Şiir kitabına ad koymak,
bir anne-babanın çocuğuna ad koymasına benzer. Çünkü çocuk gibi, kitabın adı da
hem o kitabı içeren şiirlerin, hem de yazan şairin kimliğidir.
70’li yılların efsane Cem
Yayınevi’nin yöneticisi Oğuz Akkan, ki o dönem çok önemli şiir kitapları
yayımlamıştır, kitabın adının içerdiği şiirlerden biri olmasını yeğlerdi.
Kimi kitapların adını da
çocuğun adını dedesi-ninesi koyduğu gibi başka bir şairin koyduğu da olmuştur.
Örneğin benim ilk şiir kitabım “Kuş Tufanı”nı Kemal Özer koymuştur.
Şairlerle söyleşi yaparken
kitabının adının kökenini de sormak isterdim. Kim bilir ne ilginç sonuçlar
çıkardı.
Birkaç örnek vermek
isterim.
Örneğin, Oktay Rifat’ın
“Âşık Merdiveni” kitabı 1958 yılında yayımlanır. Şair, “Yeditepe” dergisinin
1-15 Haziran 1959 tarihli sayısında, Metin Eloğlu’nun “Şiir yazılmasa ne
olurdu?” sorusunu yanıtlarken “Âşık Merdiveni” adı üzerine şunları
söyleyecektir:
“Âşık merdiveni bir
bitkinin adıdır. Sıra sıra, ince yapraklı, herhangi bir saksı bitkisi. Kim
bilir kim ona bu adı kim takmış? Ayırmış onu şebboy’dan, papatya’dan. Ona bir
tat, bir anlam aşılamış. Onu yaşayışımıza karıştırmış. Bitkiyi toprağa ekmek,
yeşertmek kadar önemli bir iş bu. Şunu söylemek istiyorum: Bu bitkiye âşık
merdiveni adını takan kişi ona sadece şiirce bir ad bulmakla kalmamış, o
bitkinin kişiliğini, anlamını da yaratmış. Kısaca diyebiliriz ki, gerçekten
doğan şiir, bütün yaratıklar gibi, boş durmuyor, yaratılır yaratılmaz yaratıcı
oluyor.”
Cemal
Süreya da 1958’de ilk kitabı “Üvercinka”nın ne olduğunu şöyle açıklayacaktır:
“Üvercinka
anılması güvercinle karışık bir ad. Bir kadın adı. Barışa, aşka, dayatmaya
dönük bir kavram: Kitaba ad olarak seçmeme gelince bunun iki nedeni var. Birisi
belli: Günümüz şiiri ve bu arada benim şiirim kelimeyi zorlayan bir şiir. O
adla şiirimi özetlemiş ya da bir parça belirtmiş oluyorum. Şiirimden ufak, ama
anlamlı bir kesit vermiş oluyorum galiba. İşin ikinci nedeni son derece özel,
salt günlük yaşamama ilişkin bir şey.”
Behçet
Necatigil inceliklerin şairidir; hem şiirleri, hem davranışlarıyla…
“Zebra”
kitabı Nisan 1973’te Memet Fuat’ın yönettiği “de Yayınları” arasında çıkar.
Necatigil,
yine Memet Fuat’ın yönettiği “Yeni Dergi”de genç şairlerden seçmeler yapmaktadır.
Bir kaç ay önce de benim “Eflâk” şiirimi bu seçmelere almıştır.
10
Nisan 1973’te “Zebra”yı şöyle imzalayacaktır:
“Sevgili
Refik Durbaş’a her iyi şiir bir eflâk kesimidir.”
“Zebra” Türk şiirinde az
duyulmuş bir isimdir. Bizim doğamıza da aykırıdır. At türünden bir hayvandır,
Afrika’nın ormanlık bölgelerinde sürü halinde yaşar.
Behçet
Hoca 1973 yılı mayıs ayında Doğan Hızlan’a “Zebra”nın hikâyesini ifşa
edecektir:
“Zebra,
Afrika dışı ülkeler için, hayvanat bahçelerinde, sirklerde göstermelik bir
hayvandır. (...) Benim görüşümle her sanatçı da değişik çevreler, ortamlar
için, az çok bir tel örgü yaratığıdır, terbiye edilmek istenen bir yabandır. (...)
Bir sirkten ötekine götürülür, bir hayvanat bahçesinde anlayışlı, anlayışsız
bakışlara peşkeş çekilir. Bir katlanıştır bu. Zebranın katlanışında bir rintlik
de vardır. ‘Siz beni yadırgayın, eğlenin benimle, ama dirilirim, yıkıldıkça
dirilirim. Ya sizin diriniz? Ölüden farklı mı sanki, neyin farkındasınız?’ der
gibidir zebra.”
Kitaplar misali, şiirlerin adları da kimi zaman espri konusu
olabilecektir.
Nahit Ulvi Akgün’ün “Dul Ümmü’nün Yası”
başlıklı şiiri, 1939 yılın temmuz ayında “Yücel” dergisinin 53. sayısında
yayımlanır.
Salâh Birsel, Akgün’ün bu şiirde “sarı inek”e
ağıt yaktığına değinerek, “Nahit Ulvi, şiirine öküzü sokarak Türk edebiyatını
ahıra çevirdi” diyecektir.
Nahit Ulvi’nin buna yanıtı ise şöyle
olacaktır:
“Birsel bu... Bu satırları yanılmıyorsam
içki masasından kaleme almış... Çünkü şiirdeki sarı ineği, öküz yapmış...
Ayrıca işlediğim temayı esprisine uydurmaya çalışmış... Ama uyduramamış...”
Ne demişler?
Şairdir, ne yapsa yeridir...
14 KASIM 2013, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder