18 Eylül 2014 Perşembe

PİYANİST KİM?

Kendisini halkın namus”unu korumakla görevli sanan RTÜK, geçen hafta Polonya’da Nazi işgalinde yaşananların anlatıldığı ünlü “Piyanist” filmini “şiddet” simgesi olmadan yayınladığı gerekçesi ile Diyarbakır Özgür TV’ye uyarı cezası verdi. Film, çocuklar ve gençler için sakıncalı imiş
RTÜK’ün AKP kontenjanından seçilen başkanı haklı. Çünkü Diyarbakır, hȃlȃ “muktedir”lere göre “ora”... Sanki “ora”sı hiç şiddeti yaşamamış, yaşamıyor da...
Oysa birçok ödüllü “Piyanist” filmi yıllar önce TV kanallarında, sinemalarda gösterildi.
Peki, ne anlatıyordu “Piyanist”?
Anımsanması için on bir yıl önce yazdıklarımı yinelemek istiyorum.
Bu, aynı zamanda “Yeni Türkiye”nin de bir göstergesi.
AKP iktidarında nereden nereye geldiğimizin de bir kanıtı...
Eylül 1939. Varşova, Nazi bombardımanı altında bir enkaz-şehir haline gelmiştir. Polonya radyosunda piyanist olarak çalışmakta olan Wyadyslaw Szpilman, altı yıl boyunca savaşın şiddetine tanıklık yapar ve anılarını kaleme alır. Szpilman’ın bütün ailesi o yılların soykırım tünelinde kaybolmuş, kendisi ise Alman subayı Will Hosenfeld sayesinde “ölümden bir hayat enerjisi” elde etmiştir.”
Szpilman’ın anılarından yola çıkarak Roman Polanski’nin yaptığı üç Oscarlı filmi “Piyanist”, sinemalarımızda gösterildi. Filme konu olan olay kitap olarak yayımlandı.
Filmin eleştirisi sinema eleştirmenlerine kalsın, kitaptan söz etmek istiyorum. Çünkü kitabın da filmde anlatılanlar kadar hazin bir öyküsü bulunmakta...
Szpilman’ın kitabı, savaştan hemen sonra, 1946’da “Bir Şehrin Ölümü” adıyla yayımlanıyor. Fakat hemen Stalin yandaşlarının hışmına uğruyor ve dağıtımdan çekiliyor. Yıllar sonra ise Szpilman’ın hayatta kalmasını sağlayan Hosenfeld’in günlüğünden parçaları da bünyesine alarak yayımlanıyor. Tabii Hosenfeld’i bir Alman değil de Avusturyalı olarak göstererek...
Peki, kim bu Hosenfeld?
Birinci Dünya Savaşı’nda teğmen olarak görev yapmış bir öğretmen... İkinci Dünya Savaşı’nda, Alman askerlerinin spor yarışmaları ve atletizm sayesinde formda kalmalarını sağlamak amacıyla Varşova’ya spordan sorumlu subay olarak atanıyor.
Fakat savaşın en acımasız günlerinde nefret edilen “efendi” ırktan birisi olarak koruyucu melek rolünü oynayacak ve Varşova’da yıkıntılar arasında bulduğu Szpilman’ı öldürmek bir yana besleyecek, paltosunu dahi armağan edecektir.
Hosenfeld, Szpilman’dan başka insanları da kurtaracaktır.
Mesela bunlardan biri Gestapo’nun aradığı Poznanlı Maciej Cieciora’dır. “Cichocki” adına sahte bir kimlik düzenleyerek Cieciora’yı Gestapo’nun elinden alacaktır, talihin cilvesine bakın ki, Cieciora’nın oğlu da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Hamburg’da Polonya konsolosu olarak görev yapacaktır.
Ama savaş zamanı, “melek”ler yalnızca kendilerini koruyamıyorlar.
Szpilman’a verdiği “hayat” enerjisi kendisine “ölüm” olarak dönecektir. Ve Stalin’in ölümünden bir yıl önce, Stalingrad’da bir savaş esirleri kampında ruhu zedelenmiş olarak ölecektir. Esaret hayatı da işkence altında geçmiştir, çünkü Sovyet subayları bir Yahudiye kurtardığına asla ve hiçbir zaman inanmamışlardır. İnançlı bir adam olarak ne dostlarını, ne düşmanlarını kendisine inandırabilmiştir.
Bundan daha hazin bir hikȃye olabilir mi? Ama oluyor. Çünkü Szpilman’ın hikȃyesi kadar Hosenfeld’inki de hazin...
Bugün Ortadoğuda da yine bombaların esaretinde insanlar ölüyor, en çok da çocuklar... Polanski ustalığında “yönetmen”ler, savaşın “ölüm” enerjisi taşıyan her anını hafızamıza kazıyorlar.
Çünkü soru hiç değişmiyor dün de, bugün de:
“Ölümden nasıl bir hayat enerjisi elde edilir ki?”

KOKU

Her gün okula
ekmek kokusu getiriyor
sıra arkadaşım

Kimse bilmiyor ama
fırında çalıştığını

18 EYLÜL 2014, BİRGÜN



Hiç yorum yok: