Halkını
ve yurdunu sevdiği için “sürgün”de yaşamaya mahkûm ettiğimiz sevgili dostum,
can arkadaşım Osman Özgüven’in, büyük bir özveri ile Dikili Festivali’ni
yaptığı günler.
Festivalin
bir ayağı Dikili’de yapılıyor, bir ayağı Midilli’de…
Bir
akşam, birkaç arkadaş Midilli adasının başkenti sayılan Mitilini’nin ara
sokaklarında dolaşmaya çıktık. Sahilin iç kesiminde, ara sokakta, beş masalık
bir meyhane görünce “Vakti kerahattir” diyerek oturduk.
Hemen
bir büyük “uzo” söylendi; ardından da beyaz peynir, patlıcan salatası türü mezeler…
Meyhanenin
hem sahibi, hem garsonu Mitilinili yaşlı Rum’un ilk sözü “Burada içki öyle
içilmez.” oldu.
Midilli
uzosunun bir özelliği var: Karşı yakadan, yani Balıkesir, Ayvalık yöresinden
gidenler yaptığı için “anason”lu; su eklediğinizde süt beyazı oluyor:
“Barbayanni”… Üç kadeh dolusu “Barbayanni” geldi masaya. Biz bir yudum aldıkça,
önümüze ya bir parça domates konuluyor, ya beyaz peynir… Arada bir gaz ocağında
kızartılan istavritler ise “ara sıcak”lar...
Bir
mezemiz de yaşlı Rum’un sohbeti…
Sovyetler
Birliği’nin dağıldığı yıllar… Duvarlarda Lenin’in çeşitli dergilerden,
gazetelerden kesilmiş resimleri… Aralarda Fenerbahçeli Lefter’in,
Beyoğluspor’un posterleri… “Sosyalizm” diyen, “İşçiler birleşiniz” diyen yarı
Türkçe, yarı Rumca yazılar…
Cep
saatinin kapağında dahi Lenin’in mineli bir sûreti…
“Satar
mısın?” diyorum.
İşkencede
tırnakları sökülmüş ayak parmaklarını gösteriyor.
“Lenin
için bu tırnakları Baba Karamanlis’e vermişim, onun yadigârıdır; sen olsan
satar mısın?” diyor.
O günden sonra kapağında “Lenin” olan bir cep saatim
olmasını istedim. Böyle bir saat bulamadım, ama bu olaydan on yıl kadar sonra
Lenin’in bir büstüne sahip olabildim.
Nâzım Hikmet’i anmak için Moskova’daydık. Arbat
sokağının oralarda dolaşırken kaldırım kenarında bir adam, 3-5 Dolar
karşılığında matruşkalar, çeşitli el işi eşyalar satıyordu. Bunların arasında
da 20-25 santim boyunda bir Lenin büstü…
O büst şimdi çalışma masamda…
Zaman zaman konuşuyoruz. Geçenlerde anlatıyordu:
“Yıl 1921, anarşizmin baş kuramcılarından Kropotkin’in öldüğü
gündür.
O gün, gençlerin “toplu olarak” nasıl yaşadıklarını görmek istedim.
Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidildi.
Kıtlık yıllarıydı. Çıplak tahtalar üzerinde yatılıyor, ekmek bulunamıyor.
Hemen yağsız tutsuz bir bulgur çorbası pişirildi.
Çorbalar içilirken gençler beni soru yağmuruna tuttular.
Ben ise kaçamak yanıtlar veriyor, sorularını soru sorarak
karşılamaya çalışıyordum:
“Neler okuyorsunuz? Puşkin hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Hayır!” diye bağırıyordu gençlerden biri, “Burjuvanın biridir o.
Biz Mayakovski’nin şiirlerini okuyoruz.”
O an gülümsediğimi ve “Bence, Puşkin daha iyi bir şair.” dediğimi
hatırlıyorum.
Ama bu olaydan sonra, bürokrasi ile alay eden şiirlerinden dolayı
Mayakovski’yi daha iyi anladığım ve kendisi kutladığım da olmuştur.”
Bir de şimdi, olur olmaz her yerde, gözyaşları eşliğinde şiir
okuyan devlet adamlarını düşünün.
Bırakın “kıtlık yılları”nı, bugün “ileri demokrasi” ile yönetilen
bir ülkenin özgür üniversitelerinde, akademilerinde okunamıyorsa; devleti
yönetenler ile öğrenciler, gençler arasında “koruma orduları”ndan oluşan
duvarlar bulunmaktaysa o şiirler külliyen yanlıştır, “ağlama” başta olmak üzre
bütün davranışlar da yalandır.
21 ŞUBAT 2013, BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder