Bir başıma kalmıştım tenhada. Dünyanın bütün
ırmakları, gölleri, denizleri kurumuştu. Akşamın ve sabahın, aydınlığın ve
karanlığın, acının ve hüznün, hayatın ve ölümün, gurbetin ve sılanın, dostluğun
ve düşmanlığın, öfkenin ve sevincin, sevdanın ve karasevdanın, gelmekte olanın
ve gidecek olanın sesi kurumuştu.
Bütün dağları ve ovaları, yaylaları ve kışlaklarıyla
dünya kurumuştu.
Bir başıma kalmıştım tenhada.
Ne bir böceğin vızıltısı, ne bir kuş kanadının
esintisi...
Hiçbir şey yoktu kalbimin çarpıntısından başka...
İnsan, günün herhangi bir vaktinde tek başına, kendi
yalnızlığında ne yapar?
Kelimeler halinde düşmüştü bir ak kâğıt üzerine kalbin
çarpıntısına değen yalnızlığın hüznü...
Kelimeler bir ‘yazı’ya düşmüştü.
‘Yazı’ da bir tenhalık değil midir?
‘Yazı’ da hayat kadar tenha değil midir?
Ayrıca, insanın yazılı ve yazısız kaç hayatı vardır?
Her yaşında kaçıncı hayatını yaşar?
Bir başıma kaldığım tenhada sayfalarında tek bir
harfin bulunmadığı bir roman olarak okumaya çalışıyordum hayatımı...
İlk şiirimi ne zaman yazmıştım?
Ergenlik sevgilimin elini ilk, ne zaman tutmuştum?
Dudağım önce saçlarının kokusuna mı değmişti, yoksa
omzundaki gamzeye mi?
Adım, ebrusu silinmiş bir damla su olarak duruyordu o
kitabın kapağında...
Kuşlardan başka hiçbir varlığın okuyamadığı...
Hangi insan kendi ‘yazı’sını ve ‘yazgı’sını okumak
istemez?
Ömründe nice yazlar ve kışlar, ilk ve sonbaharlar
geçse de, bu anlamsız harflerin gölgesi ak kâğıtlar üstüne düştükçe
yaşadıklarında, yaşamış ve yaşayacak olduklarında ne kadar bir başına kaldığını
hatırlamaya çalışacaktır?
‘Yazı’ tenhada kalmak kadar, hatırlamak ve
hatırlanmaktır da...
İnsan, ‘yazı’ ile hatırlar ve hatırlanır çünkü...
Bir başıma kalmıştım tenhada...
09 EKİM
2014, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder