28 Şubat 2013 Perşembe

SEFERE ÇIKTI SALİH...


Küçükleri sevdi, büyüklere saygı duydu. Kum çöllerini, açık suları, uzaktan geçen büyük gemileri, ardında iz bırakan patikaları sevdi.Onat (Kutlar), Hüseyin (Baş), Kemal (Özer), Ersin (Salman), Süreyya (Berfe), Refik (Durbaş) ve daha nice şair abileri idi; Sencer (Divitçioğlu) hocası, Maya ve Ayperi, Mehmet (Günsür) ve Ilgın (Su), Işıl (Kasapoğlu) ve İzak da yüzünü hiçbir zaman unutmadığı arkadaşları...
Hocasını, arkadaşlarını, abilerini şiirlerinde de andı:“Onat Kutlar en çok / zafer kazanan kılçıksız emareler sevdi”“Uzun laflar kurup Süreyya (Berfe) Abi’yle”
“Her şey bir yana da Refik Durbaş bir dizeye kekik düşürür”Hayatının özeti kitaplarının arka kapağında üç-beş sözcükle yer aldı:“Salih Ecer, 1954’de Ankara’da doğdu. Paris ve İstanbul’da oturuyor. Şiirlerini düzenli olarak Defter Dergisi’nde yayımlıyor. Üç kitabı var: İhtimalen (1993), Seferi (1998), Neremdesin Beni Üzenler (2001). Şiirlerinden yapılan ve önsözünü Claude Esteban’ın yazdığı bir seçme 2001’de ‘La Derniere Langue des Sumeriens etait la Serpent” adıyla Fransa’da Cerafis Yayınevi tarafından yayımlandı.”Ersin Salman’ın da dediği gibi “gencecik bir çocuktu ve hep gencecik kaldı.”Bu, 1954 doğumlu gençlerin ortak bir özelliğiydi aslında.Yine Ersin Salman’ın deyişi ile “Az yaşadılar, çok üzüldüler, çok üzdüler, çok çalıştılar, çok tembellik ettiler. Aşkla yaşadılar, aşkla bağlandılar, aşkla ayrıldılar.”Hayat ona fazla geldi, şiir de... Sıkı bir entelektüeldi.Kitaplarında yer almayan ve kızı “Maya”ya seslenen şiirinde şöyle diyordu:
Seninle gül gibi yaşarız
Geçinip gideriz diye düşünüyorum
Sen benim yaralarımı temizlersin ben oltaları,
Perşembe pazarından aynalar alırız
Renkli gösteren
gemilere bakarız. Sen süvariye aşık olursun,
ben karısına. Tekneye atlar Lisbon boğazına gideriz.
Oltaları sallandırır yeni aşklar bekleriz.
En fazla iki şarkı ezberleriz. Gelene gidene söyleriz.
Kaptan karısına döner. Oltamızı toplar bir yan şehre geçeriz.”
Maya ile Lisbon’a gittiler mi, bilinmiyor.
Bilinen, kaptanın karısına döndüğü ve Salih’in oltasını toplayıp bu dünyadan bir başka âleme gittiği... Hastalığının son günlerinde de her telefon edişinde ölen abilerinden, arkadaşlarından söz ediyor, “Onat ile Hüseyin abiler, muhabbeti kurmuşlar, beni çağırıyorlar, gitmem gerek” diyordu.
Geçen hafta, 21 şubatta aramızdan ayrıldı. Ertesi gün Demirciköy’de sevgili arkadaşı Mehmet Günsür’ün yanı başında toprağa verildi.

28 ŞUBAT 2013, BİRGÜN


22 Şubat 2013 Cuma

BENCE DE PUŞKİN…


Halkını ve yurdunu sevdiği için “sürgün”de yaşamaya mahkûm ettiğimiz sevgili dostum, can arkadaşım Osman Özgüven’in, büyük bir özveri ile Dikili Festivali’ni yaptığı günler.
Festivalin bir ayağı Dikili’de yapılıyor, bir ayağı Midilli’de…
Bir akşam, birkaç arkadaş Midilli adasının başkenti sayılan Mitilini’nin ara sokaklarında dolaşmaya çıktık. Sahilin iç kesiminde, ara sokakta, beş masalık bir meyhane görünce “Vakti kerahattir” diyerek oturduk.
Hemen bir büyük “uzo” söylendi; ardından da beyaz peynir, patlıcan salatası türü mezeler…
Meyhanenin hem sahibi, hem garsonu Mitilinili yaşlı Rum’un ilk sözü “Burada içki öyle içilmez.” oldu.
Midilli uzosunun bir özelliği var: Karşı yakadan, yani Balıkesir, Ayvalık yöresinden gidenler yaptığı için “anason”lu; su eklediğinizde süt beyazı oluyor: “Barbayanni”… Üç kadeh dolusu “Barbayanni” geldi masaya. Biz bir yudum aldıkça, önümüze ya bir parça domates konuluyor, ya beyaz peynir… Arada bir gaz ocağında kızartılan istavritler ise “ara sıcak”lar...
Bir mezemiz de yaşlı Rum’un sohbeti…
Sovyetler Birliği’nin dağıldığı yıllar… Duvarlarda Lenin’in çeşitli dergilerden, gazetelerden kesilmiş resimleri… Aralarda Fenerbahçeli Lefter’in, Beyoğluspor’un posterleri… “Sosyalizm” diyen, “İşçiler birleşiniz” diyen yarı Türkçe, yarı Rumca yazılar…
Cep saatinin kapağında dahi Lenin’in mineli bir sûreti…
“Satar mısın?” diyorum.
İşkencede tırnakları sökülmüş ayak parmaklarını gösteriyor.
“Lenin için bu tırnakları Baba Karamanlis’e vermişim, onun yadigârıdır; sen olsan satar mısın?” diyor.
O günden sonra kapağında “Lenin” olan bir cep saatim olmasını istedim. Böyle bir saat bulamadım, ama bu olaydan on yıl kadar sonra Lenin’in bir büstüne sahip olabildim.
Nâzım Hikmet’i anmak için Moskova’daydık. Arbat sokağının oralarda dolaşırken kaldırım kenarında bir adam, 3-5 Dolar karşılığında matruşkalar, çeşitli el işi eşyalar satıyordu. Bunların arasında da 20-25 santim boyunda bir Lenin büstü…
O büst şimdi çalışma masamda…
Zaman zaman konuşuyoruz. Geçenlerde anlatıyordu:
“Yıl 1921, anarşizmin baş kuramcılarından Kropotkin’in öldüğü gündür.
O gün, gençlerin “toplu olarak” nasıl yaşadıklarını görmek istedim.
Güzel Sanatlar Akademisi’ne gidildi.
Kıtlık yıllarıydı. Çıplak tahtalar üzerinde yatılıyor, ekmek bulunamıyor. Hemen yağsız tutsuz bir bulgur çorbası pişirildi.
Çorbalar içilirken gençler beni soru yağmuruna tuttular.
Ben ise kaçamak yanıtlar veriyor, sorularını soru sorarak karşılamaya çalışıyordum:
“Neler okuyorsunuz? Puşkin hakkında ne düşünüyorsunuz?”
“Hayır!” diye bağırıyordu gençlerden biri, “Burjuvanın biridir o. Biz Mayakovski’nin şiirlerini okuyoruz.”
O an gülümsediğimi ve “Bence, Puşkin daha iyi bir şair.” dediğimi hatırlıyorum.
Ama bu olaydan sonra, bürokrasi ile alay eden şiirlerinden dolayı Mayakovski’yi daha iyi anladığım ve kendisi kutladığım da olmuştur.”
Bir de şimdi, olur olmaz her yerde, gözyaşları eşliğinde şiir okuyan devlet adamlarını düşünün.
Bırakın “kıtlık yılları”nı, bugün “ileri demokrasi” ile yönetilen bir ülkenin özgür üniversitelerinde, akademilerinde okunamıyorsa; devleti yönetenler ile öğrenciler, gençler arasında “koruma orduları”ndan oluşan duvarlar bulunmaktaysa o şiirler külliyen yanlıştır, “ağlama” başta olmak üzre bütün davranışlar da yalandır.  

21 ŞUBAT 2013, BİRGÜN 

16 Şubat 2013 Cumartesi

BATIK GEMİDE BİR ŞAİR...


Nâzım Hikmet’in son nefesini verdiği evin bir küçük odası, çoğu “saçları sarı sarısı, kirpikleri mavi” son eşi Vera’ya armağanı küçük objelerle dolu... Duvarlarda Picasso’nun, Abidin Dino’nun, Rus ressamlarının tabloları... Salonun dört duvarını kuşatan komodinler üzerinde küçük votka kadehleri, porselen çay fincanları...
Odanın sokağa bakan penceresi önünde bir masa, masanın üzerinde “Olivetti” marka daktilo ve yanında Şilili şair Pablo Neruda’nın 2 Haziran 1963 tarihli, Nâzım’ı Şili’ye davet eden mektubu...
Fakat Nâzım, bu “mektub”u aldığının ertesi sabahı 07.20’de, sokak kapısından girer girmez yığılıp kalacak, bir daha bakamayacaktır hayatının aynasına...
İşte o mektup, o tarihten beri iki büyük şairin dostluğunun bir nişanesi olarak duruyor bugün de…
Tam on yıl sonra ise Neruda’nın Şili’de General Pinochet’nin iktidara geldiği askeri darbeden 12 gün sonra, 23 Eylül 1973’te prostat kanserinden öldüğü açıklanacaktır.
Oysa bugün Şili Komünist Partisi yetkilileri, şairin prostat kanserinden ölmediğini, doktoru tarafından yapılan ne olduğu belirsiz bir enjeksiyonun ardından kalp krizi geçirdiğini ileri sürmekte…
Bu nedenle de mezarının açılması gündemde…
Tarih unutmuyor çünkü...
Şairin ölümünün ertesi günü, yani 24 Eylül 1973’de “AFP’nin özel muhabiri Veronique Decoudu” yaşananları şöyle anlatacaktır:
“Büyük Şili şairi Pablo Neruda’nın cesedi, pazartesi günü öğleden sonra, Santiago yukarılarında, askeri cunta tarafından darmadağın edilmiş evinde bulunuyordu. Askerler sabah gün doğarken evde arama taramaya girişmişler, bu arada pencereleri kırmışlar, şairin yatağını delik deşik etmişler, dolapları kırıp dökmüşler, dergi ve kitapları yakmışlardı.” (Şili, Kara Darbe, s: 199)
Neruda’nın katafalkı cam kırıkları, yırtılmış fotoğraflar ortasında durmaktadır. Eşi Mathilda katafalkın yanında oturmakta ve bir camın ardından Neruda’nın yalnız yüzü görülmektedir.
Katafalkın yanında birçok Şilili şair de vardır.
İçlerinden biri konuşur: “Hepimiz batık gemiler gibiyiz.”
25 Eylül 1973’te de Neruda, Salvador Allende’yi övücü sözler eşliğinde, büyük bir kalabalık tarafından sonsuzluğa uğurlanacaktır.
Ve yazdığı son şiir “Satraplar”, “Arif Çağlar”ın Türkçesiyle o tarihlerde yazı işleri müdürlüğünü yaptığım “Yeni a” dergisinin eki olarak yayımlanacaktır:
“NIXON, FREI ve PINOCHET / bugüne, bu acı / eylül ayına dek / 1973 yılının / Bardoberry, Garrastazu ve Banzer ile beraber / aç çakalları / tarihimizin; kemiriyorlar / bayrakları / bunca kan, bunca ateşle / alınmış olan / serserice ağa-çiftliklerinde / cehennem baskıcıları, / satraplar, bin kez satın alınmış / ve kendilerini satmışlar, işbirlikçileri / New York kurtlarının.”
***
Bugün, Kadıköy Moda caddesindeki Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesi’nde, saat 19.00’da Nevzat Doğan ile birlikte “Tevfik Fikret’te Şiir ve Muhalefet” üzerine bir söyleşi yapacağız. Meraklıları bekliyoruz.

14 ŞUBAT 2013

7 Şubat 2013 Perşembe

“KOZMİK ODA”YA ÇELİK KAPI


Evden mahalleye, mahalleden semte, semt­ten kente, kentten ülkeye yaşamımızın her yanı nice kapılarla çevrili değil mi?
Bu kapılara şimdi de “kozmik oda”lara açılan çelikleri eklendi.
Üs­tadımız hakîr Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’un çev­resinde 43 kapı bulunmakta. Şimdi kim bu kapıları bula da fotografilerini çıkara?
Üstelik, arkalarındaki “kozmik oda”lar kim bilir nice haldedir?
Çelebi’nin izniyle ben dahi çocuklu­ğumun kapılarını anlatmak isterim.
İzmir, Kurtuluş Savaşı’nda yıkılıp yakılmış. Yapı ustası dedem Hasan Usta, Küçükyalı’da bir yapı oturtmuş, üç çocuğu ve dahi “Köroğlu”su için. İç içe dört hanede 28 kapı. Ama hiçbiri birbirine benzemez. Kimi demir, kimi tahta… Usta hangi yıkıntıda kapı bulmuşsa getirip takmış evin bir yanına.
Fotografilerini çıkaramayacağımız başka kapılar yok mu?
İşte atasözlerimiz:
“Kapı arkası bile gurbet.” “Kapını iyi kapa, komşunu hırsız etme.”
Ve  kimi deyimlerimiz:
“Kapı bir komşu. Kapıdan kovsan baca­dan girer. Kapı dışarı etmek. Kapı duvar ol­mak. Kapının ipini çekmek. Kapısı açık ol­mak.”
Devlet de bir “kapı” değil midir?
Evinden, yurdundan ayrı düşmüş kişi “el kapısı”ndadır. Ruhi Su’ya selam ola... Ülkeye giriş çıkışın bir yolu “Kapıkule”den geçmez mi? Dışarıdan alınan nice mal “gümrük kapısı”ndan dolanmaz mı? Esnaf için dükkânı “rızk kapısı”dır, mah­kûm için hücresindeki tuvalet “hacet kapısı.”
Ya “gönül kapısı?” O kapıdan geçenlere de selam ola...
Ya tavla oyununda “kapı yapmak...”
Bunların dahi pek fotografileri çekilmez...
Bence bugün İstanbul’un asıl yedi kapısı var: Haydarpaşa Garı, Esenler Otogarı, Top­hane Limanı, Sirkeci Garı, Atatürk Havalimanı. Ve yedinci kapı olarak Sultanahmet Meydanı…
Kapının yedi adet olması da önemli.
Örneğin yeniçerilerin yedi kapısı bulunur: Ada­let, et, ağa bölüğü, so­laklar, meydan, Çayır ve Karaköy kapıları…
İslam inançlarına göre kıyamet günü Me­dine kentinin yedi ayrı kapısı olacaktır.
Şaman inançlarına göreyse “yağız yer” de­nen kara toprağa yedi kapıdan geçilerek varılacaktır.
Kapı, eski kentlerde dünyaya açılan bir penceredir. Örneğin Diyarbakır, Urfa, Mar­din kapıları; Erzurum’un Kars ve Tebriz kapıları gibi
Kapı sözcüğünün bir başka anlamı da önemli yapıların giriş bölümünü karşılama­sıdır, ki camilerin, medreselerin “cümle kapıları’’ bunlardandır.
Sarayların avlu duvarından baş­lamak üzere arka arkaya bir kaç kapısı vardır. Topkapı Sarayı’nın yedi kapısı bulunuyor. Bâb-ı Hümayun ki, sarayın birinci kapısı. Bâbü’s-Selam orta kapı, Bâbü’s-Saade mutluluk kapısı... Bâbıâli. Aslında Osmanlı’da sadrazam ko­nağının büyük giriş kapısı. Ama zamanla devletle özdeşleşmiş, doğrudan hükümet an­latan bir deyime dönmüş... Yakın zamanların “basın” kapısı...
Osmanlı’da sarayların kapılarını bekleyen yarı askeri görevlilere bevvap, yani kapıcı deniyor. Günümüzdeki “kapıcı”larla bir ilintileri olabilir mi?
Kapı halkı: Osmanlı devletinde sadrazam, vezir, beylerbeyi ve ilmiye ileri gelenlerinin konaklarında görevli sivil ve askerlere veri­len ad. Kapıcıbaşı: Saray ka­pıcılarının subaylarına verilen rütbe. Kapıcılar kethüdası: Kapıcıla­rın ve kapıcı başların en büyük amiri.
Kapıların da günleri var. Pazar günleri, Kapalıçarşı ile Mısırçarşısı’nın kapıları kapalı. Gülhane Parkı’nın kapısı her zaman açık.                                                                                                                                                    
Kimi, çocukluğumdaki gibi unutmuş anı­larını, kimi hâlâ fotografilerde...
Kimi de “ileri demokrasi” tarihinde “kozmik odalar”ın kimliğinde... 

07 ŞUBAT 2013, BİRGÜN