Ceviz büyüklüğünde bir kafa, kafanın içinde ses veren
minik bir metal parçası, bir de söğüt dalı misali ince bir saptan oluşan
bedenine geçen zamanın kiri ve tozu sinmişti.
Yüzü, kara bir tülün ardında görünmüyordu adeta...
İki saat uğraştıktan sonra önce yüzünden tülü
kaldırdım, sonra bedenini temizledim tozdan ve kirden...
Gümüş parlaklığıyla yeniden doğdu sanki...
Sapında imza niyetine “H.E.” imzası, el yapımı olduğunun
kanıtıydı.
Peki, kimdi bu “H.E.”? Bu gümüş çıngıraktan başka
hangi oyuncuklara imzasını atmıştı?
İşte, meraka değer bir hayat...
Bu bir çıngıraktı, çocukluğumdan kalan tek ve yegâne arkadaşım.
Bir büyülü fener misali çocukluğumu aydınlatıyor şimdi
de...
Altı yaşımda Erzurum’da, yedi yaşımda Horasan’da,
sekiz yaşımda Yağanbaba köyünde nice geceme eşlik etmiş, rüya ve hülyalarımın
yoldaşı olmuştu.
Sapının ucunda leblebi büyüklüğündeki topuzu
dişlerimin arasına alır öyle mi uyurdum?
Annem, ruhumu kuşatan cinleri onun sesiyle mi kovardı
bedenimden?
Çobandede köprüsünün altını mekân tutan balıkları onun sesiyle mi avlardım? Onun
sesine mi yuva kurardı bahar leylekleri, yaz kartalları?
Annem, onun sesiyle mi çağırırdı çocukluğunun İzmir
gurbetini, benim Erzurum hasretine?
Her gece masalların kapısını onun sesiyle mi açar, her
sabah onun sesiyle mi kapardı rüyalarımın penceresini?
Şimdi de annemin sesini andıran sesi hiç değişmemiş...
Benden sonra doğan kardeşlerim Makbule, Şefik ve
Mahmure çıngırağımla arkadaş olmuşlar mıydı? Muhtemelen benden sonra onlara da
oyun yoldaşlığı yapmıştır o çıngırak...
Fakat yetmişe ulaşan yaşımla yaşıt olduğuna göre o
çıngırak, yalnızca benim çocukluğumun yoldaşı idi. Başka türlü nasıl
dayanabilirdi bu ömrün hasreti ve gurbetine?
Peki, ben kadirşinas arkadaşı olarak onun şiirini
yazabildim mi şimdiye kadar?
İtiraf etmeliyim ki, hayır... “Kampana” şiirimde, adı
üzerinde “kampana”yı, “zil”leri yazdım da bir “çıngırak”ın hayatını dökemedim
mısralara...
Ama şimdi, tek oğluma para pul, arsa tapu, ad sandan
önce bırakacağım bir küçük, fakat değeri benim için paha biçilmez bir armağanım
var.
Bende olduğu kadar, onun çocukluğunda da hatırası
olan, onun ve benim çocukluğumla yaşıt bir oyuncak...
Bir çıngırak...
Oğlumun çocuklarına, benim torunlarıma bir armağan...
Geçmişi olduğu kadar, şimdiyi ve geleceği de
aydınlatan bir büyülü fener...
Annesi de oğlumun ilk oyuncağını saklıyor, anıları ve
çocukluğu ile...
Bütün bunların kanıtı mı?
Kanıtı geçen hafta BirGün’de yayımlanan bir haberin içindeydi. 1948’den beri Kayseri’de, Kültepe Kaniş-Karum
kolonisinde yapılan kazı çalışmalarında dünyanın en eski oyuncağı sanılan bir
çıngırak bulunmuştu. İlginç olanı da
kazıda bulunan ile benim çıngırağımın bire bir benzerliği… Biçim olarak ikisi de
aynı idi, tek fark onun kilden, benimkinin metalden oluşu…
Siz de çocukluğunuzdan bir oyuncağı saklayın, adı her
ne kadar “oyuncak” da olsa sakladığınız aslında kendi çocukluğunuz, daha
doğrusu kendinizdir.
Hayattır çünkü...
SİMİT
Bugün de
okula gelmedi
Mustafa
Yarın gelir mi?
Belki
simitleri satarsa…
28 AĞUSTOS 2014, BİRGÜN