26 Nisan 2013 Cuma

TAKVİMDEN BİR YAPRAK


Alman doğubilimci Andreas David Mordtmann, 1811’de Hamburg’da dünyaya geliyor. 1846’da Kuzey Almanya Kentleri Birliği Hansa’nın temsilciliği yapmak üzere yolu İstanbul’a düşüyor.
On üç yıl bu görevde kalan Mordtmann, daha sonra ülkesine dönmeyerek 1860’ta yeni kurulan ticaret mahkemelerinde yargıç olarak görev yapıyor.
1879’da kalp krizinden ölünce Feriköy Protestan mezarlığında toprağa veriliyor.
 Mordtmann, Gertraude Songu-Haberman çevirisiyle yayımlanan “İstanbul ve Yeni Osmanlılar” (Pera Yayıncılık) kitabında Tanzimat dönemi ile II.Abdülhamit döneminin ilk yılları için gerek Osmanlı tarihi gerekse İstanbul’un politik ve kültürel tarihi hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler vermektedir.
 Son yıllarda gündemde olan “Yeni Osmanlı” kavramına küçük bir katkı niyetine bu kitaptan kimi ilginç saptamaları “yorumsuz” olarak ilginize ve bilginize sunmak istiyorum.
Paraya doymayan bir hükümdar, ulusal ekonominin temel bilgilerine bile sahip olmayan bir hükümet, borca batmış bir sürü paşa ve bunları avucunun içine almış vurguncular, dolandırıcılar ve bu rezaletleri göklere çıkaran satılmış basın...
Bu nedenle israfı sürdürebilmek için ülkenin vergi kaynakları sonuna kadar zorlanır; devletin gelir-gider bütçesi iki misli arttırılır. Vergi alınabilecek ne varsa vergiye tabi tutulur, ardından ek vergiler konur. Birçok sanayi dalı yavaş, ama kesin bir çöküşe doğru gitmeye başlar.
Gerekli ve yararlı çalışmalar için ne kadar az harcama yapılmışsa, gösterişli ve gereksiz yapılar için de o kadar fazla para akıtılmıştır.
İnşa edilen yapılar bazen bir kapris uğruna yıktırılarak değişik bir biçimde yeniden hayata geçirilir.
Delinin biri eski binaları yaptırmış yöneticilerin inşaat biter bitmez öldüklerini anlatmıştır.
Bu sırada da tahttan indirilmesine birkaç ay kala padişah, Dolmabahçe Sarayı’nın yakınında büyük ve görkemli bir caminin inşa edilmesini buyurur.
Padişah, bu caminin İstanbul’un bütün öteki camilerinden daha büyük ve gösterişli olmasını arzu etmektedir; üstelik camiden geçilmeyen bir semtte...
Süregelen yozlaşmalar nedeniyle tarafsızlık ve temiz ahlak bakımından sicili zaten pek parlak olmayan yargıç camiasının artık eskisinden daha fazla yolsuzluklara ve rüşvete bulaşması kaçınılmazdır.
Okullarda eğitim düzeyi düşüktür ve öğretmenler yaşam koşullarının ağırlığı altında ezilmektedirler.
Yayın organları içler acısı bir durumdadır. Tarihi gerçeklerin haklı çıkarmadığı yoğun bir şovenizm, bütün gazetelerin ortak özelliğidir.
Harbiye’nin üst idare kademelerinde birkaç akıllı adam vardır; koşulların uygun olmasından yararlanarak harbiye okullarının, hastane ve kışlalarının durumunu düzeltirler; böylece  işe yarar subay ve kurmaylardan bir çekirdek kadro meydana getirirler. Fakat bu adamların çalışmalarına ne yazık ki, çok fazla müdahale edilir.
Bütün bunların sonucunda da bir devlet, zengin ve bereketli toprakları sahipken büyük bir borç altında kalıp iflasını ilan edecektir.
Bunun içindir ki, tarih alınacak derslerin aynasıdır.

25 NİSAN 2013, BİRGÜN

20 Nisan 2013 Cumartesi

AY TOPLAMA ZAMANI...


Rivayet ederler ki, vakti zamanında yüzünün ışığı âlemi aydınlatan Birgi Baba adında bir ulu kişi Balıkesir'de miras işleriyle görevlidir.
Yirmi yıl kadar sürdürdüğü bu işin karşılığında da küçük bir para alır.
Ama günün birinde okuduğu bir hadis-i şerifte bu iş için para alınamayacağını öğreniverir.
O günden sonra da asasını eline alarak yollara düşer ve Ödemiş’in Bozdağ yamaçlarında bir yere yerleşir.
Bu yer, sonraki yıllarda Aydınoğlu Beyliği'ne başkentlik yapacak “Birgi” adıyla tarihe geçecektir.
Birgi, şimdilerde yaklaşık 2200 nüfusu ve Safranbolu misali bozulmamış kent dokusuyla ilginç bir yerleşim birimi...
ÇEKÜL Vakfı, on beş yılı aşan bir çalışma sonunda çoğu yıkılmaya yüz tutan evleri onararak Birgi’yi bir çekim merkezi haline getirdi.
Bu çabada özellikle Birgi’de yaşayanların çabası çok önemliydi.
Naif ressam-arkeolog Emin Başaranbilek de bu çabaya omuz verenlerden... Bir ÇEKÜL gönüllüsü olarak Birgi üzerinde çalışmalarda bulunuyor.
Iliette Tendeiro ve Julie Lafortune’nin desenleriyle bezediği “Birgi’ye Bakmak” denemeleri de bu çalışmalardan biri...
Başaranbilek, “deneme”sinde rivayetlerden söz etmiyor ve soruyor: Nedir Birgi’yi önemli kılan?
“Bizans döneminde kaleli bir kent olan Birgi’nin 1307 yılında Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından alınmasıyla oluşan ve Osmanlı Dönemi’nde zenginleşerek günümüze ulaşan kent dokusu ile Selçuklu’dan Beyliğe, Beylik’ten Osmanlı’ya geçişin, Cumhuriyetle birlikte kurtuluşun ve kuruluşun izlerini taşımasıyla Türk yerleşim tarihinin önemli bir kenti olmasıdır.” 
Başaranbilek, Birgi’nin tarihsel konumunu, bu konumda kent-insan ilişkisini irdelerken doğal coğrafyasının fotografisini de çıkarıyor:
“Birgi’yi dağ, ova, bayır, dere, tepe, ev, konak, anıt, su, ağaç, böcek olarak görmez; lacivert göğün, dalgalı bulutların altında –kendiliğinden oluşan iç huzuruyla- tümü birden olursunuz. (...) Burada mevsim ne olursa olsun, bazı günler yaşarsınız bunu. Doğanın kendini zamansız ve kendiliğinden kurgulamasını kim düşünebilir? İşte burada beşinci mevsim; ay toplama zamanıdır...”
“Birgi’ye Bakmak” önemli bir kent monografisi örneği ve bu tür denemelere ne kadar gereksinim duyduğumuzun da bir kanıtı...

ÜZGÜNÜM FAZIL SAY...
Fazıl Say, Ömer Hayyam’ın bir dörtlüğünü sosyal medyada paylaştığı için cezalandırıldı!
Say, kararın ardından “Mahkeme sonucu çıkan karar için yurdum adına çok üzgünüm. İfade özgürlüğü açısından hayal kırıklığına uğradım. Hiçbir suçum olmamasına rağmen ceza almış bulunmam şahsımdan çok, Türkiye’deki ifade ve inanç özgürlüğü adına kaygı vericidir" diye açıklamada bulundu.
Anlaşılıyor ki, ifade ve inanç özgürlüğü ileri demokraside kültür ve sanattan sorumlu yetkililer nezdinde “yargı kararları” ile sınırlı...
Bir şair olarak ben de üzgünüm...
Hem yurdum için, en çok da Ömer Hayyam için...

18 NİSAN 2013, BİRGÜN

14 Nisan 2013 Pazar

DALA ERİK DÜŞTÜ


Gençliğimin genç İzmir’inde ayaklarını körfeze uzatmış balkonun baş ucunda dururlardı: Biri çam, biri dut, biri erik ağacı...
Bir de kokusu bir büyük varile hapsolunmuş yasemin ile yapraklarının lezzeti güneşe tente misali duran bir asma...
Gece, yaseminin kokusunu bedenime sararak uyurdum.
Gündüz, dut ağacının iki kırık dalı salıncağı olurdu uykularımın...
Meyvesini hiçbir zaman tadamadığım erik çiçeğe durduğunda bahar müjdesini verirdi:
“Temizle hafızanın kilerini, az sonra gönlünün kapısı önündeyim.”
Ve bahar gelirdi.
Asmadan bir salkım koruk, anneannemin anıların harcıyla pişirdiği bamyanın lezzeti olurdu.
Dut silkelerdik komşu kızlarının basma pazenden mamul eteklerine...
Papatyalar dizerdik çam ağacının iğne iplik parmaklarına:
“Seviyor sevmiyor, seviyor sevmiyor, seviyor sevmiyor...”
Papatya bir kır lalesine dönüşürdü, kır lalesi kalbime, kalbim komşu kızının sevdasına...
Sevda, bahara dönüşürdü.
Hülyalarımın ipiyle uçurtmalar salardım gökyüzünün ovasına...
Aşk üzre mısralarla donatırdım uçurtmanın bedenini de...
Aşk üzre şiirlerle kenarları marjlı, çift çizgili defterleri...
Gençliğin mavi yelkenlisi yaşlılığın sularında yol aldıkça, bütün bunların daha sonra gerçekten “şiir” olmadığını anlayacağım halde...
Şiir bir itiraftı çünkü...
Hayatın itirafı...
Aşkın itirafı...
Sevginin ve sevdanın, hüznün ve gururun, ayrılık ve kavuşmanın, acının ve sevincin itirafı...
Bir de unutulmanın ve hatırlanmanın...
Bir de gençliğimizin itirafı...
Bir de anıların...
Çünkü bahar da bir itiraftı:
“Bekleyeceğim seni ömrüm boyunca.”
“Yapacağım tek şey, seni unutmak olacaktır”
“Anla artık, seviyorum işte seni.”
Şimdi geç gençliğimin penceresinde bir daha bakıyorum bahara...
Bir kadın balkonda çamaşır asıyor. İki serçe yeni bir yuva yapma telaşında. Leylekler daha gelmedi, ama gelecekler. Bir çocuk dedesiyle güvercinleri yemliyor masumiyetinin heybesinden. Güneş, bedenimi yakıyor, yaksın...
Unuttum komşu kızların yüzlerini, hatıraları hatıramda yaşasa dahi...
Ama ne o geceler boyu yorganım olan yasemin kokusunu unutabildim, ne güneşe tente misali duran asmada olgunlaşan korukların lezzetini...
Dala erik düştü bugün çünkü, gönlüme bahar...

CAN YÜCEL’DEN ANLAYANA

Cümlemiz cümle değildir,
Çoğumuz bir kelime bile etmez,
Ümmîdirler kendileri,
Bakmayın aydından saydıklarına!

11 NİSAN 2013, BİRGÜN

5 Nisan 2013 Cuma

BELGRAD ORMANINDA TALAN


Tiryakisi bilir, nargile içmenin dört ana koşulu vardır: Şişe, köşe, Ayşe ve meşe… Yani nargilenin şişesi iyi olacak, sakin bir köşede içilecek, tütününü güzel bir hatun saracak ve ateşinde meşe kömürü yanacak…
Meşe, yüzyıllardır kutsal bir ağaç olarak biliniyor. Meyvesi olan palamudun özel güçlere sahip… Meşe palamudundan yapılan tılsımların, kolera gibi hastalıklara iyi geldiğine; uzun ömürlü meşe ağacının insanlara uzun ömür vereceğine ve üzerinde meşe palamudu taşıyan kimsenin hiç yaşlanmayacağına inanılıyor.
Ülkemizde doğal olarak yetişen 18 adet meşe türü var.
Dünyada ise yaklaşık 400 adet meşe türü bulunmakta...
Meşe ormanları, Türkiye ormanlarının yüzölçümüne bakıldığında çam ormanlarından sonra ikinci sırada yer alıyor, bir başka deyişle yaklaşık olarak ormanlarımızın % 25’ini kaplıyor. Bu oran Belgrad ormanlarında yüzde 75. Dolayısıyla Türkiye’nin önemli meşe ormanlarından biri...
Belgrad ormanının zenginliği yalnızca “meşe”leriyle sınırlı değil…
Ormanda 18 memeli türü mevcut.
107,5 ha büyüklüğündeki “Av Üretme Sahası”nda yaklaşık 140 dolayında geyik yaşamakta...
Ayrıca 17 takıma ait 41 familyadan 146 kuş türü saptanmış...
Türkiye’de gözlenen kuş türü sayısının 450 kadar olduğu düşünüldüğünde bu sayının oldukça fazla olduğu söylenebilir.
Belgrad ormanı son 130 yıl içinde üçte bir oranında küçülmüş bulunuyor.
Orman, 1950’de Tarım Bakanlığı’nın isteği üzerine, 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 5653-43. maddesi gereğince muhafaza ormanı statüsü kazanmıştı.
Orman günümüzde plansız gelişmenin getirdiği yoğun stresle karşı karşıya.  Ormanda bulunan dinlenme yerlerindeki ağaçların yüzde 60’ı hasta; ileride bu alanlar ağaç ve yeşil dokudan yoksun çıplak alanlar olabilir. Ayrıca hidrolojik denge bozuluyor, yaşlı meşelerde tepe kurumaları görülüyor. Bütün bunlara karşın son yıllarda yapılan yasal düzenlemelerle “yetki karmaşası” içinde olan orman, tehlikelere karşı savunmasız bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyor.
ÇEKÜL Vakfı, Belgrad ormanını bu durumundan kurtarmak için bir kampanya başlatmış bulunuyor. Ayrıca Tabiat Kanunu İzleme Girişimi’nin kanun tasarısının yeniden düzenlenmesi için başlattığı “Doğa İçin Ses Ver” imza kampanyasının destekçisi...
Ormanın kurtarılması için gereken önlemler ise şöyle:
Ormanda “Tabiat Parkı” uygulamasından vazgeçilmeli, Belgrad “Muhafaza Ormanı” olarak kalmalı…
Rekreasyonel kullanım koruma anlayışı gözetilerek sınırlanmalı…
İstanbul’un kuzeyi yerleşime açılmamalı…
Ormanın kuzeyinden geçecek üçüncü köprünün yapımından vazgeçilmeli…
Ormanın yönetimi tek elde toplanmalı, sivil toplum örgütleri ile birlikte bir danışma kurulu oluşturularak bilimsel verilerle yönetilmeli…
Rant ekonomisi dur durak bilmiyor. Dereleri kurutuyor, çağlayanları dinamitliyor, dağları parçalıyor, ormanları yağmalıyor.
Yeraltı, yerüstü kaynaklarımız heba ediliyor.
İnsanoğlu, doğasına karşı nasıl bu kadar zalim olabilir?

04 NİSAN 2013, BİRGÜN