20 Ekim 2016 Perşembe

YERYÜZÜNDEN ALACAKLI…

Cemal Süreya ve Attila Tokatlı. Bugün iki­si de aramızda değil. 18 Şubat 1988’de Tokatlı’nın vedasın­dan iki yıl sonra da Süreya hayata elvedasını çekti.
Tokatlı’nın ardından şöyle yazacaktı Cemal Süreya:
“1960’tan sonraki yayın patlaması ve düşünce fışkır­ması olayının ortasında yeri­ni aldı. Sadece çevirmedi, tarihin, dünyanın, düşünce­nin, tutkuların ve güzelliğin ülkemizdeki eşdeğerlerini, karşılıklarını aradı. Bu ba­kımdan, ileride büyük kazıbilimciler arasında da anıla­cak Attila Tokatlı adı. İki Silahşorlar’dan biri o. Öbürü Selahattin Hilav.” (İkibine Doğru dergisi, 14-20 Şubat 1988)
Adı kazıbilimciler arasında anılacak, ama Tokatlı’nın değerini bilebildik mi?
Bugün hiçbir ansiklopedi­de, sözlükte ne adı var, ne de bu ülkede yaşadığına, yaptıklarına dair bir ipucu...
Yalnızca değerbilir Atilla Dorsay ile Turhan Gürkan’ın hazırlayıp yıllar önce “Göste­ri” dergisinin ek olarak ver­diği “Sinema Ansiklopedisi”ndeki üç-beş satır dışın­da... Aynen aktarıyorum:
“ATTİLA TOKATLI (1932 -1988) Yazar, çevirmen, yö­netmen. Denizlili sanatçı, Fransa’da İDHEC’te sinema okudu. 1960’daki ilginç si­nema denememiz “Denize İnen Sokak”ı yazdı, yönetti. 60’larda “Gel Barışalım”ı yönetti, Atıf Yılmaz’ın ilginç fil­mi “Kalbe Vuran Düşman”ın senaryosunu yazdı vs. Sonradan çevirmen ve ansiklopedist olarak çalıştı.”
Tokatlı, bütün bunların yanında zarif bir kişiliğe da sahipti.
Her zaman elinde çi­çekler,  çantasında “Altınbaş” rakısıyla dolaştı. Ama ne du­dağına sigara kon­durdu, ne kumara el sürdü.
O günler “Altınbaş”ın ender bulunduğu gün­ler. Hangi meyhaneye girse, önce sorardı: “Altınbaş’ınız var mı?”
Yoksa o sayısız çevirileri ile kitaplarını da zula ettiği çantasını açar, süt kıvamın­da sulandırdığı “hazır” Altınbaş’ını çıkarır ve sorusunun yanıtını yine kendisi verirdi:
“Her zaman tedbirli ol­mak lazım azizim...”
Rakısı kendisi içindi, ama çiçekleri hanımlara “zarifane” bir armağanı. Her kadın onun için zarifti, çünkü ken­disi bir zarafet numunesiydi. Özellikle “sedef” çiçeklerinin her bir yaprağını tek tek yo­larak çevresindeki kadınlara ikram ederdi, hem de akla hayale gelmeyen iltifatlarla:
“Ah, ne kadar güzelsiniz hanfendi... Sizi bu çiçeklerin tazeliğinde ayak başparma­ğınızdan saçınızın en ince teline kadar öpücüklere boğmak isterdim.”
(Bir çiçek dağıtıcısı da Galatasaray futbol takımının unutulmaz amigosu Karıncaezmez Şevki idi. Her akşamüzeri aynı meyhaneye gelir, içkisini söylemeden önce elindeki bir papatyanın yapraklarını meyhanedekilere dağıtırdı,)
Tokatlı’nın kimler yoktu çevirdikleri arasında?
Başta Ehrenburg, Ostrovski, Gorki, Aragon, Elsa Triolet olmak üzere yü­zü aşkın kitap...
Triolet’den çevirdiği ve “Türkçesi Fransızcasından daha güzel” dediği “Beyaz At” romanıyla 1971’de Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü kazanmıştı.
Ve başta “Devrimcinin Ölümü” romanı olmak üzere kendi kaleminden on ka­dar kitap...
Yayınını sürdüremediği “Entelektüel” dergisinin adı bile hayatının bir özeti gibi değil mi?
Cemal Süreya “Bir serü­ven adamıydı” diyor, “Yedeksubay öğretmenliğini takma adla yaptığı da riva­yet edilir. Aldığını vermez derler onun için, ama verdi­ğini hiçbir zaman geri alma­mıştır. Aldıklarını ve verdik­lerini yan yana getirirsek, alacaklı çıkar.”
Bu yüzden mi “Denize İnen Sokak” filmi yıllardır kayıp?
Kardeşi sinemacı Erdoğan Tokatlı’nın (Ona da sevgiler, saygılar; rahmet olsun.. Yönetmen olarak benim “Çaylar Şirketten” şiiri kitabımı filme almıştı.) yıllardır aramasına rağmen bir kop­yası dahi yok.
Bu yüzden mi daha sonra başına gelecekleri bilirmiş gibi “Dünyaya yalnız geliriz, yalnız gideriz, hiç kimse eş­lik etmez bize” de­mişti.
Bu yüzden mi bir “yeryüzü alacaklı­sı” olarak kendi­siyle ilgili her bir şeyi alıp da gitti?
Çünkü bu dünyada otuz bin sayfalık çalışma­sına karşılık tüvit bir ceketten, si­yah bir boyun atkısından başka malı yoktu.

20 EKİM 2016, BirGün


Hiç yorum yok: