutlaka Fahri Erdinç’in mezarını bul. Geçen kasımda öldü. Benim için bir çiçek bırakıver.”
Ve günün birinde elinde kırmızı karanfillerle Merkez Mezarlığı’nın kapısından girer Anadol. İdare binasında ziyaret edeceği kişinin adını ve ölüm tarihini söyler. Memur, büyük ve kalın bir defteri açar. “Aradığınız Fahri Erdinç” der, “11 Kasım 1986 tarihinde ölmüş... İsteği üzerine kromotoryumda yakılmış. Külleri de yakılanlara ayrılan bölümdeki kutuların birinde olsa gerek.”
Anadol, daha sonra olanları şöyle aktarıyor:
“Gri beton üzerinde gri metal kapaklar. Üstlerine şablonla yazılmış siyah harfler... Ölünün adı, soyadı... Doğum, ölüm tarihleri... Bazılarında vesikalık fotoğrafı. Bazılarında da hiçbir işaret yok. Ne yazı, ne de resim.”
Anlaşılacağı üzre Erdinç’in yakılan külleri bulunamaz.
Kemal Anadol, 1998’de “Milliyet Yayınları”, 2003’te “Doğan Kitap” tarafından yayınlanan “Karşı Yaka Memleket” başlıklı anı-romanında bir mezar taşından bile yoksun olarak Bulgaristan toprağına külleri karışan Fahri Erdinç ile yine onunla aynı kaderi paylaşan Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman’ın bu ve benzeri trajik öykülerini anlatmıştı.
Erdinç, Yamaç ve Deliorman, üçü de aynı kuşaktan... Üçü de Balıkesir İlköğretmen Okulu’dan arkadaş… Erdinç Akhisarlı, Yamaç Silistre, Deliorman ise Razgrad göçmeni. Ve üçü de çok partili hayata geçiş sancıları içindeki Türkiye’den 1949 yılının 8 eylül gecesi Edirne’nin Suakacağı köyü yakınlarında Tunca ırmağını geçerek Bulgaristan’a kaçarlar.
1 Ocak 1917’de Akhisar’da doğan Erdinç, 1936’da Balıkesir İlköğretmen Okulu’nu bitirir. Balıkesir, Afyon, Manisa ve Tekirdağ’ın köylerinde ilkokul öğretmenliği yapar. 1946’da sınavını kazandığı Ankara Radyosu’nda üç yıl aktörlük yapar, “Radyo Tiyatrosu”nda on kadar oyunu yayınlanır. Bir yıl sonra da devlet başkanına sataştığı gerekçesiyle tutuklanıp yargılanır ve beraat eder.
Ömrünün yarıdan çoğunu yurt dışında geçiren Erdinç, anayurdunu unutmaz. Bulgaristan’da da şiirler, hikayeler, romanlar yazar. Hem anayurdunun, hem oradaki insanların yaşadıklarını yapıtlarına yansıtır.
Yetmişli yılların başına kadar yazdıklarından Türk okurunun haberi yoktur. Bugün, “Yordam Kitap” bütün yazdıklarını yayımlamış bulunuyor.  
Ölümünden iki yıl kadar önce ben Sofya’da, o ise rahatsızlığı nedeniyle Varna’da idi. Kemal Özer telefonunu vermişti, konuştuk, fakat Bugar polisi bu konuşmadan iki saat sonra beni sınır dışı etti.
“Ayrılık Olmasaydı” şiirinde dediği gibi, “bir adım ötesi düpedüz özlem”di…
Yıllar yıllara eklense de…


05 ŞUBAT 2015, BirGün