O zamanlar, yazılar kurşun harflerle dizilirdi. Pota
denen bir küçük kazanda kurşun kaynar, havaya “antimuan”lı buhar yayılırdı.
“Antimuan” zehir demekti, ama kimin umurunda?
Kimi gece bu küçük kazanın üzerine iki dilim pastırma
konulur, zehirli buharda pişirilirdi. Yanında da elbette ince belli çay
bardağında bir küçük şişe “Yeni Rakı”...
Bir on yıla yakın Cumhuriyet gazetesinin
mürettiphanesinde çalıştım, hem de çoğunlukla geceleri...
Ve “sefertası”nı işte bu gecelerde tanıdım.
Şimdinin “bilgisayar”ları olmadığı gibi, yemek de
verilmezdi gazetelerde o zamanlar...
“Yemek” diye bellediğimiz de “antimuan”ın zehrinden
korunmak için ya bir küçük kâse yoğurt, ya bir şişe ayran... Onu da herkes her
gün yemekten bıktığı için sıraya konmuştu. Haftada ya da on günde bir sırası
gelen 8-10 kâse yoğurdu evine götürürdü.
Hıdır (Ercan) Usta, gecenin “sermürettip”i, yani usta
başısıydı. Necdet (Hazan) Usta, “operatör...” “Takke” Tabip (Derinbay), “Paşa”
Sabahattin (yalnızca Paşa idi), “Golcü” Vehbi (Bağcı), “Çırak” Hasan (İlhan),
Fikret, Necdet Usta’nın üç oğlu Serdar, Serhan ve Erhan öteki çalışanlardan
kimileri...
Hıdır Usta, hemen her akşam işe bir sefertası ile
gelirdi.
Necdet Usta, evden yemek getirmezdi, çünkü eve
uğramazdı. Zeytinburnu’nda bir teknesi vardı. Mevsimiyse gündüz balığa çıkar,
tuttuğunun yarısını bir şişe rakı parasına gündüz çalışanlara satar, akşam da
balık ziyafeti çekerdi...
O günlerin birçok anısı aklımın tavan arasında
tozlanmaya yüz tuttu. Ama o kurşun kokulu “pota”da pişirdiğimiz pastırmanın,
Hıdır Usta’nın sefertasıyla evden getirdiği zeytinyağlı biber dolmasının,
Necdet Usta’nın Zeytinburnu açıklarında avladığı kömüre bulanmış istavritlerin
lezzeti hiç eksilmedi damağımdan. Çünkü damak tadından çok, birlikte
çalışmanın, sözün, muhabbetin tadıydı önemli olan o yıllar...
Şimdi nerden mi düştü bu yazının av sahasına
“sefertası”nın sivri okları?
Oktay Akbal’ın “Hücrede Karmen” kitabında yer alan
“Sefertası” başlıklı öyküsünden...
Oktay Akbal, çocukluğunun sefertasını anlatıyor.
İlkokula giderken bir parça börek, üç tane kuru köfte, bir elma ya da portakal
bulunan sefertasını hiç mi hiç sevmiyor Akbal. İştahı daha çok Barba’nın simit
ya da açmasında...
Okulu yabancı. Öğrencilerin çoğu da yoksul Rum ve
Ermeni çocukları...
Jozef adında bir arkadaşı vardır. Evden getirdiği
yemekleri çoğunlukla Jozef yer.
Babası Beyoğlu’ndan almıştır sefertasını. Üst üste
kapanan üç minik kaptır. Sabah okula gelir gelmez, bodrumdaki yemekhaneye
bırakır. Otuz-kırk sefertası arasında hemen göz alır.
Ama Akbal hiç sevmez sefertasını. Eskitmeye çalışır bu
yüzden de.
Ve bir gün sefertası kaybolur, ama bir süre sonra
babası bir yenisini alacaktır. Bu, ilki gibi cafcaflı, göz alıcı değildir. Yine
yemeklerini arkadaşı Jozef ile paylaşmaktadır.
Bir akşam okuldan çıkarken eski sefertasını Jozef’in
elinde görür. Okul yönetiminin yoksullara verdiği yemeği sefertasına doldurmuş
evine götürmektedir.
Hiç sesini çıkarmaz Akbal...
“Hücrede Karmen”de yirmi öyküsü yer almakta Akbal’ın.
Çoğu kendi özyaşamından kesitler taşıyan, ama bizim de
yaşamımıza ışıklarını serpen küçük, yalın öyküler, öykücükler...
Duyarak, katılarak, yaşayarak okumak için...
*
“Bir kitap imza günü için (Oktay Akbal) ile birlikte
Adana’ya gitmiştik. Refik Durbaş da vardı. Adana’da âdettendir, Cumhuriyet’teki
arkadaşlar pavyona götürdüler bizi.
İçeride ilk gözüme çarpan, etrafta dolanan yaşı
geçkince bir konsomatris hanım oldu.
Kadıncağız Oktay Akbal’ı görünce, sevinçle haykırdı:
-Ooo şair dostlarım!
Masaya oturduk, arkadaşlar çevremizde dolanan hanımı
işaret ederek,
-Hanımefendiyi masaya davet etmemiz gerek dediler.
Oktay Akbal itiraz etti:
-Canım ne konuşacağız. Kadın bunu duyunca öteden
seslendi:
-Öyle demeyin Oktay Bey! Konuşacak bir şey buluruz,
insan bir ormandır.
Oktay Akbal utandı, kızardı, “O zaman buyurun
hanımefendi” demek zorunda kaldı.
Hanımefendi bir sevinç çığlığı attı:
-Yaşasın edebiyat!
Ve gelip masaya oturur oturmaz Oktay Akbal’a dönerek
sürdürdü konuşmasını:
-Biz de eskiden beri böyle değildik, sonradan
bozulduk. Ama önce ekmekler bozuldu.
Ve kendi sorduğu soruya kendi cevap vererek devam
etti:
-Suçumuz nedir biliyor musunuz Oktay Bey? Suçumuz
insan olmak.
Oktay Akbal’ın bütün kitaplarını okumuş olduğu
anlaşılan, her repliğinde onun kitaplarından birinin başlığıyla yanıt veren
kadının “Nerede oturuyorsunuz” sorusuna vereceği cevabı ben de baştan tahmin
etmiştim. Nitekim öyle de oldu:
-Garipler Sokağı’nda…
Baktım konuşma böyle sürüp tehlikeli sulara doğru
sürükleniyor ben de aynı yöntemle kitap başlığına atıf yaparak, duruma müdahale
etmek zorunluluğunu duydum:
-Aman Oktay Akbal dikkat! Yoksa sonra yarın “Ayla”lar
hesap sorar. (Cumhuriyet, 3 Mayıs 2015)
10 AĞUSTOS 2017, BirGün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder