31 Aralık 2015 Perşembe

İSİMLER KARIŞINCA...

Halit Carım, Paris’te okumuş, orada yaşamış bir Osmanlı aydınıdır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de beslediği, Fransızca bir dergi çıkaracaktır: “La Pensé Turque”…
Derginin idare yeri Tanin matbaasının bulunduğu binadadır. Bir çok yayının bulunduğu bina, yazar çizerlerin de uğrak yerlerindendir..
Halit Carim, “Makaleleri, hikâyeleri Türkçeden Fransızcaya çevirecek birini tanıyor musunuz? Her iki dili de iyi bilen birini?” diye küçük bir soruşturma yapar.
Yusuf Ziya Ortaç’ın yazdığını göre düşünürler, hafızalarını yoklarlar, tanıdıkları bir kaç ismi yarım yamalak kekelerler. (Portreler, 1960)
Sonuçta “Reşat Nuri”nin adı üzerinde birleşilir.
Hemen nerede oturduğu öğrenilir, adresine mektup yazılır, davet edilir…
İki gün sonra bir Reşat Nuri gelecektir. Ama gelen bir başka Reşat Nuri’dir. Reşat Nuri (Güntekin) yani…
Bizzat benim de tanık olduğum böyle bir isim karmaşası da, Mustafa Baydar’ın başından geçmiştir,
Cumhuriyet gazetesinde ça­lışmaya başladığım 1969 yılında Baydar, düzeltme servisi­nin şefi idi. O yıllar, düzeltme servisinde çalışan Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Ko­nur Ertop, Ertuğ Karakulluk­çu, Zeki Yücel ve benimle birlikte bütün gazetenin “Üstat” diye çağırdığı, kendi halinde, içine kapanık bir adamdı. Bütün emeli ve umudu, emekliliğini dol­durup kendisini bütünüyle “yazı”larına vermekti. Çünkü, Türk edebiyatı üzerine kitap olacak boyutta 620 kadar dosya biriktirdiğini söylerdi her fırsatta...
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirmiş, bir süre Diyarbakır’da edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Ama adı “solcu”ya çıktığından öğretmenlikten ayrılarak kapağı İstan­bul’a atmıştı. Bu konu açıldığında “Aman aman” di­yerek geçiştirirdi.
Emekliliğinin yaklaştığı günlerde yaşadığı bir olay ise dün gibi hâlâ durmaktadır anılarımın tavan ara­sında.
“Üstat” o yıllar, Ankara’da ömür defterinin son yapraklarını yazan Yakup Kadri üzerine çalışmakta­dır. Cumhuriyet gazetesi için bir yazı dizisi hazırlar, çünkü Yakup Kadri ile hemen her hafta sonu Anka­ra’ya gidip görüşmektedir.
Fakat yazı işleri diziyi yayına koymakta hiç de acele etmemektedir. “Üstat” ise hem heyecanlı, hem tedir­gindir, kimseye de bir şey söylemek yanlısı değildir. Biraz da sanırım Adnan Özyalçıner’in kışkırtmasıyla o yıllar şimdi kullanılmayan konağın üst katında otu­ran ve yazılarını orada yazan Başyazar Nadir Nadi’ye çıkar “Üstat”...
Ardını şöyle anlatacaktır:
“Kapıyı vurdum girdim. Nadir Bey adımı sordu ön­ce. Mustafa Baydar deyince birden çok heyecanlan­mıştı. Hemen odacısı Hasan Efendi’yi çağırdı, çay mı, kahve mi içeceğimi sordu. Ağzım kurumuş ama, bir bardak su istemek bile aklıma gelmiyor. Ve başla­dı soru yağmuruna: Üniversitede dersler nasıl gidi­yordu, çeviriler ne âlemdeydi? Anladım ki beni çevir­men Nasuhi Baydar ile karıştırmış... Güç bela ‘Ben’, dedim ‘aciz kulunuz 20 yıldır Cumhuriyet’in düzelt­me servisinde...’ Daha sözümü tamamlamadan Nadir Bey anlamıştı yanlışlığını. ‘Peki peki, hemen hallede­riz o sorunu’ diyerek uğurladı beni.”
Ve bir haftaya kalmadan “Üstad”ın Yakup Kadri ile ilgili yazı dizisi tefrika edilecektir.
*Bu yıl da “yen yıl” kutlu olsun!

31 ARALIK 2015, BirGün


24 Aralık 2015 Perşembe

BAŞKA NÜSHASI YOK

Vagon, Kadıköy’de Postane caddesinin en ucunda, dışarıdan bakılınca hiçbir özelliği olmayan, cam önlerini ihtiyarların tuttuğu bir kahvehane idi.
90’lı yıllarda Fazıl Hüsnü Dağlarca, birer gün arayla bu kahvehaneyi mekân tutardı.
Yıl 1995 ve Şeker Bayramının birinci günü, günlerden de cuma...
Öneri, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın o zamanki başkanı Ataol Behramoğlu’ndan geldi.
Ataol Behramoğlu, Genel Sekreter Necati Güngör, şair Eray Canberk ve ben, o gün Dağlarca’yı günlerinin çoğunu geçirdiği bu kahvede ziyaret edip bayramını kutlamıştık.  “Nerede o eski bayramlar” demeden, bir güzel geleneğin başlangıcı olması dileğiyle...
Dağlarca, kahvenin kapıya yakın bir yerinde, elinde bastonu oturuyordu.
Çaylar içilmiş, el sıkışılıp öpüşülmüştü.
Bayram da olsa şairler, şiirden başka ne konuşur?
“Şair tanrıdır” demişti Dağlarca, “ortalıkta görünmez.”
Ataol, Fransa’da kaldığı yıllarda yönettiği ve modern Türk şiiri bağlamında ağırlıklı olarak Dağlarca’dan söz eden “Anka” dergisinin 24/25. sayısını getirmişti.
Dağlarca, dergiyi karıştırmış ve sesi bir hüzün yumağı halinde düşmüştü aramıza: “Şu dergi kalınlığında bir şiir kitabım çıksın isterdim Fransızcada.”
Söz dönüp dolaşıp yaşlılığa gelmişti.
“Arkadaşlarımı gördükçe ben de yaşlanıyorum” demişti Dağlarca, “çünkü insan arkadaşlarıyla yaşlanıyor.”
Artık, akşamın karanlığı iyice inmek üzereydi.
Çaylar bir daha tazelendi
Ataol “Vakt-i kerahat gelmedi mi?” diye sorunca, “Beni bağışlayın” demişti Dağlarca, “içkiyi bıraktım, artık içmiyorum. Doktor ‘içersen bacağın kesilir’ dedi.”
Geçen yıl Kadıköy’de Sular İdaresi’nin yanında bir ev almıştı kahveye ve çarşıya yakın olsun diye...
Ama altı daireli apartmanda bir kendisi “ev” halinde, öteki daireler hep işyeri idi.
Bu yüzden de geceleri ve tatil günleri kaloriferler yanmıyordu.
“Birazdan” demişüi, “eve gideceğim, soğuk da olsa kâğıtlar beni bekliyor, gidip vasiyet yazar gibi şiir yazacağım.”
Cebinden bir şiir çıkarmıştı.
Bir “Ayrılık” şiiri, 18 şubatta yazmış...
“Bana verir misin?” demiştim.
“Yüz lira verirsen! Ama kaybetme, başka nüshası yok.”
Şiiri katlayıp cebime koymuştum.
Bayram ziyaretini bitirmenin, ayrılığın zamanıydı artık...
Yeniden el sıkışıp akşamın serinliğine atarken kendimizi, Dağlarca, kahvenin cam kenarında öylece kalmıştı.
Ve işte Dağlarca’nın daktilosundan çıkmış o şiir:

AYRILIK

Dönerim eve
Dolaşır içerde yok biri
Neler neler dinlerim küçücük görüntülerden
Birdenbire gözlerim kamaşır
Daha da güzelleşir yok biri

Bu bardağı tutmuştu ak
Kaç karanlıkta
Parmaklarının tadıyla duymuştu bu camlar
Kaç sevincin güneşini
Anımsıyor musun yok biri

İlkin avuç içine sığar ayrılık
Yerler gökler dolusudur sonra
Hayır benimki böylesi değil
Ben uzaklardayım
Burdadır yok biri

Özel gerçeğini yaşar o
Basılmış
Bitmemiş basılmış
Yazıların hepsinde ellerime değer
Yok biri

Giderken bütün yansımalarını götürse ya, götürmez
İğne ucunda kalan kokusu yaprak açar doldurur içimi dal budak
Öylesine büyür ki özlem
Bin göz kımıldanır tavanda duvarlarda
Bakışır benimle yok biri

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

17 Aralık 2015 Perşembe

YAZARIN “CİMRİ”Sİ...

Aziz Nesin, “cimri” diye bilinir, oysa tam tersine “tutumlu”dur. Düşüncelerini dobra söyleme konusunda, cimrilik bir yana oldukça da cömerttir.
Başkanı olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Yönetim Kurulu toplantılarında içilen ilk çayların parası sendika tarafından ödenirken, ikinci ve sonraki çayların parasını kim içmişse o ödeyecektir. Yine sendikaya gelen mektup ya da evrakların zarfları atılmayacak, daha sonra ters çevrilerek kullanılacaktır.
Ama Babıâli’de cimrilik söz konusu oldu mu, ilk akla gelen Tan gazetesi sahibi, yayıncı Halil Lütfü Dördüncü’dür. Mesela matbaada çöpe atılacak ampülleri biriktirdiği, daha sonra bunların metal ve cam kısımlarını ayrı ayrı sattığı söylenir. Diyelim benzine zam geldi, arabası olmadığı halde şikâyete başlayacak, nedenini de şöyle açıklayacaktır: “Biz de çakmak kullanıyoruz.” Yaşamı buna benzer tevatürlerle örülüdür.
Türkiye’de ilk kadın ve işçi hakları savunucusu, tıp (göz doktoruydu), felsefe, toplum, siyaset konularında 70 kitabın yazarı Abdullah Cevdet, gönlü çok cömert olmasına karşın, cimriliği ile bilinmektedir.
Yusuf Ziya Ortaç’a göre sahibi olduğu “İçtihad” dergisini en ucuz matbaada, en ucuz kâğıda, en ucuz mürekkeple bastırmaktadır.
Bir gün “Bu dergiyi evladım kadar seviyorum” deyince, Yusuf Ziya dayanamayacaktır: “Üstat, biraz da evlat gibi baksanız, evlatlık gibi değil.”
Yusuf Ziya’nın anlattığına göre “Türk Yurdu” dergisinde çıkan şiiri için bir “sarı altın” almaktadır. Fakat üç yıldır “İçtihad”da yazmasına karşın, beş kuruş telifi hak etmemiştir.
Bir gün yazılarının karşılığı isteyecek olur.
Sonrasını şöyle anlatıyor Yusuf Ziya:
Bir insan yüzünün bir anda bu kadar karardığını görmemiştim hiç. Nabzı durdu, nefesi durdu galiba... Sonra, her zamanki tatlı, yumuşak sese benzemeyen bir iniltiyle cümle olmayan kelimeler hıçkırdı:
- Vallahi... bilmezsiniz... Ne yapsak ki... Sizi seve­rim... Kırmak da istemem... Durun bakayım!
Durdum. O salondan çıktı, bekledim, bekledim, bek­ledim. Sonra geldi elini ceketimin dış cebine soktu, boş­luğa dökülen bir para şıngırtısı duydum:
-İçtihad'ın bütün mevcudunu takdim ediyorum, dedi, artık...
Devam edemedi. Ağlayacak diye korktum ve teşek­kürlerle ayrıldım.
Merdivenleri inerken, hayalimde hesap ediyordum:
-En az yüz şiirim çıktı şimdiye kadar... Türk Yurdu'nun ölçüsüyle birer lira verse, tam yüz lira eder... Yarımşar lira verse, elli lira eder... Bunun da yarısını verse yirmi beş lira... Yirmi beş altın! O günlerde, Beyoğlu’nun eşsiz terzisi Boter en güzel İngiliz kumaşından bir kat elbiseyi yedi liraya dikerdi. İstanbul’un en güzel lokantalarında kendinize, iki liraya bir ay ziyafet çeke­bilirdiniz!
Cağaloğlu’ndaki İçtihad Evi’nden biraz uzaklaşınca elimi cebime soktum, avucum doldu...
Bu avuç dolusu paranın hepsi... yirmi üç kuruştu!”
Eli sıkılardan bir yazar da, 87 yıllık ömrünü okumak, aramak ve yazmakla geçiren İbn-ül-Emin Mahmut Kemal’dir.
Yemez  içmez, giyime kuşama para harcamaz.
Fakat bir ömür boyu sabırla topladığı kitapları üniversiteye, biriktirdiği altınları da hayır kurumlarına bağışlayarak cömertlik gösterecektir.
Bana sorarsanız, bugüne kadar hayatımda cimrilik yapmak için ne malım mülküm, ne de param pulum oldu.


17 ARALIK 2015, BirGün

15 Aralık 2015 Salı

NASIL YAZIYORLAR?

Yazmaya gönül verdiğim 60’lı yılların başında bir daktilom olsaydı, yazı yaşamımın yönü değişir miydi?
O yıllarda internet kimin akıl ve hayalinde?
Geç kaldığım lise birinci sınıfta, adını her zaman saygıyla andığım edebiyat öğretmenim İsmet Kültür’ün kışkırtmasıyla başladım yazmaya.
Hoca edebiyattan çok, kompozisyon dersine önem verir ve her hafta küçük öykü ya da anı demetleri yazmamızı önerirdi.
Bu yazılardan seçtiklerini de bellirsiz aralıklarla çıkardığı okul dergisi “Genç Kalemler”de yayımlardı. Daha çok beğendiklerini ise İstanbul’da çıkan dergilere göndertirdi.
1962 yılının başlarında “Çocuk Haftası” dergisinde yayımlanan “Karanlık” adlı küçük öyküm İsmet Hoca’nın bu tavsiyesi üzerinedir.
Gelelim şimdi daktilo sorununa…
Evet, daktilom olmadığı için yazıları bir okul defterine yazıyordum. Bu da bir küçük öykü için 80-100 sayfalık bir defterin yarısını doldurmak demekti.
Bana oldukça uzun gelen öykü bir dergide basılınca, bakıyordum eniyle boyuyla on santimetrekare yer tutmuş…
Giderek düşünmeye başladım.
Bu öyküde anlattıklarımı şiir olarak yazsam hem daha az yazı yazmış olurum, hem de dergide yazdıklarım daha çok yer tutar ve imzam daha görünür kılınır.
Ve bir süre sonra da yalnızca şiir yazmaya başladım.
Yazı yazmayı da gazeteciliğe başlayana kadar erteledim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca ise şiirlerini kalemle defterlere yazar. Eğer kahvede ise, çünkü birer gün arayla kahvededir, aklına düşenleri eski yazıyla defterine geçirir. Çalışma masasında yedi defter, her defterin üstünde de bir kalem vardır. Yedi ayrı konuyu yazmak için yedi ayrı kalem kullanırdı.
Melih Cevdet Anday da “daktilo”ya ihtiyaç duyanlardandır.
Bir konuşmamızda “Şiir yazarken iki de bir elle yazdıklarımı daktiloya çekip görmek istiyorum. Hani o basılır gibi olur ya... Hani bitmiş izlenimi uyandırır ya... Bu bakımdan daktiloya çok ihtiyaç duyuyorum bazen.”
Ahmed Arif’in ise yazarken kalem kâğıda da, daktiloya da ihtiyacı yoktur. Bu da şöyle açıklayacaktır:
“Hep kafamda olur bu benim. Bazen unuturum, bazen hiç unutmam. Bazen unuttuğum beş yıl sonra, on yıl sonra çıkar su yüzüne. Kâğıda da yazmam. Öylece o ritmi bulurum. Şiiri kafamda yazarım yani.”
Muzaffer Buyrukçu el yazısı ile yazanlar taifesindir:
“Hikâye ya da roman konu­sunu önce karışık bir düzen içinde el yazısıyla yazarım. Son­ra daktiloya çekerim ve bu nüsha üzerinde uzun süre çalışı­rım.”
Yusuf Atılgan ise masada değil, odasındaki bir sedire oturarak, elindeki  belli bir kâğıda yazacak ve daha sonra ilk ağızda yazdığı­na son halini vermek için uğraşacaktır.
Cihat Burak’ın nasıl yazıyorsun sorusuna yanıtı şu olacaktır:
“Daktiloyla yazıyorum evde. İki parmakla tak tak, tak tak... Dışarıda ya­zarsam eski harflerle. Steno gibi, o çabuk yazılıyor.”
Geceleri geç yatan Salâh Birsel, sabah saat 10’dan önce yataktan kalkmayacak, kalkar kalkmaz da bir hazırlıktan sonra yazıya başlayacaktır:
“Kalktığım zaman, aç karnına iki bardak su çekiyorum. Bunu hiç şaşmaz bir şekilde yapıyorum. Sonra bekliyorum, o su vücudu­mun içinde gidip yerini bulsun. Bir yarım saat bekliyorum. Ardından kahvaltıya oturuyo­rum. İşte bu yarım saatlik bekleme süresini de yazı yazarak geçiriyorum. Çünkü sabahın ilk saatlerinde, diyeceğim saat on olmakla birlikte, yani yataktan kalkınca mide boşken, ka­fa çok iyi çalışıyor. Yani o yarım saatte çalı­şırsam aklımın bütün altınını kâğıdın üzeri­ne dökmüş oluyorum.”


10 ARALIK 2015, BirGün

3 Aralık 2015 Perşembe

EDEBİYATIN ECZACILARI

Tıp tarihi ve etik alanlarında çalışmalarıyla bilinen Prof.Dr. Nuran Yıldırım’dan geçen hafta bu köşede çıkan “Kolaycı Yazarlar” başlıklı yazımla ilgili bir bilgi notu aldım. Bu önemli açıklaması için Nuran Hoca’ya teşekkür ediyor ve notunu aynen aktarıyorum:
“Salâh Birsel’in kolaycı yazarlar sıralamasında başı çeken Ahmet Mithat Efendi’nin tıp tarihimizde önemli, fakat edebi kaynaklarda pek sözü edilmeyen bir görevi vardır: Karantina nazırlığı.
Ahmet Mithat Efendi, 1885 yılında Karantina Meclisi başkâtipliğine getirildiğinde, Osmanlı Devleti'nin; karayolları, karasuları ile kıyı ve limanlarındaki ticaret ve denizcilik faaliyetleriyle ilgili sağlık önlemleri alan Karantina Meclisi, yabancı devlet delegelerinin egemenliğine geçmişti. Yabancı devletlerin ticari çıkarlarına uygun kararlar alınır, karantina harcamaları Osmanlı Devleti’ne yüklenirdi.
1895-1908 yıllarında ikinci reislik, yani karantina nazırlığı yapan Ahmet Mithat Efendi, geniş kültürüyle yabancı üyeleri etkiler. Karantina teşkilatının her kademesine Türklerin gelmesi için gayret gösterir. Bu çabaları sayesinde; Servet-i Fünun dönemi şair ve yazarı Dr. Cenap Şehabettin ile Kilisli Rıfat, A. Fuad Bilgen, Ferid İbrahim Yurtsan ve Ahmed Emin gibi genç Türk hekimleri karantina teşkilatında yer alabilirler.
Ahmet Mithat Efendi’nin, "Devlet-i Aliyye-i Osmaniye'de Karantina Yani Usûl-i Tahaffuzun Tarihçesi" adıyla, Salname-i Nezaret-i Umûr-ı Hariciye’de (İstanbul 1318/1900, s. 436-474) yayımlanmış olan makalesi, Osmanlı Devleti karantina teşkilatı ve karantina tarihine ilişkin temel kaynaklardan biridir.”
Nuran Yıldırım, bilgi notunda edebiyat dünyasının şiirlerini bildiği, fakat “eczacılık”ından habersiz olduğu bir şairden, İlhami Bekir Tez’den de söz ediyor.
“Rahmetli hocam Bedi N. Şehsuvaroğlu, her Perşembe günü İ.Ü. merkez binasında bulunan Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsünde kültür toplantıları yapardı (1970-1977). Perşembe Toplantıları adıyla anılan bu toplantılara, tıp ve eczacılık tarihi ile dönemin kültür çevrelerinden katılanlar olurdu.
İlhami Bekir Tez’in eczacılık ile ilgili kitapçıkları vardı. Fakat bunlarda Bekir adını kullanmamış, “İlhami Tez” adını tercih etmiştir. Edebiyat dünyasında ise daha çok, “İlhami Bekir” olarak anılıyordu.
Onun yazdıklarını, bugün artık eczacılık tarihi çalışmalarının temel kaynaklardan biri olan EKN Tıp ve Eczacılık Dergisi’ni pek çok makalemde kullanmıştım. Afife Mat ile Halil Tekiner şair üzerine bir de  bildiri yayımlamışlardı: "Eczacılık Yayınları Yapan Bir Şair: İlhami Bekir Tez" X. Türk Eczacılık Tarihi Toplantısı (İstanbul, 6-8 Haziran 2012) Bildiriler.İ Ü Yay, 2014, s.207-215.”
İlhami Bekir’in eczacılık üzerine yazdıklarına ona “Afrika Aslanı” diyen Cemal Süreya da tanıklık etmektedir.
Süreya’ya göre, İlhami Bekir Tez’in12 şiir kitabı ve geri kalanı (para kazanmak için) eczacılık üstüne yazdıkları olmak üzere 363 kitabı bulunmaktadır.
Meraklısı için Ahmet Mithat Efendi’nin de yazdıklarının dökümünü çıkaralım.
Gazeteler: İbret, Devir, Bedir, İttihad, Osmanlı, Terceman-ı Hakıykat.
Dergiler: Dağarcık (10 cüz), Kırk Ambar (34 cüz).
Basılmamış Eserleri: Elfünnehar vennehar, Ermenistan var mıdır?
Sonraları şeyhülislam olacak Musa Kâzım Efendi ile yedi yıl çalışarak “Kur’an’ı Kerim'in Felsefesi” adıyla bir kitap yazarlar, fakat eser İslamiyeti bir cumhuriyet olarak gösterdiği için Abdülhamid'in iradesiyle müsadere olunacaktır.
 “Sevda” adı ile yazdığı roman yayımlanmamış, roman daha sonra Manastırlı Mehmed Rifat Bey tarafından tiyatroya çevrilerek “Hükm-i Dil” adı ve  (M.R.)  imzası ile 1291’de (1875) basılacaktır.
Ayrıca “Zeybekler” adlı opereti bir çok kez oynandığı halde, “Kafkas” adını verdiği romanının tiyatroya çevrilmiş şekli ile “Arnavutlar” ve “Yürek Pazarlığı” adlı iki tiyatrosu da basılmamıştır.
Şu yapıtları da basılmayanlar arasındadır: “Üss-i İmlâ”, “Üç Cins Mahlûk”,  “Osman Gazi”.
208 basılı eserine bu 15 basılmamışı da katılırsa toplam 223’e varıyor; gazete ve dergilere ile başkalarının eserlerine giren yazıları ise bu toplamın dışındadır.
Oğlu Kâmil Yazgıç'a göre de basılmamış “İntikam”, “Kürd Kızı” piyesleri ile “Zibâ” adlı bir opereti daha vardır. Bun­larla 223 rakamı 228’i  bulmaktadır. (Ahmed Midhat’ı Anıyoruz!: Haz: Hakkı Tarık Us, Vakit Yurdu, 1955)


03 ARALIK 2015, BirGün