İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermek üzere
olduğu günlerdir. Bir Alman savaş gemisi, savaşmakta olan bir Alman birliğinin
yaralı erlerini kurtarma emrini alır. Amaçları onların Sovyetler Birliği
kuvvetlerine tutsak olmalarını engellemektir. Ama hedefe ulaşabilmeleri
oldukça zordur. Çünkü gidecekleri Baltık Denizi’nin doğusu Sovyetler’in
egemenliği altındadır.
Alman savaş gemisi yoldayken bir telsiz emriyle
Almanların Batılı müttefiklere teslim olduğu haberi gelir. Artık, savaş bitmek
üzeredir.
Şimdi Alman savaş gemisinin komutanı almış
olduğu emri yerine mi getirecektir? Yoksa emre boş verip ülkesine geri dönerek
kendi mürettebatını mı kurtaracaktır?
Bu ikilem nasıl çözülecektir?
Siegfried Lenz, “Bir Savaş Sonu” adlı
uzun öyküsünde işte bu ikilemin nasıl çözümlendiğini anlatıyor.
Lenz, bu öyküsü nedeniyle bir savaş
atmosferinde evrensel bir konuyu irdeliyor: Dünyanın herhangi bir ülkesinde
karanlık güçler iktidara el koyuyor. Sen bu iktidara karşısın. Hiç olmazsa
yanında değilsin. Ülkende kalırsan düşüncenin diyetini yaşamınla ödeyeceksin.
Ülke dışına çıkarsan yaşamının diyeti yine ölüm, yokluk, hasretlik.
İkisi de bir anlamda aynı ikilemin kapısını
çalıyor.
Bir mayın tarama gemisinde yaşamının
geçmişini, bugününü, geleceğini sorgulayan tayfadan yalnızca kaptanı mı
sorumlu?
Ya tayfa? Ya da tayfalar?
“Yetki” kimde olacak?
1988 yılında Alman Yayıncılar ve
Kitapçılar Birliği’nin Barış Ödülü’ne layık gördüğü Lenz, törende yaptığı
konuşmada yetki konusuna şöyle değiniyor: “Şu kadarı bana kesin görünüyor:
Barışın söz konusu olduğu yerde yetkisizlik yoktur. Bu alanda herkesin kendi
düşü vardır, herkes ilgilidir bununla, barış için kaygı duyan herkesin söze
karışmaya hakkı vardır, öncelikle de acı çekmiş olanların, çünkü acılar, öyle
sanıyorum ki, yeterince meşruluk getirir beraberinde. Devlet sanatının
efendilerine tanımış yetkiyi de tartışacak değiliz, ne var ki barış uğrunda
bir girişimi de yalnız onlara tanıyacak değiliz.”
Lenz’in bu sözlerinden özellikle “barış
için herkesin söze karışmaya hakkı vardır” cümlesinin altını çizmeli.
Ama dünyamızda “barış” üzerine
uygulamalar öyle mi?
Dünyada nice aydın yalnızca barışsever
olduğu için yaşamlarını kendilerine haram etmediler mi? Politikacıların değil,
sanatçıların, özellikle sanatçıların ilgi odaklarının başında yer alması
gerekmez mi barış konusunun?
Peki, edebiyat barışçıl mıdır? Yanıtını
yine Lenz’den alalım:
“Hayır, değildir, gündemdeki gerçeklik
ona başka bir çare tanımadığı içindir ki edebiyat, hep barışçıl olmamak zorunda
kalmıştır. Edebiyatın barışçıl olmayan karakteri, çok açıktır ki, iktidarca
zorla benimsetilmek istenen sükûneti rahatsız ettiği için, düzmece bir suskuyla
uzlaşamadığı için, sesleri bastırılmış olanlar adına konuştuğu için, barışçıl
değildir.”
Savaş ve barış...
Yine bir ikilem karşısında değil miyiz?
ŞAİRİN
NOT DEFTERİ
*Gazetemizde Atilla Aşut’un “Dilin
Kemiği” köşesinde yazdıklarını gazeteciliğe “musahhih” olarak başlamış ve uzun
süre bu işi yapmış biri olarak ilgi ile okuyorum. Özellikle her gazetecinin
kesip saklayacağı, zaman zaman tekrardan okuyacağı önemli bir uyarı demeti… Ama
bugün yazım yanlışlarını yalnızca musahhihlere yüklemek mümkün mü? Bugün kaç
gazetede musahhih bulunmakta? Olanlar da dün olduğu gibi, bugün de gazetecilik
mesleğinin en alt skalasında yer almakta. Yaklaşık yirmi yıllık musahhihlik
yaşamımda en az dört genel yayın, sekiz yazı işleri müdürü gördüm. Bir gün dahi
ağızlarından “teşekkür” sözcüğünü duymadım. Şiirden uzak duran, tiyatroya
gitmeyen, bırakın bir romanın sayfalarını karıştırmayı kendi yazısını dahi
okumayan genel müdürlerin, özellikle muhabirlerin olduğu bir “medya”da, söyler
misiniz düzeltmenler neyi düzeltecek? Bu konuda yazacaklarım bir kitap olur,
ama kim okur, hangi yayıncı basar, o da ayrı bir konu…
DERE
Bir uzun deredir gökyüzü
uçurumların ikiz kardeşi
dağlar, ki gökyüzünden uzun
kaçağa düşen ömürler kısa
Bir uzun deredir gökyüzü
kar altında kartal yavrusu
yatar gecenin koynunda
gözlerinden çalınmış uykusu
Bir uzun deredir gökyüzü
saçı kınalı analara armağan
sılasında rehin kalmış gençliği
her yürekte ayrı bir şivan
28
HAZİRAN 2012, BİRGÜN