Kendisini halkın “namus”unu korumakla görevli
sanan RTÜK, geçen hafta Polonya’da Nazi işgalinde yaşananların anlatıldığı ünlü
“Piyanist” filmini “şiddet” simgesi olmadan yayınladığı gerekçesi ile
Diyarbakır Özgür TV’ye uyarı cezası verdi. Film, çocuklar ve gençler için
sakıncalı imiş
RTÜK’ün AKP
kontenjanından seçilen başkanı haklı. Çünkü Diyarbakır, hȃlȃ
“muktedir”lere göre “ora”... Sanki “ora”sı hiç şiddeti yaşamamış, yaşamıyor
da...
Oysa
birçok ödüllü “Piyanist” filmi yıllar önce TV kanallarında, sinemalarda
gösterildi.
Peki,
ne anlatıyordu “Piyanist”?
Anımsanması
için on bir yıl önce yazdıklarımı yinelemek istiyorum.
Bu,
aynı zamanda “Yeni Türkiye”nin de bir göstergesi.
AKP
iktidarında nereden nereye geldiğimizin de bir kanıtı...
Eylül 1939. Varşova, Nazi bombardımanı altında bir
enkaz-şehir haline gelmiştir. Polonya radyosunda piyanist olarak çalışmakta
olan Wyadyslaw Szpilman, altı yıl boyunca savaşın şiddetine tanıklık yapar ve
anılarını kaleme alır. Szpilman’ın bütün ailesi o yılların soykırım tünelinde
kaybolmuş, kendisi ise Alman subayı Will Hosenfeld sayesinde “ölümden bir hayat
enerjisi” elde etmiştir.”
Szpilman’ın anılarından yola çıkarak Roman
Polanski’nin yaptığı üç Oscarlı filmi “Piyanist”, sinemalarımızda gösterildi. Filme
konu olan olay kitap olarak yayımlandı.
Filmin eleştirisi sinema eleştirmenlerine kalsın,
kitaptan söz etmek istiyorum. Çünkü kitabın da filmde anlatılanlar kadar hazin
bir öyküsü bulunmakta...
Szpilman’ın kitabı, savaştan hemen sonra, 1946’da “Bir
Şehrin Ölümü” adıyla yayımlanıyor. Fakat hemen Stalin yandaşlarının hışmına
uğruyor ve dağıtımdan çekiliyor. Yıllar sonra ise Szpilman’ın hayatta kalmasını
sağlayan Hosenfeld’in günlüğünden parçaları da bünyesine alarak yayımlanıyor.
Tabii Hosenfeld’i bir Alman değil de Avusturyalı olarak göstererek...
Peki, kim bu Hosenfeld?
Birinci Dünya Savaşı’nda teğmen olarak görev yapmış
bir öğretmen... İkinci Dünya Savaşı’nda, Alman askerlerinin spor yarışmaları ve
atletizm sayesinde formda kalmalarını sağlamak amacıyla Varşova’ya spordan
sorumlu subay olarak atanıyor.
Fakat savaşın en acımasız günlerinde nefret edilen
“efendi” ırktan birisi olarak koruyucu melek rolünü oynayacak ve Varşova’da
yıkıntılar arasında bulduğu Szpilman’ı öldürmek bir yana besleyecek, paltosunu
dahi armağan edecektir.
Hosenfeld, Szpilman’dan başka insanları da
kurtaracaktır.
Mesela bunlardan biri Gestapo’nun aradığı Poznanlı
Maciej Cieciora’dır. “Cichocki” adına sahte bir kimlik düzenleyerek Cieciora’yı
Gestapo’nun elinden alacaktır, talihin cilvesine bakın ki, Cieciora’nın oğlu da
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Hamburg’da Polonya konsolosu olarak
görev yapacaktır.
Ama savaş zamanı, “melek”ler yalnızca kendilerini
koruyamıyorlar.
Szpilman’a verdiği “hayat” enerjisi kendisine “ölüm”
olarak dönecektir. Ve Stalin’in ölümünden bir yıl önce, Stalingrad’da bir savaş
esirleri kampında ruhu zedelenmiş olarak ölecektir. Esaret hayatı da işkence
altında geçmiştir, çünkü Sovyet subayları bir Yahudiye kurtardığına asla ve
hiçbir zaman inanmamışlardır. İnançlı bir adam olarak ne dostlarını, ne
düşmanlarını kendisine inandırabilmiştir.
Bundan daha hazin bir hikȃye olabilir mi? Ama oluyor. Çünkü Szpilman’ın hikȃyesi kadar Hosenfeld’inki de
hazin...
Bugün Ortadoğu’da da
yine bombaların esaretinde insanlar ölüyor, en çok da çocuklar... Polanski
ustalığında “yönetmen”ler, savaşın “ölüm” enerjisi taşıyan her anını hafızamıza
kazıyorlar.
Çünkü soru hiç değişmiyor dün de, bugün de:
“Ölümden nasıl bir hayat enerjisi elde edilir ki?”
KOKU
Her gün okula
ekmek kokusu
getiriyor
sıra arkadaşım
Kimse bilmiyor ama
fırında çalıştığını
18 EYLÜL 2014, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder