22 Şubat 2013 Cuma

BENCE DE PUŞKİN…


Halkını ve yurdunu sevdiği için “sürgün”de yaşamaya mahkûm ettiğimiz sevgili dostum, can arkadaşım Osman Özgüven’in, büyük bir özveri ile Dikili Festivali’ni yaptığı günler.
Festivalin bir ayağı Dikili’de yapılıyor, bir ayağı Midilli’de…
Bir akşam, birkaç arkadaş Midilli adasının başkenti sayılan Mitilini’nin ara sokaklarında dolaşmaya çıktık. Sahilin iç kesiminde, ara sokakta, beş masalık bir meyhane görünce “Vakti kerahattir” diyerek oturduk.
Hemen bir büyük “uzo” söylendi; ardından da beyaz peynir, patlıcan salatası türü mezeler…
Meyhanenin hem sahibi, hem garsonu Mitilinili yaşlı Rum’un ilk sözü “Burada içki öyle içilmez.” oldu.
Midilli uzosunun bir özelliği var: Karşı yakadan, yani Balıkesir, Ayvalık yöresinden gidenler yaptığı için “anason”lu; su eklediğinizde süt beyazı oluyor: “Barbayanni”… Üç kadeh dolusu “Barbayanni” geldi masaya. Biz bir yudum aldıkça, önümüze ya bir parça domates konuluyor, ya beyaz peynir… Arada bir gaz ocağında kızartılan istavritler ise “ara sıcak”lar...
Bir mezemiz de yaşlı Rum’un sohbeti…
Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıllar… Duvarlarda Lenin’in çeşitli dergilerden, gazetelerden kesilmiş resimleri… Aralarda Fenerbahçeli Lefter’in, Beyoğluspor’un posterleri… “Sosyalizm” diyen, “İşçiler birleşiniz” diyen yarı Türkçe, yarı Rumca yazılar…
Cep saatinin kapağında dahi Lenin’in mineli bir sûreti…
“Satar mısın?” diyorum.
İşkencede tırnakları sökülmüş ayak parmaklarını gösteriyor.
“Lenin için bu tırnakları Baba Karamanlis’e vermişim, onun yadigârıdır; sen olsan satar mısın?” diyor.
O günden sonra kapağında “Lenin” olan bir cep saatim olmasını istedim. Böyle bir saat bulamadım, ama bu olaydan on yıl kadar sonra Lenin’in bir büstüne sahip olabildim.
Nâzım Hikmet’i anmak için Moskova’daydık. Arbat sokağının oralarda dolaşırken kaldırım kenarında bir adam, 3-5 Dolar karşılığında matruşkalar, çeşitli el işi eşyalar satıyordu. Bunların arasında da 20-25 santim boyunda bir Lenin büstü…
O büst şimdi çalışma masamda…
Zaman zaman konuşuyoruz. Geçenlerde anlatıyordu:
“Yıl 1921, anarşizmin baş kuramcılarından Kropotkin’in öldüğü gündür.
O gün, gençlerin “toplu olarak” nasıl yaşadıklarını görmek istedim.
Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidildi.
Kıtlık yıllarıydı. Çıplak tahtalar üzerinde yatılıyor, ekmek bulunamıyor. Hemen yağsız tutsuz bir bulgur çorbası pişirildi.
Çorbalar içilirken gençler beni soru yağmuruna tuttular.
Ben ise kaçamak yanıtlar veriyor, sorularını soru sorarak karşılamaya çalışıyordum:
“Neler okuyorsunuz? Puşkin hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Hayır!” diye bağırıyordu gençlerden biri, “Burjuvanın biridir o. Biz Mayakovski’nin şiirlerini okuyoruz.”
O an gülümsediğimi ve “Bence, Puşkin daha iyi bir şair.” dediğimi hatırlıyorum.
Ama bu olaydan sonra, bürokrasi ile alay eden şiirlerinden dolayı Mayakovski’yi daha iyi anladığım ve kendisi kutladığım da olmuştur.”
Bir de şimdi, olur olmaz her yerde, gözyaşları eşliğinde şiir okuyan devlet adamlarını düşünün.
Bırakın “kıtlık yılları”nı, bugün “ileri demokrasi” ile yönetilen bir ülkenin özgür üniversitelerinde, akademilerinde okunamıyorsa; devleti yönetenler ile öğrenciler, gençler arasında “koruma orduları”ndan oluşan duvarlar bulunmaktaysa o şiirler külliyen yanlıştır, “ağlama” başta olmak üzre bütün davranışlar da yalandır.  

21 ŞUBAT 2013, BİRGÜN 

Hiç yorum yok: